Editör Notu: Metin Çulhaoğlu’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden iki yıl geçti. Sadece büyük emekler verdiği ve kurucusu olduğu Türkiye İşçi Partisi ve yoldaşları değil, sosyalist düşünce dünyamız da son iki yılda Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunu derinden hissetti. Marksist-Leninist kurama hakimiyet, tarihsel ve güncel süreçleri izleyip çözümlemekte gösterdiği aydın ustalığı, en zor zamanlarda umut ve heyecan üretmeyi beceren duru akıl, yürüyüşünü asla duraksatmayan militan irade, kendi ifadeleriyle “iddialı ama mütevazı” devrimcilik; Metin Çulhaoğlu’nda cisimleşen tüm bu özellikler şimdi onun yazıları, eserleri, düşünceleri ile bize yol göstermeye devam ediyor. Ayrım olarak, aramızdan ayrılışının ikinci yılında Metin Çulhaoğlu’nu her biri son derece önemli yazılarından hazırladığımız ve bir hafta boyunca yayınlayacağımız bir seçki ile anıyoruz. Biliyoruz ki, Metin Çulhaoğlu’nun mirası, en başta da onun zengin ve yol gösteren düşüncesi okurları, yoldaşları, yol arkadaşları tarafından yaşatılacak.
***
Başlarken hemen belirtelim: Bu yazı Türkiye’de sosyalist bir devrimin imkanları, koşulları ve yollarıyla ilgili değildir. Konu, yaklaşık 40 yıldır kenarda köşede kalan, bu anlamda “marjinal” sayılan ve bir türlü silkinip toparlanamayan sosyalizmin Türkiye’de bir eşiği aşmasının imkanlarıdır.
“Eşik” nedir?
O halde, “eşikten” ve bu eşiğin “aşılmasından” söz ederken neyi kastediyoruz?
İşi oy hesabına dökersek %3 civarı bir seçim oyu diyebiliriz. Bu, kuşkusuz genel geçer bir kriter değildir; 1961-71 döneminde Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) genel seçimlerde ulaştığı bir orandan hareketle söylenmektedir. Seçime giren sosyalist partiler bazında bakıldığında sosyalist hareket bu “ağırlığa” daha sonra hiç ulaşamamıştır. Buna karşılık, sosyalizmin seçimlerde bir varlık gösteremediği 1975-80 döneminde sosyalist hareketin bir önceki dönemde ulaştığı eşiğin gerisine düştüğünü de söyleyemeyiz.
O zaman oy oranı kriterini bir kenara bırakarak başka bir “eşik” tanımı yapmaya çalışalım: Sosyalizmin, yatay eksende toplumun farklı kesimleri tarafından ilgi görüp tartışılması, sosyalizm adına yola çıkan örgütlenmelerin belirli bir niceliğe hitap etmeye başlaması, egemen sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin kendi planlarında bir parametre olarak sosyalizmi de hesaba katmaları, bir eşiğin aşıldığının göstergeleri sayılabilir.
Az önce “yatay eksen” demiştik. Buradan hareketle konuyu biraz daha açabiliriz.
İşçi, öğrenci, aydın, akademisyen çevreler; genel olarak emeğiyle geçinenler; toplumun ezilen ve dışlanan kesimleri; kadınlar, ekolojik duyarlılıkları öne çıkanlar, Türkiye örneğinde Kürt yurtseverler ve emekçiler kendi gündemlerini sosyalizm seçeneğine atıflarla tanımlamaya ve oluşturmaya başladıklarında eşiğe gelinmiş demektir. Hemen eklemek gerekirse, sermaye sınıfının ve düzenin temsilcilerinin de kendi söylemlerini “sosyalizmin imkansızlığı” ve “bu topraklara yabancılığı” üzerinden kurmaya başlamaları, eşiğe gelindiğinin/eşiğin aşıldığının bir başka göstergesi sayılmalıdır.
Devam etmeden önce kısa bir parantez açalım.
Teorik açıdan bakıldığında, “eşik” olarak tanımladığımız durum ile sosyalizmin iktidarı gündemine aldığı, bunu zorladığı durum arasında mutlaka uzun bir zaman süresi olması gerektiği söylenemez. Şöyle de söyleyebiliriz: Eşiği aşan sosyalizmin daha sonraki büyümesi, gelişmesi ve güçlenmesi, eşik öncesi dönemden çok farklı dinamiklere dayanacaktır; bir ihtimal “geometrik artışı” da beraberinde getirecek dinamikler…
Ne “Miskin” Ne De “Çılgın” Türkler
“Türkiye” ve “sosyalizm” sözcükleri bir araya getirildiğinde yapılan değerlendirmeler ve beklentiler yaşanılan dönemlere göre zıt uçlara gidebilmiştir.
Sağın bu konuya ilişkin değerlendirmelerini bir kenara bırakacak olursak, solun kendisi zaman zaman bu ülkenin toprağından sosyalizm fışkırdığını ya da Türkiye’nin “asırlık bir çınar gibi” sosyalizme doğru eğildiğini söyleyebildiği gibi, insanımızla, kültürümüzle, ülkenin yapısıyla, vb. sosyalizmin tasavvuru bile güç bir hedef olduğunu düşünenler de çıkmıştır.
Biz konunun bu zeminde tartışılmasında bir yarar görmediğimiz gibi doğru da bulmuyoruz. Bir ülkenin sosyalizme “yatkınlığının”, o ülkenin insanlarının yapısıyla, kültürüyle, alışkanlıklarıyla, vb. ölçülmesi, bunu yapanların ülkeyi belki “tanıdıklarının”, ama sosyalizmi pek bilmediklerinin göstergesi sayılmalıdır.
Bir ülkedeki sermaye birikim süreçleri, ülkenin emperyalist sistemle bütünleşme biçimi, sınıf mücadeleleri ve ekonomik-siyasal krizler, temel-maddi dinamikler sayılmalıdır ve sonuçta bu dinamikler, ülkenin “geleneksel” pek çok özelliğini yeniden şekillendiren (ya da geçmişe gömen) etkiler yaratır. Sonuçta, başka her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sosyalizm bu dinamiklerle şekillenen ortamların hakkını verebilen öznelerin eseri olacaktır.
Yoksa ne sosyalizm “şu miskin Türkler” nedeniyle hayal olarak kalacak ne de sosyalizmi “şu çılgın Türkler” getirecektir…
Öncelik Tercihleri
“Devrimden”, “devrimci durumdan” değil bir eşik atlama evresinden söz ettiğimizi bir kez daha hatırlatıp devam edelim.
Sosyalistler, ülkenin durumuna ilişkin değerlendirmeleriyle, gündemdeki konulara yaklaşımlarıyla ve sorunlara yönelik çözüm önerileriyle kuşkusuz başka siyasal yapılanmalardan ayrı bir konumda yer alırlar. Ne var ki, siyasetin aktif öznelerinden biri olmak isteyen, bunun için de bir eşiğin aşılmasını gerekli gören sosyalizm, ülkeyi en fazla neler meşgul ediyorsa, insanlar en fazla hangi konularda duyarlılık taşıyorsa bunlara bakmak, giderek birtakım öncelikler belirlemek zorundadır.
Bu açıdan bakıldığında yüklenilmesi gereken pek çok alandan söz etmek mümkün olsa bile bize göre bugünün Türkiye’sinde iki başlık özellikle ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki ülke ekonomisinin durumuyla yakından bağlantılı olan işsizlik, yoksulluk ve yoksullaşma, ikincisi de dinci gericilik karşısında başta laiklik olmak üzere çeşitli alanlarda verilecek mücadeledir.
Öncelik tanıdığımız bu iki başlığın “geçici” özellikler taşıdığı şeklinde bir itiraz gelebilir. Bu itirazın geçerlilik taşımadığını düşünüyoruz. Birincisi, Türkiye’de kapitalizmin krizi artık kalıcı, süreğen özellikler taşımaktadır ve “nispi ferahlama” denilen uğrakların özellikle işsizlik ve yoksulluk/yoksullaşma sorunlarında bir hafifleme sağlaması mümkün görünmemektedir. İkincisi, kim ne derse desin, Cumhuriyet’in getirdiği laiklik orasından burasından kemirilmektedir ve (yarın AKP gitse, bugünkü rejim bitse bile) laiklik karşıtı, dinci ve şeriatçı akım Türkiye’de kazandığı mevzileri koruyacaktır.
“Kazanılan mevziler” derken yalnızca ülkenin siyasal kompozisyonunu kastetmiyoruz; bu mevziler artık hukuk sistemindedir, asker-sivil bürokrasidedir, eğitim hayatındadır, gündelik yaşamdadır, insan ilişkilerindedir…
Özetle, ülkedeki ekonomik durumun ortaya çıkardığı olgularla dinci gericiliğin kazandığı mevzileri eşik atlama uğraşındaki sosyalizmin (sosyalist hareketin) yüklenmesi gereken öncelikli alanlar saydığımızı söylemiş oluyoruz.
Özellikle olmasa bile bu alanlara da yüklenen, sosyalizm dışı başka öznelerin de olduğunu biliyoruz. Sosyalizmin kendini bu öznelerden sahip olduğu konumdan hareketle “ayrıştırması” gerekir ve bizce her ikisinde ayrı ayrı dikkat edilmesi gereken birtakım noktalardan söz edebiliriz.
“Somut” Talep/Çözüm Üretimi
Ekonomik eşitsizlikler, işsizlik, yoksulluk ve yoksullaşma gibi başlıklarda sosyalizm bizce “bu sorunların nasıl çözüleceğine” ilişkin önerilerle donanmış propaganda çalışmalarıyla yetinmeyip, öfkeli kesimleri düzene hınç duymaya yöneltecek ajitasyon çalışmalarına da geniş bir yer vermelidir.
Bu söylenen sosyalizmin ülkenin gündemindeki ekonomik sorunlar karşısında somut talepler geliştirmemesi anlamına gelmemektedir. İşsizlikten yoksullaşmaya, cinsiyet eşitsizliğinden güvencesizleşmeye kadar birçok alanda giderek büyüyen mağduriyetler ve çatışmalar gözlenmektedir ve sosyalizm de tüm bu alanlarda ayırt edici ve örgütleyici/harekete geçirici talepler geliştirip bunları kitleselleştirmeye gayret etmelidir. Ancak, tüm bu talep/çözümlerin sosyalizm öncesinde tümüyle yaşama geçebileceği yanılgısından olduğu kadar, sosyalizmin toplum düzeninin bu taleplerin birbirine eklenmesiyle biçimleneceği yanlışından da uzak durulmalıdır.
Uzak durulması gereken bir yanlış daha bulunmaktadır.
Bir ülkede sosyalizmin hangi ekonomik sorun varsa her birine en “akılcı” çözümü önererek güçlenebileceği, ihtiyatla yaklaşılması gereken bir görüştür. Sosyalizm iktidarın eşiğine gelmişken geçerlilik taşıyabilecek bu görüşe fazlaca bel bağlanması, henüz iktidara uzak olan sosyalizmi teknisizme sürükleme riskini de beraberinde getirir. Dahası, siyasal partilerin, her zaman en doğrusunu seçebilecek “bilge” bir halkın karşısına projelerle çıkıp kendi aralarında yarışmaları, doğrudan doğruya burjuva siyaset anlayışının kabul ettirmek istediği (ve kabul ettirdiği) bir modeldir.
Sosyalizmin siyaset ve mücadele kavrayışı, arz-talep ilkesine değil örgütlenme ve hareketlenme ilkesine dayanmalıdır.
Dinci gericilik ve laiklik konusu ise sosyalizm açısından yukarıdaki ilkine göre faklı yanlar ve özellikler taşır.
Bu konuda sosyalizmin karşı çıkma/direnme, kısa vadede somut önerilerde bulunma olanakları ekonomiyle ilgili sorunlara göre çok daha fazladır. Ayrıca belirtmek gerekirse, düzen içi partilerin istisnasız hepsi bu konuda doğrudan ve net bir karşı çıkışı göze alamayacak, uzlaşmalar, ortalamalar peşinde koşacaktır. Sosyalizmin bu konudaki açık ve net tutumundan kastettiğimiz hiç kuşkusuz “ateizm propagandası” değildir, “sosyalist laiklik” diye yeni bir şey icat etmek de değildir; dünyadaki tarihsel süreçler sonucunda laiklik yerleşik olarak nasıl tanımlanıyorsa ne eksik ne fazla onu istemektir.
Bugün Türkiye’de laiklik söz konusu olduğunda bilinen laiklik neyse onu istemek, yepyeni ve “ileri” laiklik yorumları üzerinde durmaktan çok daha gerçekçi hale gelmiştir.
Ya Anti-Emperyalizm?
Ekonomik sorunlar ve dinci gericiliğe karşı mücadele dediğimizde “üçüncü bir ayak” olarak anti-emperyalizmi düşünenler herhalde olacaktır.
Ancak, emperyalizme karşı mücadele dendiğinde, 1950’lerden başlayarak özellikle 1960’larda etkili olan bir “hattın” bugün aynen izlenmesi pek mümkün görünmemektedir. Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte başlayan dönemde emperyalist sistemin iç yapılanması, bu yapılanmadaki çatlaklar ve egemen sınıfların/siyasetin çatlaklara “oynama” stratejisi, anti-emperyalist mücadeledeki kimi parametreleri değiştirmiştir. Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin günümüzdeki eklemlenmesi, sadece “sistem dışına çıkılmasını” öngören yönelimleri geçmişten farklı olarak sağa, sağın milliyetçi ve şoven tonlarına itmektedir.
Yukarıda söylenen, kuşkusuz, sosyalizmin anti-emperyalizm gündemini askıya alması ya da boşlaması gerektiği anlamına gelmemektedir. Vurgulanan nokta, bugün tek başına anti-emperyalizm ayağına basan bir sol yükseliş imkanlarının daralmış olmasıdır. Başka bir deyişle bugün Türkiye sosyalizmi açısından anti-emperyalizm, özel müdahaleler, projeler, görevlendirmeler, vb. dışında solu kendi başına ötelere taşıyacak bir motif olma özelliğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Bir Kanal Olarak Seçimler
Konumuz “sosyalizmin bir eşiği aşması” ise, bu konuda seçimlere özel bir yer ayrılması zorunludur.
Bugün sosyalistler dahil siyaset yapan istisnasız tüm öznelerin yan çizemeyecekleri, görmezden gelemeyecekleri bir gerçek vardır: Bu ülkede yaşayan insanlar, (önüne hangi eki koyarsanız koyun) demokrasinin başka pek çok özelliğine ve gerekliliklerine fazla alışamamış olsa bile seçim mekanizmasını benimsemiş, seçimlere her zaman önem vermiş, zaman zaman da etkili biçimde kullanmıştır.
Örnekleri sıralayacak olursak, 1950 seçimleri 27 yıllık bir iktidar biçimine son vermiştir; 1974 ve 1977 seçimleri Türkiye’de ilk kez “merkez sağ” dışı bir partiyi birinci parti yapmıştır; 2002 seçimleri, önceki koalisyon partilerine “ders vermiştir” ve bunlar kadar çarpıcı olmasa bile 2015 Haziran seçimleri 13 yıldır iktidarda olan AKP’yi sarsmış, yeni arayışlara yöneltmiştir.
Sonuçta sosyalistler olarak bizler seçimler hakkında ne söylersek söyleyelim bu kurumun ya da mekanizmanın halkın gözünde bir değeri, bir işlevselliği vardır. Bugün işlevlerinden ne kadar yoksun bırakılmış olursa olsun aynı değer seçimler sonucunda oluşan meclise de verilmektedir.
Ulaştığımız sonuç da şu oluyor: Türkiye’de sosyalizmin seçim performansı, seçimleri önceleyen bir güçlenme ve yaygınlaşma döneminin doğal sonucu olarak görülmekle kalmamalı, aynı zamanda güçlenmenin ve yaygınlaşmanın araçlarından, öncüllerinden biri sayılmalıdır. Başka bir deyişle güçlenme ile seçim performansı bir kronolojiye yerleştirilmemeli, karşılıklı ve eşzamanlı bir ilişki içinde düşünülmelidir.
Geçerken hatırlatalım: Bir 15-16 Haziran (1970), bir Gezi Direnişi (2013) hiç kuşkusuz her seçimden daha değerlidir; ama bunlar her zaman olmazken seçimler en azından (şimdilik) 4-5 yılda bir mutlaka yapılmaktadır.
Sosyalizm ve Kürt Özgürlük Hareketi
Türkiye sosyalist hareketinin Kürt özgürlük hareketi ile ilişkileri, bir devrimin öncesinde, sosyalizmin eşik atlaması açısından önem taşır mı?
Çok önceleri dile getirdiğimiz bir görüşü burada bir kez daha tekrarlayalım: İki taraf arasındaki ilişkilerde 1960’lara dönülmesi artık mümkün değildir. Yani, Kürt özgürlük hareketinin Türkiye sosyalist hareketinin bir parçası, bir bileşeni olarak onunla birlikte devinebileceği dönem geride kalmıştır.
Ayrıntıları ve kimi farklı yönelimleri, bu arada konunun ulusal yanını bir kenara bırakırsak bugün Kürt özgürlük hareketini tanımlayan siyaset anlayışına “radikal demokrasi” demek mümkün görünmektedir. “Radikal demokrasi” kavramı günümüzde birbirinin aynısı sayılamayacak iki eğilime işaret etmektedir. Bunlardan birincisi, geleneksel parlamenter demokrasinin, yani burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlayan, yerleşik demokrasi kurumlarının dışında örgütlenmelere, “taban dinamiklerine” ve katılıma önem veren eğilimdir. İkincisinde ise “radikal demokrasi” burjuva demokrasisinin yanı sıra sosyalizme ve onun demokrasisine de bir alternatif olarak gösterilmektedir.
Sosyalist hareket açısından önem taşıyan nokta ise her iki anlayışın kapitalizmin kendisini ne kadar zorladığı, kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkilerini ne kadar sorguladığıdır. Sosyalist hareketin kendi sosyalizm anlayışını ve hedefini radikal demokrasiye terk etmesi de Kürt özgürlük hareketini bu ülkede sosyalizmin (de) tek taşıyıcı olarak görmesi de kuşkusuz mümkün değildir. Ancak ne olursa olsun, “sosyalizmin alternatifi” ya da “tek gerçekleşme biçimi” sayılmamak koşuluyla burjuva demokrasisinin sınırlarının “radikal demokrasi” adına zorlanması, günümüz Türkiye koşullarında sosyalizme “karşıtlık” şöyle dursun yabancı da sayılmamalıdır.
Sonuçta, Türkiye sosyalist hareketi açısından “tahterevalli” mantığı CHP söz konusu olduğunda ne kadar geçersizse Kürt özgürlük hareketi için de o kadar geçersizdir. Bir taraftaki sosyalizmin “yükselebilmesi” için diğer tarafta ne CHP’nin ne de Kürt özgürlük hareketinin “aşağı inmesi” gerekmektedir.
Göreli bakıldığında, Türkiye’de Kürtlerin işçi-emekçi sınıf içindeki ağırlığı, tüm ülke nüfusu içindeki Kürt ağırlığından daha fazla görünmektedir. Dolayısıyla bu sınıfa yönelen sosyalist hareketin önemli bir Kürt niceliğiyle karşılaşması kaçınılmazdır. “İnsan kapma” yarışı ilkeldir ve hiç gerek yoktur. Sonuçta iki taraf da sözünü söyleyecek, Kürt emekçiler de kendi tercihlerini yapacaktır.
“Eskiler” ve “Yeniler”
Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü durumu değerlendirilirken geçmişe, özellikle 1961-71 dönemine çok sık atıf yapılmasının sakıncaları vardır ve zorunlu olmadıkça bu tür atıflardan kaçınılması gerekir.
Ancak, sakıncalarını da dikkate alarak, bir karşılaştırmaya gitmeden ve önemli saydığımız bir farka işaret etmeden geçemeyeceğiz.
1961-71 döneminde sosyalizm adına uğraş veren, insan örgütlemeye çalışan, başkalarına yol gösteren “kadrolarla” onların hitap ettiği kesimler arasındaki açı çok büyük değildi. Burada, önceki dönemlerden gelen, “kurucu” kimlikteki sosyalistlerden değil, kendileri de 1961-71 döneminde sosyalizmi seçen orta sınıf aydınlardan ve sivrilmiş işçi önderlerinden söz ediyoruz. İşte o dönemde bu “kadrolarla” hitap ettikleri görece geniş kesimler arasında bilgi ve deneyim açısından ciddi bir fark bulunmuyordu.
Bugün böyle değildir.
Bugün, en uzunu yaklaşık 50, en kısası ise 10 yıllık bilgi ve deney birikimine sahip “kadrolarla”, sosyalizme yeni yeni ilgi duymaya başlayan, üstelik hepsi de genç sayılamayacak insanlar arasında önemli bir açı vardır.
Bir sorun oluşturabilir mi?
“Kadroların”, zamanında öğrendiklerini ve yaşadıkları deneyimleri tarihin süzgecinden geçmiş mutlak doğrular olarak dayatmaları halinde “sorun” olacaktır. Daha eskilerin bildikleri ve yaşadıkları ne varsa hepsini unutmaları önerilemeyeceğine göre çözümü başka yerde aramak gerekecektir. Bu çözüm arayışında kilit yaklaşım bizce “nerede kalmıştık?” değil “nereden, nasıl başlamak gerekir?” sorusu olmalıdır. Marksizm’in ilkeleri, Leninizm, Ekim Devrimi, faşizm, faşizme karşı mücadele/cephe ve benzeri “tarihsel” başlıklar, günümüz koşullarında ve yeni insan kaynaklarının soruları karşısında raftan indirilip “hatırlatılmamalı”, o soruları soranlarla birlikte yeniden ve yeniden üretilmelidir.
18 Yıllık Bir İktidarın Getirdikleri ve Sosyalizm
Sık referansın tehlikelerine işaret etmiştik; ama bir kez daha 1961-71, daha doğrusu 1961’den 1980’e uzanan dönemden söz edeceğiz.
Bu dönemde sosyalizm, dünyada esen rüzgarlarla birlikte düzenin kendisinin geldiği noktada kabul etmek zorunda kaldıklarının üzerinden yürümüştü. Devlet, “sosyal devletti”; “sosyal adalet” sağlanmalıydı; ülkenin kalkınma gibi bir sorunu vardı ve bunun için planlama gerekiyordu; eğitim, başlı başına bir kamusal yükümlülüktü; işçiler sendikal hak ve özgürlüklerden yararlanmalıydı; sağlık hizmetleri “sosyalleştirilmişti” ve temel sağlık hizmetleri en ücra yerlerdeki yurttaşlara bile ücretsiz ulaştırılmalıydı; sosyal güvenlikti, sosyal korumaydı, vb.
Sosyalizm o dönemde buralardan yürümüş, hepsine rağmen nelerin eksik ve yetersiz kaldığını vurgulamıştı.
Bugün, bunların hemen hemen hepsinin “yitirildiği” bir dönemden geçiyoruz. Bir kayıp, bir gerileme olduğu kesindir; ama aynı zamanda sosyalizm açısından yeni fırsatların ortaya çıktığına da işaret etmez mi?
Bizce kritik nokta, özellikle Türkiye gibi bir ülkede kapitalizmin bunları geri getiremeyeceğinin görülmesidir. Tekrar ediyoruz: Türkiye kapitalizminin geldiği bu noktadan sonra kendini yeniden “sosyal devlete” uyarlaması, sermaye birikim süreçlerini “sosyal ödünleri” sineye çekerek devam ettirmesi mümkün değildir. O halde eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten istihdama kadar hemen hemen her alanda “kapitalizm sonrasının” ya da kapitalizm dışı arayışların gündeme gelmesi için ortada çok ciddi bir potansiyel vardır.
Dahası, böyle bir potansiyelin “sosyal demokrasiyle” şu ya da bu “restorasyonla” eritilmesi de mümkün değildir. Bunu görenler arasında, sosyalizme uzun süre mesafeli duranlar da yer alacak, bu bağlamda “reformist” sayılan siyasal oluşumlar içinde ciddi çatlaklar ortaya çıkabilecektir.
Sosyalizmin “eşik atlaması” için ciddi bir imkan değil midir?
Şu “Birlik” Konusu
Buraya kadar hep genele işaret ettik, “sosyalizm”, “sosyalist hareket” dedik; oysa bugün Türkiye’de her biri sosyalist kimlik taşıyan, sosyalizmi hedefleyen ve bunun mücadelesini veren çok sayıda örgüt, parti, yapılanma olduğunu biliyoruz.
Ne bu yazı ne de başka herhangi bir platform, bu öznelerin değerlendirilip eleştirilecekleri yerler olamaz; yalnızca şunu söylemekle yetiniyoruz: Türkiye’de sosyalizmin bugünkü konumunu aşıp eşik atlaması, sosyalist öznelerin hepsinin ya da birbirine görece yakın duranların birleşip tek bir çatı altında buluşmasına bağlı değildir. Yarın belki bunun gerekeceği uğraklar gelebilir; ama bugün böyle bir uğrakta değiliz.
Sosyalist öznelerin somut gündemlerde ortak iş yapmaları, güç birliğine gitmeleri, kendileri dışında başka öznelerin de yer alacakları “cephelerin” kurulması ise ayrı bir konudur; ancak “eşik atlamanın” buna bile bağlanabileceğini sanmıyoruz.
Sonuçta, mücadele sürecinde daha öne çıkanlar, daha fazla ses getirenler, daha geniş kesimlerle buluşanlar olabilir; ancak görünür gelecekte bu eşik sosyalist öznelerin etkinliklerinin bir bileşkesiyle aşılacak gibi görünmektedir. Konuya böyle bakılması en doğrusu olacaktır. Ayrıca, gelişen koşullar ve durumlar dayatmadığı, zorunlu kılmadığı sürece bir ya da birkaç öznenin inisiyatifiyle başlatılacak “birlik” girişimlerinin, bu girişimler iyi niyet temelinde olsa bile beklenen etkiyi yaratması bugün için çok düşük bir olasılıktır.
Daha “ötesini” de söyleyebiliriz: Bugün var olan sosyalist öznelerin kendi çabalarıyla çevrelerindeki insanları harekete geçirmeleri, örgütlemeleri ve belki de daha önemlisi kimi daha “büyük” partileri AKP rejimine karşı belirli bir mücadele çizgisinde tutacak şekilde etkilemeleri, hep birlikte aynı çatı altında buluşma girişimlerinden daha yararlı olacaktır.
En azından bugün için böyledir.
Örgütlenme ve Örgütler
Sosyalist hareket açısından bakıldığında, günümüzde örgütlenme ve örgütlülük spektrumunun geçmişe göre çok daha genişlediğini görüyoruz.
Burada, sosyalistlerin kendi örgütlenmelerinin dışındaki örgütlenme ve örgütlülük alanlarından söz ediyoruz. Böyle denildiğinde, işçilerin ve kamu emekçilerinin sendikaları ve konfederasyonları; mimarların, mühendislerin ve sağlıkçıların örgütleri akla gelecektir. Evet, bunlar 1960’lardan bu yana vardır; ancak günümüz dünyası ve ortamları bu sayılanlar kadar “formel” özellikler taşımayan başka örgütleri ve örgütlülük biçimlerini de gündeme getirmektedir.
Kastettiğimiz, özel kimi duyarlılıklardan hareketle, gönüllülük temelinde ve çoğu durumda özel alanlarda ve yerel ölçeklerde ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Önemli olan nokta, bu örgütlenmelerin hemen hemen hepsinde duyarlılık konusu olan “sorunun”, kapitalizmle ve onun Türkiye’deki “hali” ile çoğu durumda doğrudan ilişkili olmasıdır.
Vurgulamak istediğimiz, sözünü ettiğimiz bu “yeni” örgütlülüklerin Türkiye’de çeşitli toplumsal kesimlere mensup insanların politikleşmesi açısından ciddi bir mecra oluşturduklarıdır. Burada, doğrudan doğruya “sosyalist siyasal örgütlere” yönelmeyebilecek bir hareketlilikten söz ediyoruz.
Açık konuşmak gerekirse bu tür örgütlülüklerin sosyalizm için bir “iletim kayışı” olma potansiyeli, bu terimin ilk özgün kullanımının işaret ettiği sendikalara göre hiç de az değildir. Güçlenmek, bir eşiği aşmak isteyen sosyalizm bir de bu tür örgütler gözünde kendini, yeterliliğini ve yetkinliğini göstermek durumundadır.
Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de sosyalizm, önündeki eşiği, kendine kazandığı ve örgütlediği insanların sayısını artırmak kadar, geleneksel olanları ve yeni oluşanları birlikte, kendi dışındaki örgütlenmeleri etkileyerek ve “öncülüğünü” müktesep bir hak olarak dayatmak yerine bunun pratikteki karşılığını ortaya koyarak aşabilecektir.
Komünist Sayı: 14, 2021