Yasanın Ölçü Getirememesi Bir Toplum İçin Felakettir

Ayrım11 Ekim 2024

Türkiye son haftalarda dehşete düşüren cinayetlerle sarsılıyor. Sokaklardan okullara, sosyal medyadan akademiye kadar hemen her yerde karşı karşıya kaldığımız şiddet ve bunun nasıl önleneceği konuşuluyor. Bir bütün olarak halk, özellikle de kadınlar ve çocuklar, kendi güvenliğinden haklı olarak endişe edip mevcut duruma tepki gösteriyor.

Öte yandan gündelik yaşamı ele geçiren şiddet hiç de yeni bir şey değil ve ilk kez dehşet boyutunu da kazanmadı. Türkiye’de iktidarın da sistematik politikalarıyla kadın ve çocuklara, hayvanlara ve hatta doğaya yönelen şiddet bilinçli biçimde cezasız bırakılıyor; bu şiddet açık ya da gizli söylemlerle teşvik ediliyor; sonuç olarak iktidar eliyle şiddet pekiştirilip destekleniyor. İktidar, bu şiddet sarmalına sadece izleyici ve teşvik edici olarak da katılmıyor; bizzat kendisi de hukuksuz, yasasız, normsuz bir şiddetin faili oluyor.

Bütün bu karanlık tablonun ortasında, ardı arkasına kullanıma sokulan birçok yeni kavramla birlikte, yurttaşlar olarak hepimiz bu şiddet sarmalından nasıl korunacağımızı ve geleceğe dair güvenlik vaat eden bir tahayyülü nasıl inşa edebileceğimizi düşünüyoruz. Öncelikle, mevcut şiddet sarmalının nasıl yaratıldığını, ne tür dinamiklerden beslendiğini ve hangi yollarla kullanışlı hale getirildiğini anlayarak tabi.

Bu çerçevede psikiyatrist Cemal Dindar’la söz konusu şiddet sarmalı ve toplum ruhsallığı hakkında bu söyleşiyi gerçekleştirdik. Toplumların kuruluş yasalarından günümüze varan uygarlaşma serüvenimize geniş çaplı bir bakış çizen Dindar, içinde yaşadığımız koşulların “kindar nesil” söylemlerinin, iktidarın yasa tanımazlığının, siyasete egemen olan sağcılık açmazının etkilerini işaret ediyor. Bu öğretici ve düşündürücü söyleşi için Cemal Dindar’a teşekkürlerimizi iletiyoruz.

***

Ayrım: Öncelikle son günlerde yaşadığımız korkunç olayların genel olarak toplum ruhsallığına etkilerini sormak isteriz. Bu tür dehşet verici olaylar, üstelik de çok sık karşımıza çıktığını düşünürsek, toplumların ve insanların ruhsallığını nasıl etkiliyor? Öfke, korku, endişe, içe kapanma gibi duygulardan söz edebiliyoruz, ama konuyu kucaklayacak bir çerçeve çizmemize yardımcı olmanızı rica edelim başlarken.

Cemal Dindar: Dehşet, iç dünyada veya dış dünyada, sıklıkla da birlikte, yasanın ötesine düşme anında belirir. Şunu söylemek istiyorum: İnsan, diğer birçok türden farklı olarak yasalı bir tür. Doğanın içinden, doğayı karşımıza alarak toplumsallaşma sürecimiz yasalı bir varlık olmamızla koşut. Tüm yasalar iki temel yasanın türevleridir, ensest yasası ve öldürmeyeceksin yasası. İlki cinselliği yasalaştırır, ikincisi de saldırganlığı. Ensest cinselliği yasaklamaz, kiminle yaşanabileceğini yasa haline getirir. Öldürmeyeceksin yasası bir toplumda şiddeti yasaklamaz, sınırlarını belirler ve şiddet uygulama yetkisini yasalaştırılmış gruplara veya kurumlara verir. Örneğin, bu dehşetli olaylar olduğunda “idam cezası gelsin!” talebinin özellikle sağ cenahta yükseltilmesinin böyle bir mantığı vardır, öldürme yetkisini devlet üstlendiğinde sorun çözülecek sanısı…

Kuşkusuz, cinayetler, hele hele vahşice işlenmiş cinayetler söz konusu olduğunda olayın dehşeti birçok şeyi unutturuyor. Ama toplum ruhsallığına etkileri açısından çizdiğiniz çerçeve içinde sadece cinayet, fiziki şiddet gibi saldırılar mı tehlike arz eden? Toplumların ruhsallığına ekonomik krizlerin, işsizlik kabusunun, devlet otoriterliğinin, zehirli siyasi dilin, canlıların, kentlerin ve çevrenin vahşice katledilmesinin de etkilerinden söz edebilir miyiz?

Sizin deyişinizle dehşet verici olayların dehşet boyutu kültürlenmiş, yasayla doğanın karşısına yerleşmiş insandaki bu iki kurucu yasanın yerinden edilmesiyle yakından ilgili… Peki bu nasıl oldu? Yani nasıl oluyor da insanlaşma serüvenimizin köşe taşı denilebilecek içsel yasalar içinde yaşadığımız toplumda böylesine yerinden ediliyor? Bunun tamamlayıcı öznesi Freud’un Totem ve Tabu’da “primordial şef” dediği ilkel kabile şefi kişiliğinin toplumun her katmanını işgal etmiş olması. O, her kimse, başında bulunduğu toplulukta her şeyin sahibi gibi davranır. Dilediğini dilediğince ödüllendirir veya cezalandırır. Dilediğine, nereye gidersen git, deyip kabileden kovabilir veya dilediğini de hiçbir yere gidemezsin deyip ebedi tutsağı haline getirebilir. Freud’un deyişiyle, herkes onun varlığıyla birbirine bağlanıp sever, fakat o kendi yüceliğine o kadar aşıktır ki kendinden başka kimseyi sevmez. Yasa değil, onun keyfi bilir. Türkiye’de toplum ruhsallığına dair söz söyleyenlerin çoğu bunu baba ile özdeşleştirir, oysa baba, yasalı bir öznedir, yasayı tanır ve çocuklarının tanımasını da bununla garanti altına alır. Uyacaksınız, çünkü ben de uyuyorum, der. Primordial şef, babanın karşıtıdır. Fransız psikanalist Racamier, onun güncel formunu mafya babalarında ve despotik liderlerde bulur, ne zaman cezalandırıp ne zaman memeyi vereceği belli olmayan şedit annelere benzetir.

Babanın sembolik olarak sahneden uzaklaştırılıp yerinin tekrar ilkel kabile şefi tarafından işgal edilmesiyle de gücün göreceliliği, cinsiyet farklılığına bağlı kabullerin inkarı, cinsel ve cinsel olmayan sevgi ayrımı çöker. Toplumlarda ilkel kabile şefinin keyfiliğine en çok ihtiyaç duyulan dönemler de cinsiyet temelli, yani kadınla erkek arasında, kuşaklararası, yani çocuk ve yetişkinler, gençler ve yaşlılar arasında ve kuşak içi, yani sınıfsal, eşitsizliklerin derinleştiği dönemlerdir. Bir süre sonra keyfiliğe meyleden her türlü yönetim erki bunu deneyiminden öğrenir ve yönetmek için bu fay hatlarını daha fazla kırılgan hale getirir. Bu da diyalektik olarak merkezi erkin keyfiliğinden kaçmak isteyen ya da bizzat merkezden sürgün edilen gruplar yaratır. Dünyada nereye gitseniz sağ popülizmin gerçekte büyük bir uygarlık regresyonu olduğunu ve bu çerçevede işlediğini görürsünüz. Sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde sağ popülizm, neoliberalizmin çöküş döneminde bu muktedir tipini üretti. Her güç alanında bunun muadillerini de üretti. Bu sadece iktidar alanının inşasıyla ilgili değil. Tüm siyaset sahnesi anlık jestlerle ve üste çıkmalarla, kavramsal tutarlılığından kopmuş zihinlerle, ancak bir rüyada karşılaşılacak denli tutarlılık arayışının dert edilmeyişiyle düzenleniyor. Ana muhalefet partisi lideri de bakıyorsunuz, kendi diliyle söyleyelim ‘en iyi laf sokma’ ustalığıyla övünüyor. O primordial şef, bu sahnede güçlenen herkesin içine yerleşiyor.

Kadınlara yönelik şiddet, türlü veçheleriyle birlikte artık gündelik yaşamın olağanlarından biri oldu. İçinde yaşadığımız çağda şiddeti, gündelik şiddeti, ev içinde ya da sokakta karşılaştığımız şiddeti körükleyen dinamikler var mıdır? Bu dinamikler arasında bilhassa kadına yönelik şiddeti sıradanlaştıran, hatta teşvik eden yönler saptayabiliyor musunuz?

Bu şiddetin en önemli belirleyenlerinden biri Türkiye’de yeni sağın bugünlerde değil, ta Gezi’nin arifesinde ortaya çıkmış olan beden politikaları ve kadınların bedeni üzerinden, nerede ne giyip giymemesi gerektiği, hamileyken nasıl davranacağı, sokakta çiklet çiğneyip çiğneyemeyeceği üzerinden gündelik yaşamı tasarlama girişimidir. Bu giderek arttı ve kadınlar da bu ülkeden ve insandan umut kesilemeyeceğine dair ders niteliğinde bir mücadele örneği gösterdiler. Yıllardır da sürüyor… İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, kadına yönelik şiddetin cezasızlık düzeyinde görmezden gelinmesi, erkek lehine işleyen bir kutsal aile söylemi… Bu şiddete toplumsal yaşamda alan açıcı etkileri oldu. Bu yanıyla bakarsak, sözünü ettiğimiz her bir adım, kadına yönelik şiddeti körükleme ve kadın hareketlerinin siyasal iradesini kırma adımlarıdır. Kadının, herhangi bir erkek kadar, arzulayan, kişiliği olan ve kendi için de bir varoluş geliştirecek biri olduğunun reddi, belli kimliklere yapıştırıldı; iffetli eşlik, adanmış annelik vesaire… Hepsi erkek dünyası için biçilmiş roller. Türkiye’de en yaygın konulan kız çocuğu adlarından birinin Zeynep olduğunu hatırlayalım, Arapça kökenli ve ‘babasının süsü-ziyneti’ anlamları da var.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiyede de yeni sağ, ırkçı-faşizan, yabancı düşmanı, kadın düşmanı, hayvan düşmanı hareket ve ideolojilerin, bunlarla birlikte de bir tür toplumsal sadizmin” yükseliş trendinde olduğunu görüyoruz. Bu yükselişin toplum içerisinde yarattığı etkileri gözlemleyebilecek durumda mıyız? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplum içinde yarattığı etkilerin başında acizlik, çaresizlik hisleri ve bunun diyalektik tamamlayıcısı olan mucize beklentisi geliyor. Herkes nasıl olursa olsun, yöntem önemli değil, paçayı kurtarmak, kefeni yırtmak istiyor. Buradaki anahtar belirleyici nasıl olursa olsun kabulünün bir hak haline gelmesi. Bu da toplumsal değerleri en çok aşındıran dinamiklerden biri. Öte yandan özellikle yetki sahibi olanlarda aklın en basit düşünme ilkelerini iptal eden bir aşınma var. Rize’deki ilçe belediye başkanı bu iptal için iyi bir örnek, İsrail’i desteklediği iddia edilen bir hazır-yiyim zincirinin açılışında kurdeleyi hiçbir beis görmeden kesiyor fakat orada hamburger yemediği için yine de İsrail karşıtı olduğunu söylüyor. Olayları olgusal düzeyde bütünlemekten çok parçalara bölerek fetişist bir ruhsallık taşıyorlar. Tüm öfkenin hedefi olabilecek ve bütünü temsil edecek bir şey veya birini bu fetişist ruhsallığın nesnesi haline getiriyorlar. Toplumsal sistem, gündelik yaşamda herkesi birleştiren bir duygu birliği yaratılabilmesi için, her şeyden önce, sözde bile olsa bir tutarlılık derdini taşıyabilmeli. Bu dert muktedirlerde olmayınca yönetilenlerde hiç olmaz. O zaman da toplum olma vasfını kaybeder bir toplum. Onu oluşturan kişiler, insanı doğadaki herhangi bir tür olmaktan kültürlenmiş bir türe dönüştüren en temel iki yasayı bile tanımaz hale gelirler. Cinselliği düzenleyen ensest yasası ve saldırganlığı düzenleyen ‘öldürmeyeceksin’ yasasını. Kadınlara, çocuklara yönelik cinsel, fiziksel saldırıların bunca dehşet boyutu kazanması ve aynı dönemde herkesin kendi hesabını yasalı bir toplumda yaşamıyormuşuz gibi kendinin halletmeye kalkışması hiç de rastlantısal değil.

Bir de “incel” kültüründen söz ediliyor? Bu kavramla anlatılmak istenen nasıl bir ruhsallıktır? Nasıl yayılıyor ve eyleme geçiyor sizce?

İncel ve benzeri kavramların, ruh sağlığında son çeyrek yüzyıldır karşılaştığımız betimleyici kavramların toplumbilim ve kültür incelemelerindeki muadilleri olduğunu düşünüyorum. Bunların en bildik olanları kuşaklara verilen ve temelde tüketim alışkanlıklarına göre betimlenen x, y, z… diye giden kavramlaştırmalar. Anglo-Sakson empirisizminin ve Amerikan kültüralizminin melezleştirilmesinden türüyorlar. “İncel” ile kavramsallaştırılan olgunun hakikatini Freud’un Totem ve Tabu’da uzun uzadıya anlattığı, daha sonra ikinci kuşak feministlerden, kendisi de psikanalist Julliet Mittchell’da özlü biçimde kavramsallaştırılmış olan ‘erkek kardeşliği ideali’nde buluyorum. İlkel kabile şefince sürüden kovulmuş olan genç erkeklerin oluşturduğu gruplar.

İstanbulda iki genç kadının vahşice katledilmesinden sonra kamuoyunda konuya farklı açılardan yaklaşanlar oldu. Bir tür kakafoninin oluştuğunu bile söyleyebiliriz; sosyal medyaya, uyuşturucuya, sapkın akımlar” gibi ne anlama geldiği belirsiz ithamlara, hatta satanizme işaret eden açıklamalar. Sorunun kaynağı gerçekten buralarda mı?

Bu açıklamaların her biri ülke olarak, toplum olarak aynaya bakmamak için ürettiğimiz gerekçeler. Türkiye, kendi gözlerini kapatınca görmek istemediği her şeyle birlikte görünmez de olduğunu düşünen çocuklara benziyor. Bu topluma yarım yüzyıldır güçlü lider ve onun keyfiliğinin herkesin hayrına olacağı, olduğu propagandası yapılıyor. Bu bir toplumsal kültür haline getirildi. Bu toplumsal siyasi kültür en küçükten en büyüğüne güç ilişkilerince bağlanmış üyelerden oluşan gruplarda yeniden, yeniden üretildi. Bu sağcılık çıkmazının şu partiye bu partiye özgü olmaktan çok hemen her gruba şöyle veya böyle bulaşan bir yanı olduğunu görüyoruz. Ana muhalefet partisi, ortaokul bahçesinden seslenir gibi, herkesten daha iyi laf sokmakla övünüyor. Bu günlere kindar nesil hedefinden, öfkeyi belagat sanatı olarak görmekten geldik. Öncelikle bunları inkar etmekten vazgeçmeli ve sorumlu olan herkesten bu yanlış-kültürün temel niteliği olan saldırgan güdüleri yüceltmekten vazgeçmelerini talep etmeliyiz. Hiçbir şey temel olarak dışarıdan gelmedi, içeride üretildi. Yeni kuşakların bu ülkede gelecek tahayyüllerinin olmaması, yaratıcılıklarının ketlenmesi, bir iradeleri olduğuna dair inançlarının kaybı ile onlara biçilen fetihçilik arasındaki büyük boşluk neyle dolacaktı ki! Bu iki kardeşimizin kendi yaşlarında bir erkekçe İstanbul’un surlarında katledilmesi bile semptom olarak tüm bunlara işaret etmiyor mu!

Peki bu tür söylemlerin devreye sokulmasının ve sorunun kaynağının gölgelenmesinin amacı ne olabilir? Bu işaretlemenin en olumsuz sonuçları nedir sizce?

Sistem kendi keyfilik alanını toplumun kılcal damarlarına yayılmış ve daha çok güçlü erkeklerin temsil ettiği mikro-iktidar odaklarıyla devamlı kılıyor. İki şekilde: Kadınlar gibi son çeyrek yüzyılda belirgin bir karşı-irade geliştirmiş grupların iradesini kırarak ve toplumda topyekûn olarak güvenlik ihtiyacını artırarak.

Birçok ruh sağlığı uzmanı gibi siz de bu tür konuların hızla psikolojikleştirilmesine, akıl hastalıklarına” bağlanmasına itiraz ettiniz. Bununla ne kast ediyorsunuz? Bu tür olayların psikolojik boyutlarını ele almanın uygun yolu nedir?

Toplum ruhsallığına odaklanmak en yararlı yol. Hem böylece kendimize bakma cesareti ediniriz, hem de özgürlük bir kendini bilme süreci olduğuna göre daha demokratik ve iyi duyguların bağladığı bir toplum olma yoluna katkı sunarız. Bu dehşetli olaylar bireysel, münferit vaka gibi değil aynı zamanda daha derin toplumsal dertlerin birer semptomu olarak ele alınmalıdır. Öyledir… Örneğin sol literatüre de bulaşan ‘baba karşıtlığı’ büyük bir körlük yaratıyor. Ruhsallık bilgisindeki ilkel kabile şefi ile baba birbirine karıştırılıyor. İlkel kabile şefinin bugün en iyi temsilcileri mafya babalarıdır ve Fransız psikanalist Racamier’nin yerinde uyarısıyla ruhsal gerçeklikte onlar bir baba olmaktan çok ne zaman süt verecek ne zaman açlıkla sınayacak, ne zaman ödüllendirecek ne zaman cezalandıracak belli olmayan şedit annelere benzerler. Oysa baba, yasanın garantörüdür, şunu der, ne ödülde ne cezada keyfilik yoktur, yasaya göredir. Yasa ölçüdür. Sizler uyacaksınız, çünkü ben de uyacağım, der baba. Yasanın ölçü getirememesi bir toplum için felakettir. Açık olan şudur, Türkiye babasız bir toplumdur ve belki de bu yeni bir şey de değil. Kemal Tahir’in Osmanlı’nın kuruluşunu yazdığı kitabın adını hatırlayalım, Devlet Ana. Dolayısıyla İlkel kabile şefi varsa, onun türlü biçimde kovduğu ve ‘genç erkek kardeşliği ideali’yle bağlanmış, sapkınlığın kıyısında yaşayan, şiddeti bile pornografikleştiren genç erkekler grubu da oralarda bir yerdedir.

Son olarak, tedavi” için neler yapmamız gerektiğini soralım. Belli ki ceza yasasındaki kimi düzenlemeler, hatta idam cezasının geri getirilmesi gibi adımlar bu tür sorunların çözümü olmuyor? O halde ne yapacağız? Toplumların asgari bir birlik, güvenlik ve huzur hissinin paylaşılabildiği bir yer olması nasıl mümkün olur?

Daha fazla ceza ile sorunun çözüleceğini düşünmek boş hayal. Başta söylediğimiz ve ruhsallığın kurucu yasalarından ikincisi olan ‘Öldürmeyeceksin’ yasağı kimin öldürebileceğini de yasalaştırır. Herkesin temel bir güvensizlik ortamında hissettiği bir toplumda bu hakkın tartışmasız biçimde devletin hakkı olarak düzenlenmesi, yani idam cezasının getirilmesi, bu koşullarda toplumdan onay da alabilir. Fakat sorunu çözemeyecek, hatta derinleştirecektir. Çünkü bu toplumsal-kültürel koşullarda iyice koyulaşmış öfkenin karşısında birlikte yaşamaya şükran duyma pratikleri geliştirilmediği müddetçe, bu kovulmuşluğu yaşayanlar toplumun bir üyesi olduklarını deneyimlemeyecektir. Cezanın şiddeti ne olursa olsun, onun bağlandığı yasanın dışında oldukları yanılsamasını taşıyacaklardır. Tekrar söyleyelim, erkek dünyasından ve baba-oğul ilişkisinden modellersek, sorun temel olarak çocukların yasaya uymaması değil, yasanın garantörü olması ve ona asgari saygıyı duyması umulan babanın yokluğudur.