Eyal Weizman, Londra Üniversitesi’nde Mekânsal ve Görsel Kültürler Profesörü ve Araştırma Mimarlığı Merkezi’nin kurucu direktörü. 2010 yılında Forensic Architecture (Adli Mimarlık) araştırma ajansını kurdu ve o zamandan beri bu kuruluşu yönetiyor.
Weizman aynı zamanda bir yazar. Türkçe’ye çevrilen kitapları arasında Thomas Keenan ile birlikte yazdığı “Mengele’nin Kafatası: Adli Estetiğin Ortaya Çıkışı,” “Oyuk Topraklar, İsrail’in İşgal Mimarısi”, “Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti, İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi” ve Ines Weizman ile birlikte yazdığı “Önce ve Sonra” yer alıyor.
Forensic Architecture FA Londra Üniversitesi Goldsmiths’de bulunan bir araştırma ajansı. FA mimarlar, yazılım geliştiricileri, film yapımcıları, araştırmacı gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları ve avukatlardan oluşuyor. FA, siyasi şiddet, insan hakları ihlalleri ve çevresel adalet grupları gibi toplulukların ve insan hakları kuruluşlarının talepleri üzerine gelişmiş mekânsal ve medya araştırmaları yürütüyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının etkilerini belgelemek merkezin çalışmaları arasında yer alıyor.[1] Ayrıca, merkez, İsrail uçakları tarafından Gazze’nin tarım arazilerine püskürtülen toksik kimyasalların etkilerini araştırıyor.[2]
Bunun ötesinde, FA, Suriye ve Lübnan’daki insan hakları ihlallerini ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Black Lives Matter protestocularına yönelik polis saldırılarını da belgelemişti.[3] Ayrıca, merkez, Diyarbakır Barosu’nun talebi üzerine Tahir Elçi’nin öldürülmesiyle ilgili ayrıntılı bir rapor hazırlamıştı.[4]
***
Sinem Yıldız: Konuya giriş yapmamızı sağlayacak bir soruyla başlayayaım. “Adli (Forensic)” kelimesi, hukuk ve yasallık ile bir bağlantı çağrıştırıyor. Siz bu kavramı ilk olarak “Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti, İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi” adlı kitabınızda ele almıştınız. Kitapta, kavramın “suçtan” doğduğunu belirtiyorsunuz. Bu kelimenin anlamı, insan hakları kavramıyla olan ilişkisi ve Forensic Architecture’ın kuruluşunda oynadığı rol hakkında bilgi verebilir misiniz lütfen?
Eyal Weizman: Bu soruyla beni meselenin tam kalbine getirdiniz. Adalet ve özgürlükle ilgilenen gruplar için, hukukla olan ilişki çok belirsiz, çünkü yasal çerçeveler bazı bağlamlarda faydalı olabilirken, bazılarında oldukça yıkıcı olabiliyor. Aslında pek çok işgal ve kontrol sistemi de yasalar çerçevesinde işliyor. Ben yolculuğa İsrailli bir aktivist olarak, Filistin’in kurtuluşu için bir aktivist olarak başlamıştım. Orada görüyorsunuz ki hukuk, tüm hukuk sistemi sömürge rejiminin bir parçası ve bu “yasal”. Bu, yasalarla işleyen bir tür sömürgecilik; askeri mahkemeler, Filistinlilerin yüzde 99’unun mahkûm edildiği davalar ve insanların topraklarını ellerinden almak için tasarlanmış toprak yasaları. Peki, bir aktivist için, sömürge karşıtı bir aktivist olup hukukla çalışmak ne anlama geliyor? Bu çok karmaşık bir soru ve bu nedenle forensic (adli) terimini nasıl kullandığımıza dikkat etmemiz gerekiyor.
Günümüzde, hukuk bilimi için “adli” terimi mahkemeyle ilgili olanı ifade eder. Ancak aslında, biz kelimenin Latince’deki orijinal anlamına geri dönmek istedik. Kelimenin orijinal anlamı, “forumla ilgili olan” demek ve forum, gerçekten ekonominin, ticaretin ve fikir alışverişinin gerçekleştiği kamusal alanı ifade ediyor. Bizim için delilleri politikleştirebilmek, delilleri kamusal hale getirmek anlamına geliyor ve bazen mahkemeler bu süreçte yararlı birer araç olabilir, ancak her zaman bu araca şüpheyle yaklaşılmalıdır. Mahkemeye girerken her zaman şüphe duymanız gerek. Gerçekten yardım mı ediyorsunuz, yoksa devlet kurumlarının ve süreçlerinin bir parçası mısınız? Bu nedenle, bizim için delilleri kamusal hale getirmek, bir araştırmayı alıp onu önce mahkemede, sonra medyada, belki de bir sergide sunmak anlamına geliyor; böylece halk, delillere özgürce ve açık bir şekilde ulaşabilir ve delillerden bir şeyler öğrenebilir. Bu her zaman iş birliği içinde bir araştırma süreci ve bu sürecin sonunda delil haline gelen şeyin nasıl oluştuğu görülebilir. Bununla birlikte, delili nerede kullanacağınızı belirlemek, çalıştığınız yere göre değişir. Avrupa’da farklı, Türkiye’de farklı, Filistin’de farklı olabilir. Çin’de ise bu mümkün değildir; yani insan hakları delillerinin hukuki süreçte kullanılması mümkün değildir.
Türkiye’de, Tahir Elçi davasının önemli olduğunu düşündük ve aslında Diyarbakır Barosu’nun talebiyle Tahir Elçi’nin öldürülmesi üzerinde çalışıyorduk. Tahir Elçi bir insan hakları avukatıydı ve baro, barış ve adalet meselelerinin hukuki yollarla ele alınabileceğine inanıyordu, bu inancı onurlandırmamız gerekiyordu. Ancak davanın sonucuna şaşırmadık. Bu zaten bekleniyordu, ama yine de davaya katıldığımız için pişman değiliz çünkü bir davanın gerçekleşmesi, insanların videoları izlemesi ve hala onun çalışmaları ve mirası hakkında konuşması çok önemliydi. Doğu Türkiye’deki Kürtçe konuşulan bölgelerde yapılan çalışmalar da çok önemli. Bazen mahkeme adalet için bir araçtır. Adaletin üretildiği yer değildir ama şeyleri kamusal alanda tutmanın bir aracıdır. Forensic bizim için delilleri kamusal hale getirmek demek. Önemli olan bu ve aynı delil mahkemede farklı, kamusal bir sergide farklı işler.
Aslında önceki cevaplarınızda buna değinmiş olabilirsiniz, ancak yine de sormak istiyorum: Forensic Architecture hangi teorik temellere dayanıyor? Araştırma metodolojileriniz hakkında derinleşmeden önce, bu metodolojileri yönlendiren teorik temelleri anlamak istiyoruz. Bu konuyu biraz detaylandırabilir misiniz?
Bu çok iyi bir soru, çünkü gerçekten harika bir konuya değiniyorsunuz. Ben sadece bir akademisyen değilim, ayrıca Forensic Architecture da, Goldsmiths Üniversitesi’ne bağlı. Goldsmiths, yakın zamana kadar hükümetten ve üniversitemizin yönetiminden ciddi kesintiler ve saldırılarla karşılaşmadan önce, eleştirel düşüncenin bir laboratuvarı gibiydi. Eleştirel ekolojiler, eleştirel hukuk çalışmaları, görsel kültür ve kültürel çalışmalarla ilgili birçok fikir burada kuluçkaya yattı ve bu, üniversitenin gurur duyduğu şeydi. Forensic Architecture da, eleştirel düşüncenin metinsellikten maddi dünyaya kaydığı bir anda ilginç bir şekilde ortaya çıktı. Bir yandan toprak, binalar, çevre, maddiyat, bitkiler ve ekolojiler üzerine bir anlayış gelişti, diğer yandan da eleştirel medya çalışmaları ortaya çıktı. Bugün neredeyse her şeyin medyaya aracılık ettiğini görüyoruz. Yani, artık dünyanın yüzeyine bakabilirsiniz ve tüm faaliyetlerin, çatışmaların ve seyahatlerin yüzeyde bıraktığı izleri okuyabilirsiniz. Bunlar, gerçekliğin bir tür indeksi gibi; olayların ve hareketlerin nasıl kaydedildiğini gösteriyor.
FA, Goldsmiths’te çok güçlü bir teorik tartışmanın yaşandığı bir zamanda ortaya çıktı. Metinsellik, maddiyata doğru kayıyordu. Dekonstrüksiyondan öğrenilen birçok şey, eleştirel medya çalışmalarına geçti. Metinler yerine piksellere, medya materyalitesine, teknik hatalara ve diğer tüm unsurlara yönelik detaylı okumalar yapılıyordu. Bu, burada çok belirgin olan başka bir teorik gelişmeyle birleştirildi; “post-eleştirel” adı verilen bir yaklaşım. Bu, dünyada sadece eleştirel bakış açıları sunmakla yetinmeyen, ancak eleştirel müdahaleler arayan, politik aktivistlerin başvurduğu bir yoldu. Eleştirel düşünceyi terk etmeden, onu yaşamanın, bedenin maddi boyutlarıyla birleştirmenin yollarını arıyorlardı.
Başka bir değişim ise, mimarlık ve şehirlerin ele alındığı bir dönemde oldu. Tasarım pratiğinden eleştirel pratiğe dönüşen bir mimarlık vardı. Mimarlık, politikayı ve kültürü aydınlatan bir araç haline geldi. Ben, Forensic Architecture’ın bu teorik nehirlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıktığını düşünüyorum. Biz, sanatçılar, eleştirel akademisyenler, mimarlar, avukatlar ve hukuk çalışmalarıyla ilgilenen kişilerden oluşan çok yönlü bir yapı olarak ortaya çıktık. Örneğin, ekibimizde Başak Ertür gibi yeni nesil eleştirel hukuk pratisyenlerinin en iyilerinden birisi var. Susan Schuppli ve Lawrence Abu Hamdan gibi dünya çapında tanınan sanatçılar da bizimle çalışıyor. Tabii ki mimarlar ve bilim insanları da var. Bu, büyük bir kesişim noktası, adeta harika bir bilardo masası gibi, toplar birbirine çarpıyor ve farklı yönlere gidiyor. Umuyorum ki bazen de doğru yöne gideceğiz.
İsrail’in Filistin’deki işgalini ve soykırımı belgeleme çalışmalarınıza devam etmek istiyorum. Bir yandan İsrail, karmaşık haritalarla tahliye yollarını belirleyerek insanların kafasını karıştırırken, aynı zamanda bu haritalar üzerinden soykırıma “bilimsel” bir zemin hazırladı. Diğer bir deyişle, mekânsal görselleştirme tekniklerini kullanarak “Biz size yolu gösterdik” diyorlar. Bu, sadece teknik bilgiye indirgene profesyonel bir alanın nasıl yanlış anlaşılabileceğinin bir örneği. Bir meslek, asla sadece bir meslek ya da tamamen teknik bir mesele değil. Bu bağlamda, bölgedeki durumu kısaca özetleyebilir ve mekânsal çalışmalarınızdan örnekler verebilir misiniz?
Öncelikle, bu sorunuz için gerçekten teşekkür etmek istiyorum çünkü bu konu, çağdaş anlamda soykırımın merkezinde yer alıyor. Bu soykırım, hukuki stratejilerin manipülasyonu yoluyla gerçekleştiriliyor. İsrail ordusu, belki de dünyadaki en fazla sayıda hukuki danışmana sahip askeri kuvvet. Her eylemi hukuki bir zemine oturtmanın yollarını arıyorlar. Soykırım gibi en ciddi suçlardan birini gerçekleştirmek için, bir dizi eylemi bir araya getirip bunları meşru hedefler olarak sunmanız gerek. Bir şehri yok etmek istediğinizde, her bombayı, avukatların “meşru hedef” olarak kabul edebileceği bir şeye yönlendirmeniz gerekiyor. Bu noktada, toprak altındaki tünellerin tehdit unsuru olarak görülmesi, İsrail’in yüzeydeki her şeyi hedef almasına olanak tanıyor. Hayat kurtardığını iddia eden şiddeti de içeren insani ilkelerin kötüye kullanılması, en ciddi eylemlerden biri haline geliyor.
Ayrı ayrı bakıldığında, İsrail ordusu bölgeden tahliye emirleri verdiğinde, “Burada savaş olacak, bu bölgeyi terk edin, böylelikle hayatınızı kurtarın” diyor, bu şekilde hayatınızı kurtaracağınızı iddia ediyor. Ancak bir yerin tahliye emri verildiğinde, geride kalan herkesin meşru bir hedef, yani terörist olduğunu iddia etmiş oluyorlar. Böylece insanları terörist olarak yaftalıyor ve meşru hedef olarak kabul ediyorlar.[5]
Önce insanları iki gruba ayırıyorlar: teröristler / meşru hedefler ve kurtarılabilecek insanlar. “Teröristlere” saldırılabiliyorlar, kurtarılabilecek kişileri ise tahliye ediliyor. Ancak tüm tahliye emirlerine tek tek değil, bir bütün olarak bakmamız ve insanların nereye itildiğini incelememiz gerekiyor. Bu hareketin bütünsel coğrafyasını analiz ettiğimizde, insanların tarım alanlarından ve güneydeki verimli topraklardan kumullara doğru itildiğini gösteren bir yön deseni olduğunu açıkça görebiliyoruz. Gazze’nin ortadan bir yol ile dörde bölündüğünü hayal edin, kuzey ve güney olarak ayrılıyor. Güneybatı köşesi en kurak bölge ve tüm Filistinliler buraya itiliyor. Bu durum, özellikle agrar yerleşimci sömürgeciliği olarak Siyonizmin temsil ettiği devam eden yerleşimci sömürgecilik ideolojisini yansıtıyor.
Bu süreç, verimli tarım arazilerinden çorak bölgelere doğru insanların sistematik olarak yer değiştirilmesine dayanıyor. Tıpkı Guatemala’da Maya halkının verimli vadilerden dağlara sürülmesi gibi, Gazze’de de Filistinliler, en verimli topraklardan uzaklaştırılıp çorak alanlara doğru sürülüyor. Dağlara sürülen insanlar için “Onlar dağda yaşamayı seviyor” deniyor, ancak gerçekte bu onların tercih ettiği bir durum değil, sadece verimli alanlardan sürüldükleri için oraya yerleşiyorlar. Aynı şey Filistinliler için de geçerli; en verimli topraklardan alınıp, daha az verimli bölgelere doğru zorla yerleştiriliyorlar.[6]
Bu açıdan, iklimin, toprağın ve çevre ile mimarlık arasındaki etkileşimlerin derin bir şekilde anlaşılması gerekiyor. Ardından, bu tahliye emirleri ile bu veriler haritalanıyor. Soykırım hakkında düşündüğümüzde, her bir eylemin ayrı ayrı değerlendirilmesinin anlamı yok; bu eylemler tek başına bir savaş suçu olabilir, olmayabilir. Ancak, sistematik ve geniş çapta bir nüfusa karşı yapılan saldırılar bir araya geldiğinde, bu insanlığa karşı bir suç haline geliyor. İsrailli politikacılar ve askeri liderlerin savaş öncesi yaptığı açıklamalara bakıldığında, bu sistematik imhanın niyetini görmek mümkün. Bu durumda, elimizde ciddi bir soykırım davası var. Bu, sadece bireysel eylemlerle ilgili değil; eylemler arasındaki ilişkilerle ilgili. Bir hastanenin yıkılmasıyla bir tarım alanının yıkılması, yardımın engellenmesiyle insanların çorak bölgelere sürülmesi arasındaki ilişkiler. İşte bu ilişkilerde, baskının nasıl işlendiğini görebiliyorsunuz. Tek tek olaylar değil, olayların toplamı ve aralarındaki ilişkiler, sömürgecilik ideolojisinin nasıl işlendiğini ortaya koyuyor. Bu noktada, Forensic Architecture olarak on yılı aşkın süredir bu konularda oldukça fazla deneyim kazandık.
Aslında buradan devam edecek olursak, son yıllarda mimarlık mesleği sanki toplumsal işlevinden uzaklaşmış gibi görünüyor. Kitabınız “Hollow Land”de de belirtiyor; İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmede mimarlığı nasıl bir araç olarak kullandığını anlatıyorsunuz. 1967’den itibaren Filistin topraklarının nasıl dönüştüğünü ve İsrail işgal güçlerinin mimariyi coğrafyayı ele geçirmek için nasıl kullandığını gözler önüne seriyorsunuz. Yani Forensic Architecture çerçevesinde yaptığınız çalışmalar tam tersine, mimarlığın toplumsal mücadele aracı olarak kullanılmasının en somut örneklerinden biri. Yani, baskının olduğu yerde, direnişin fırsatları da ortaya çıkıyor.[7]
2023’te Türkiye’deki yıkıcı depremlerden sonra benzer bir durumu deneyimledik. Bağımsız mimarlar ve şehir plancıları bir araya gelip geniş çaplı bir haritalama çalışması başlattılar ve yıkımın boyutu ve etkileri hakkında tüm bilgileri açık kaynak veri olarak paylaştılar. Bu, bilgiyi tekelinde tutan devlete karşı, yeniden inşa sürecinde halkın elini güçlendirecek olan kamuya açık bir bilgi niteliğindeydi. Bu bağlamda mimarlığın toplumsal eleştiri ve eylem aracı olarak nasıl etkili bir araç olabileceğine dair görüşlerinizi duymak istiyorum. Sizin perspektifiniz, bu tartışmaya çok değerli bir katkı sunacak.
Evet, Sinem. Acil durum zamanlarında, mimarlık konusunu düşündüğünüzde, insanların barınma ihtiyacını karşılamak gerektiği çok açık bir gerçek. Ben de farklı düşünmüyorum. Bazı anlarda insanları, aileleri korumak ve uygun bina yönetmeliklerinin uygulanmasını sağlamak zorunlu. Bu yönetmelikler uygulanmadığında, bu bir politik sorundur; yolsuzluk ya da ihmal sorunudur, ki bu da yine politik bir meseledir. Bir depremi ya da diğer doğal afetleri düşünürken daha derin bir bakış açısıyla, bunların her zaman çevresel ve kentsel bir sorun; çevresel ve insani bir sorun olduğunu unutmamak gerekir. Eğer belirli bir alanda insan yaşamıyorsa, bu bir deprem olabilir ya da bir sel olabilir; bu, doğanın kendisiyle konuşması gibidir. Riskli bir alanda nasıl yaşadığınız, o alanı nasıl inşa ettiğiniz, su döngülerini nasıl yönettiğiniz ve iklim kaosu ya da yıkım altındaki bir çevreye nasıl baktığınız, dünyayla birlikte yaşamanın temel sorularıdır; sadece onun üzerinde yaşamak değil, dünyayla bir partner olarak aynı alanı paylaşmak ve bu ilişkileri eleştirel bir şekilde anlamak önemli.
Acil ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, insanlar barındırıldıktan, uygun barınma koşulları ile bakım verildikten sonra, asıl mücadele başlamalıdır. Ben, depremden etkilenen bölgelerde yaşayan insanlara en iyi dileklerimi iletiyorum. Deprem sırasında ailelerinin başına ne geldiğini merak eden, endişe ve korku yaşayan birçok insan tanıyorum. Ancak, acil durum karşılandıktan sonra, bu durumu temel bir zorluk olarak kabul etmemiz gerekiyor. Bu, sadece tek bir binayı inşa etmekle çözülmeyen bir soru; bu, gezegenle nasıl birlikte yaşayacağımızı köklü bir şekilde yeniden düşünmemiz gereken bir soru.
Son olarak sormak istediğim bir soru var ki gerçekten önemli bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum. Konu “mimarlığın geleceği”. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde mimarlık eğitimi ve mekânsal planlama, Batı merkezli içeriğe odaklanılıyor. Batı’daki kapitalist ülkelerde mimarlık “havalı” olabilir; şık ofislerde tasarım yapılıyordur, şık kıyafetler giyiliyordur vs. ancak bu pratik, yalnızca yüzde birlik bir kesimin hayatını kolaylaştırıyor. Bir yandan sömürülen, baskıcı ve faşist ülkelerde mimarlık ve mekânsal planlama bir mücadele meselesine dönüşüyor.
Buna rağmen, az gelişmiş sömürge ülkelerinde, mimarlık eğitimi ve mimarlık mesleği, genellikle sadece tasarıma indirgeniyor; her şeyin ideal bir dünyada tasarım ilkeleriyle çözülebileceğine inanılıyor. Bu durum bir yandan işçi mimarların emek sömürüsünü de gizliyor. Bu perspektiften baktığımızda, mimarlığın işlevi ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mimarlık sadece bir uygulama değildir. Mimarlık bir mücadeledir, mücadelenin bir parçasıdır. Bir mücadele aracıdır. Bazen bir bakım aracı olabilir, bazen bir silah. Ancak son zamanlarda bu mücadele, amacını kaybetmiş durumda. Bugün bazı çağdaş mimarlık uygulamalarına baktığımda, mimarlığın diktatör rejimlerin kaprislerine tamamen teslim olduğunu görüyorum. Bir zamanlar 68 hareketinden doğan bu uygulama, şimdi diktatörlükler içinde servet biriktirenlere hizmet sağlayıcıya dönüştü. Genç mimarlık öğrencilerine şunu söylemek istiyorum: Mesleğinizi anlayın. Siz, bir mücadelenin parçasısınız – ister politik bir mücadele olsun, ister Filistin’deki özgürlük mücadelesi, ister adalet mücadelesi ya da otoriterizme karşı bir mücadele. Bununla özdeşleşebilirsiniz. Mimari tercihlerinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Mekânı tasarlama şekliniz, ister peyzaj düzeyinde, ister bir bina ya da oda düzeyinde olsun, bu amacı göz önünde bulundurarak yapılmalıdır. Her eyleminizi bu amaca hizmet edecek şekilde gerçekleştirin.
Son bir soru; toplumdan nasıl geri bildirim aldığınızı sormak istiyorum. Mimarlık topluluğundan, akademik çevrelerden ve öğrencilerden nasıl geri bildirimler alıyorsunuz?
Mimarlık topluluğunun içinde çok niş bir yerdeyiz. Bunun büyük bir etkisi olup olmadığını bilmiyorum çünkü mimarlık sektörü devasa boyutlarda; yüz milyarlarca dolarlık bir endüstri. Bizim yaptığımız, ana akım mimarlığa karşı çok küçük bir karşı-pratik. Ancak, mimarlık eğitiminde etkili olduğumuzu görüyorum. Mimarlık öğrencilerinin bizimle çalışmak istediğini görüyorum ve iş ilanı verdiğimizde ya da okullara gittiğimde bizimle çalışmak isteyen birçok insanı görmek beni mutlu ediyor. Gelecekte bir değişim aramak istiyorsanız, öğrencilere bakmanız gerekiyor. Öğrencilerin birçok yerde yaptığı şey bana ilham veriyor ve bunu daha da desteklemek istiyorum. Türkiye’deki mimarlık okullarında da bunun daha önemli olduğunu düşünüyorum. Aralık ayında İstanbul’da bir konferansım olacak, siz de gelin!
Harika! Mr. Weizman, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? Zamanı gözetmeye çalışıyorum ama aklınızda Türkiye ya da mimarlık pratiği hakkında söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Hayır, hayır. Bu devam eden bir konuşma. Hemen kapatmamıza gerek yok; konuşmaya devam edebiliriz. Belki son bir şey söylemek isterim. Bu biraz daha kişisel olacak. Türkiye’den, bizimle çok yakın çalışan bir arkadaşımızı kaybettik. İsmi Alican Aktürk’tü ve ölümünün koşullarını hâlâ anlamaya çalışıyoruz. Alican, birlikte çalıştığım en cesur ve en yetenekli insanlardan biriydi. Buradaki ekip, onun kaybının yasını tutuyor ve onu tanıyan, seven herkese en sıcak taziyelerini iletiyor.
[1] https://forensic-architecture.org/investigation/white-phosphorus-in-urban-environments https://content.forensic-architecture.org/wp-content/original/2018/09/PATTRN-visual2-2.jpg [2] https://forensic-architecture.org/investigation/herbicidal-warfare-in-gaza [3] https://forensic-architecture.org/investigation/police-brutality-at-the-black-lives-matter-protests [4] https://forensic-architecture.org/investigation/the-killing-of-tahir-elci [5] https://gaza.forensic-architecture.org/displacement [6] https://forensic-architecture.org/investigation/herbicidal-warfare-in-gaza [7] https://conquer-and-divide.btselem.org/map-en.htm