Sınıf ve Siyaset: Kuramsal Bir Giriş Denemesi

Metin Çulhaoğlu20 Ağustos 2024
Editör Notu: Metin Çulhaoğlu’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden iki yıl geçti. 
Sadece büyük emekler verdiği ve kurucusu olduğu Türkiye İşçi Partisi ve yoldaşları değil, sosyalist düşünce dünyamız da son iki yılda Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunu derinden hissetti.

Marksist-Leninist kurama hakimiyet, tarihsel ve güncel süreçleri izleyip çözümlemekte gösterdiği aydın ustalığı, en zor zamanlarda umut ve heyecan üretmeyi beceren duru akıl, yürüyüşünü asla duraksatmayan militan irade, kendi ifadeleriyle “iddialı ama mütevazı” devrimcilik; Metin Çulhaoğlu’nda cisimleşen tüm bu özellikler şimdi onun yazıları, eserleri, düşünceleri ile bize yol göstermeye devam ediyor.
Ayrım olarak, aramızdan ayrılışının ikinci yılında Metin Çulhaoğlu’nu her biri son derece önemli yazılarından hazırladığımız ve bir hafta boyunca yayınlayacağımız bir seçki ile anıyoruz.

Biliyoruz ki, Metin Çulhaoğlu’nun mirası, en başta da onun zengin ve yol gösteren düşüncesi okurları, yoldaşları, yol arkadaşları tarafından yaşatılacak.

***

Sınıf ile siyaset arasındaki bağlantı, sosyalist kuramın ve pratiğin can alıcı konularından birini oluşturur. Konu, hiç kuşkusuz genel bir kapsama sahiptir. Başka deyişle, sınıf/siyaset bağlantısı denildiğinde bundan anlaşılması gereken, iki temel toplumsal sınıf olarak hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının siyasetle ilişkilenmesidir. Burjuvazi/siyaset ilişkisi ile işçi sınıfı/siyaset ilişkisi arasında önemli bazı farklılaşmalar vardır. Ancak, bunların her ikisi de aynı genel kuramsal çerçeveye oturur ve bu çerçeve içerisinde çözümlenebilir.

Yazının amacı, böyle bir kuramsal çerçeveyi geliştirmeye çalışmak. Burada hemen belirtmek gerekiyor: Tasarlanan kuramsal çerçevenin kapsamlılığına karşın, yazı, işçi sınıfı/siyaset ilişkisinin resmedilmesiyle sınırlı kalacak. Başka deyişle, burjuvazi/siyaset ilişkisinin genel kuramsal çerçeve içindeki ayrıksı yanları burada ele alınmayacak. Ancak gene de dikkatli bir okurun, bu kuramsal çerçeveden hareketle burjuvazi/siyaset ilişkisinin ayrıksı yanlarına ilişkin kimi çıkarsamalar yapması mümkündür.

İşe temel önermelerle başlamak gerekiyor. Bu temel önermelerden birincisi, siyasetin, ister bir “kerte” isterse “yansıma” olarak üstyapıya sınırlanmasının reddine dayanıyor. Dikkat edilmesi gerekir: Burada, yapı/üstyapı modeli bütünüyle bir yana bırakılmıyor. İdeolojinin, kültürün, felsefenin ve sanatın kendi belirlenimleri içinde oluşturdukları bir üstyapı alanının var olduğu yadsınmıyor. Yalnızca şu söyleniyor: Siyaset ya da siyasallık, ayrı bir alana tıkıştırılamayacak kadar “yapı”ya yakın duran, giderek yapının o haliyle yapı olarak kalmasında başat rol oynayan etkinliktir. Daha açık söylemek gerekirse, ideolojinin, felsefenin ve kültürün, yapının yapı olarak kalmasına ilişkin işlevleri ancak dolaylı olabilirken, siyasetinki doğrudandır.

Kapitalizmde Siyasallık

Olabildiği kadarıyla bir siyaset tanımıyla ilerlemek işleri kolaylaştırabilir.

Tanım şöyle:

Siyaset, verili toplumsal ilişkilerin yeniden üretimine ya da dönüştürülmesine yönelik etkinliklerle, sermaye birikim süreçlerine ve fiili emek sürecinin örgütlenmesine ilişkin etkinliklerin eklemlenmesinden oluşur.[1] Bu tanımın açıklık gerektirdiğini biliyorum. Onun için adım adım yol almak en doğrusu olacak.

Kapitalizm, belirli toplumsal ilişkilere dayanır. Bu toplumsal ilişkiler, üretim sürecinde özel biçimde konumlanmış iki temel sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın varlığından kaynaklanır. Burjuvazinin çıkarı, verili toplumsal ilişkilerin sürmesinde, yani yeniden üretilmesindedir. Buna karşılık proletaryanın nesnel çıkarı, aynı ilişkilerin dönüştürülmesini, yani değiştirilmesini gerektirir. Eğer böyleyse, işe bir eşitsizlikle başlandığı düşünülebilir. Verili toplumsal ilişkilerin sürmesinden yana olan burjuvazinin bu doğrultuda girdiği etkinlik doğrudan doğruya siyaset olacaktır. Gündelik ve somut da olsa, burjuvazinin “bilinci”, sınıf konumunun doğrudan uzantısıdır. Burada bir sorun yok. Peki, nesnel çıkarının bilincine varamamış olmak, proletaryayı siyasetten alıkoyacak bir eksiklik midir?

Verili bir anda, burjuvazinin siyasal etkinliği ile işçi sınıfının siyasal etkinliği arasında, ilkinin çıkarına önemli eşitsizlikler olduğu bir gerçektir. Ancak bu eşitsizlikler, işçi sınıfının etkinliğinin siyaset kategorisi dışına düşmesine yol açamaz. Çünkü, sınıf mücadelesi, işçi sınıfının bilinçlilik durumlarını önceleyen bir gerçekliktir ve bu gerçekliğin bizatihi kendisi siyasaldır. Daha koyulaştırarak söylemek gerekirse: Sınıf mücadelesi, siyasallığa “dönüştürülecek”, “taşınacak” ya da “aktarılacak” bir süreç değil, siyasallığın ta kendisidir. Bu nedenle siyaset, “yapı” ile içselleşmiş bir süreçtir.

Gözetilmesi gereken farklılık, siyasallığın örgütlenme ve dışavurum biçimlerine ilişkindir. Sözgelimi, her tür sendikanın, işçi sınıfının her tür siyasal örgütünün yasaklandığı bir kapitalist ülke olabilir. Böyle bir durum, bu ülkede sınıf mücadelesinin olmadığını mı gösterir? Örneğin Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte sınıf mücadelesi kesintiye mi uğradı? Uğramadıysa, bunu sağlayan Türk-İş’in varlığı mıydı? Bu sorulara kimse “evet” yanıtını veremez. O halde, sonuç şudur: Sınıf mücadelesi, taraflardan birinin çaresiz ve edilgen durumda kaldığı, kendini ancak çeşitli refleksler ve uyarlamalarla var edebildiği durumları da kapsayan bir süreklilik taşır. Burada siyasallık ve siyaset vardır. Ancak, taraflardan biri bu siyasallığı örgütlü biçimde ve karşıt uçta hiçbir ağırlık tanımadan gerçekleyebilirken, diğeri bu konumda değildir. Hepsi bu kadar.

O halde, bir ön gerçeklik olarak sınıf mücadelesi, siyasallığı kendiliğinden getiren olgudur. Bu “asgari” siyasallığın daha ileri düzeylere taşınması ise başka parametrelere bağlıdır. Bunun dışında, sınıf mücadelesi olarak siyasallığın, özgül birikim modellerine ve emek süreci örgütlenmelerine ilişkin uygulamalarla bütünleşmesi, siyasetin kaynağını ya da ana alanını oluşturur. Bundan sonrası, sendikalarla, devletle, siyasal iktidarla ve siyasal partilerle ilgilidir.

Şimdi genel bir tabloya girişilebilir.

Önce, genel siyaset alanı denilebilecek bir alan tanımı öneriyorum. Bu geniş alan, iki bölmeden oluşuyor. Bir yanda siyasetin kaynağı diyebileceğimiz, asal dinamikleri barındıran bölme var. Buna, örgütlü siyaset alanı olarak tanımlanabilecek diğer bölme eşlik ediyor. Sütten çok dil yandığı için üfleyerek vurgulamak yerinde olabilir: İkisi arasında hiçbir kalın çizgi yok; birini ötekine “dönüştürmek”, “arındırmak” ya da “taşımak” için çaba sarf etmek gerekmiyor. İsteyen kertelerle ya da “katarsis”le uğraşabilir; ben karışmıyorum.

Devam ediyorum. Genel siyaset alanının kaynağında, verili toplumsal ilişkilerin belirlediği sınıf mücadelesi ile birlikte, genel üretim politikaları (sermaye birikim süreçleri ya da modelleri) ve emek sürecinin örgütlenmesine ilişkin politikalar yer alıyor. Eğer ille “altyapı” denecekse, işte altyapı bu. Gelelim diğer bölmeye, yani örgütlü siyaset alanına. Burada devlet var, siyasal iktidar var, siyasal partiler var. Unutmamak gerekiyor: Kapitalizmin ilk dönemlerinde hiç duraksamadan birinci bölmeye katılabilecek olan sendikaları, bugün iki bölme arasında bir yere yerleştirmek gerekiyor. Bu, ortalama bir söylemdir; çünkü, kimi ülkelerde sendikaları birinci bölmeden büsbütün dışarıya taşıyıp, siyasal partilerin, siyasal iktidarın ve/ya da devletin yanı başına koymak hiçbir sakınca yaratmayacaktır.

Şimdi, genel siyaset alanı içindeki etkileşimlere geçebiliriz.

Etkileşimde, biri etkileme diğeri ise yeniden üretme/dönüştürme olarak iki kavramdan yola çıkılabilir. Görülmesi gereken nokta şudur: Siyasetin kaynağı olarak sınıf mücadelesi, örgütlü siyaset alanının dolayımı olmaksızın, toplumsal ilişkileri dönüştüremez; buna karşılık, örgütlü siyaset alanının kurumları da, sınıf mücadelesine dayanmaksızın aynı ilişkileri köklü bir dönüşüme tabi tutamaz. Ancak, hem sınıf mücadelesi hem de örgütlü siyaset alanının kurumları, birbirleri ile dolayımlanmaksızın da örneğin genel üretim politikalarını ve emek sürecine ilişkin politikaları etkileyebilirler. Son olarak, burjuvazinin, gene örgütlü siyaset alanının dolayımı olmaksızın verili toplumsal ilişkileri yeniden üretmesi mümkün değildir. Bu durumda, siyasetin kaynağı sınıf mücadelesi olsa bile, bu mücadele, örgütlü siyaset alanındaki kurumların dolayımı olmaksızın kendi başına yeniden üretemiyor ve dönüştüremiyor. Yalnızca, etkileyebiliyor.

Bütün bunların anlamı açıktır. Burjuvazinin verili toplumsal ilişkileri yeniden üretmesi açısından devlet, siyasal iktidar ve siyasal örgütlenmeler ne kadar vazgeçilmezse, bunlar, proletaryanın verili toplumsal ilişkileri dönüştürmesi açısından da aynı ölçüde vazgeçilmezdir. Daha da açık olması için ekliyorum: Devlet denildiğinde proletarya diktatörlüğü, siyasal iktidar denildiğinde toplumsal devrimi önceleyen bir siyasal devrim, siyasal örgütlenme dendiğinde de işçi sınıfının öncü partisi olmadan, “bu işler” olmaz. “Bunca deneyden sonra hiç mi akıllanmadın?” diye soranlar çıkarsa, onları kırmamak için şunu söyleyebilirim: Proletarya diktatörlüğü, siyasal iktidar ve öncü parti, sınıf mücadelesinden ve sınıftan koparsa da olmaz. Olmuyor.

Kuramsal Olanın İmkanları ve Sınırları

Sınıf/siyaset ilişkileri, Marksist kuramı öteden beri meşgul etmiştir. Ne tür bir olgu ne tür bir somutluk gündemde olursa olsun, çözümleme için mutlaka bir kuramsal çerçeve gerekir. Bir ön kuramsal çerçeve olmaksızın, somut durumun somut çözümlemesi yapılamaz. Ancak, ortadaki olgunun ya da konunun içeriği, gerekli kuramsal çerçevenin sınırlarını belirleyebilir. Öyle olgular, konular vardır ki, kuramsal çerçeve bardağın üçte ikisini doldurur. Yapılacak iş, soyuttan somuta inen çözümlemelerle geri kalan üçte birlik bölümü doldurmaktır. Ancak, başka olgular, başka konular da vardır. Burada kuramsal çerçevenin en “baba”sı bile bardağın en çok üçte birini doldurabilecektir. Gerisini tarihle, gözlemle, deneyimlerden çıkan sonuçlarla, ampirik araştırmalarla ve bunların hepsinden yararlanan özel çözümlemelerle doldurmak gerekir.[2]

Sınıf/siyaset ilişkilerine yönelik herhangi bir genel kuramsal çerçevenin, bardağı az doldurması kaçınılmazdır. Çünkü, sınıfın üretim süreci içindeki maddi konumundan sınıfın siyasal yönelimlerine geçişte, bir başka deyişle, tanım gereği bir toplumsal özne olan işçi sınıfının sözcüğün gerçek anlamıyla siyasal özne konumuna gelmesinde, tarihsel birikimden kültüre, sınıfın kendi deneyimlerinden ideolojik süreçlere kadar uzanan son derece çeşitli ve o kadar da özgül etmenler belirleyicidir. O halde, genel olarak makul de bulunsa, bu yazının ortaya koymaya çalışacağı genel kuramsal çerçeve, o ünlü bardağımızın en çok dörtte birini doldurabilecektir.

Sorun, çok özet olarak şöyle: Tarihin her döneminde ve her ülkede, işçi sınıfının üretim süreci içindeki maddi konumlanışı ve bu konumlanışın sonucu olan nesnel çıkarlarla, aynı sınıfın verili siyasal yönelimleri arasında bir açı var olmuştur. Aynı şey şöyle de dile getirilebilir: Eğer sınıf mücadelesi bir ön veri ise, işçi sınıfı gene bir ön veri olarak toplumsal özne konumundadır; ancak, bu konum sınıfı doğrudan doğruya bir siyasal özne yapmamaktadır. Bir kez daha burada da, toplumsal öznelik ile siyasal öznelik arasında bir açı bulunmaktadır. Bir çelişki mi var? Daha önce, sınıf mücadelesinin bizatihi kendisinin bir siyasallık olduğu söylenmişti. Peki, işçi sınıfı sınıf mücadelesinin bir öznesi olduğuna göre ve sınıf mücadelesi de siyasallık olduğuna göre, işçi sınıfı salt bu nedenle aynı zamanda siyasal özne değil midir? Genel siyaset alanına ilişkin bölümlemelerin, bu soruya yanıt oluşturacağını sanıyorum: Siyasetin kaynağında tanımı ve konumu gereği toplumsal özne olan işçi sınıfı, bu özneliğin kaçınılmaz sonucu olan siyasallaşmaları örgütlü siyaset alanında yeniden üretip bütünleştiremediği sürece gerçek bir siyasal özne olamamaktadır. Başka bir deyişle, örgütlü siyaset alanı dolayımı gerçekleşmediği sürece, işçi sınıfının sınıf mücadelesi düzlemindeki siyasallığı, gizil bir siyasallık olarak kalmaktadır.

İdeoloji: Marx ve Lenin

Çevresinde döndüğümüz sorunu, toplumsal olanın, ideolojik ve örgütsel süreçlerde yeniden üretilerek eksiksiz siyasal ifadesine kavuşturulması biçiminde tanımlayabiliriz. İşçi sınıfının üretim süreci içindeki maddi konumlanışı ile verili andaki siyasal yönelimleri arasındaki açıyı yaratan, ya da aynı anlama gelmek üzere, toplumsal olan ile siyasal olanı ayrı gördürten, ideolojik süreçlerdir. Cüretkâr da sayılsa vurguluyorum: İşçi sınıfının, örgütlü siyaset alanında boy göstermesini engelleyen en önemli etmen, işçi sınıfının karşıt ideolojik yapıların ve süreçlerin hegemonyası altında olmasıdır.

Kanımca, Lenin’in ideoloji kavramına Marx’tan daha farklı bir içerik atfetmesinin nedeni de bunu görmüş olmasıdır. Kapitalizmin gelişmesi, gerçeği örten o “mistik tül”leri kendiliğinden çekip almamış, tersine kat kat yorgana sarmıştır. Daha önemlisi, gerçeği sarmalayan tortular, öyle soyulacak, delinecek, üfleyerek temizlenebilecek durumu aşmıştır. Yapılabilecek olan, bu pis yumağın karşısına bir başka yumakla dikilmektir. Bu nedenle, ideolojik mücadele karşıt ideolojiyi deşifre etmekle yetinemez; onun karşısına üretilmiş bir başka ideoloji ile çıkmak zorundadır. Bunun anlamı ise açıktır: Sosyalist mücadele, sınıfı gerçeğe elbette daha da yabancılaştırmayan, ama gerçeği, yalın haliyle değil ideoloji alanında yeniden kurgulanmış olarak sunacak bir üretimi gerçekleştirmek zorundadır.

Yapılacak işin “tarafları” da bellidir: İşçi sınıfı, sosyalistler ve işçi sınıfının öncü örgütü. Son ikisi, bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Sosyalist kadrolar ne üretirlerse üretsinler, sınıfın bu üretim karşısındaki alıcılığı kendi konumunca belirlenecektir. O halde, yeniden sınıfa dönmek gerekiyor.

Sınıf ve Bilinçlilik Durumları

Kendinde sınıf, kendisi için sınıf; ekonomik bilinç, siyasal bilinç, Bu kavramları kullanmayan sosyalist yoktur. Dahası, birçok sosyalist, arada bir eşleşme ya da karşılık düşme olduğunu da düşünmüştür. Örneğin kendinde sınıfa ekonomik bilinci, kendisi için sınıfa da siyasal bilinci yakıştırmıştır.

Böyle bir yaklaşıma karşı çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Kendinde sınıf/kendisi için sınıf kavramlarının anlamlı olduğu söylenebilir. Çünkü, iç çeşitlilikleriyle birlikte ve onlara rağmen sınıfın bütününün hangi konumda olduğunu bu iki kavramla belirleyebiliriz. Buna karşılık, ekonomik bilinç/siyasal bilinç kavramları birçok açıdan yetersizdir. Bir kere, bu ikilinin sınıfın bütününe uygulanması hemen hemen olanaksızdır; sınıfın bireylerine, en çoğu da belirli bir işyerinde çalışanlara uygulanabilir. İkincisi, ekonomik bilinç/siyasal bilinç ikilisi, özel bilinç geçişlerini, uğraklarını ve dönüşümlerini yeterince dikkate alamayacak ölçüde geniş bir kategorizasyondur. Sınıf üyelerinin belirli bir andaki bilinç düzeylerinin, ekonomik bilince de siyasal bilince de tam karşılık düşmeyen özel çeşitlilikler barındırması kaçınılmazdır. Bu ikiliyle sınırlı kalındığında, örneğin ekonomik bilinç düzeyine oturtulan bir işçi için “adama ayıp mı ettik acaba?” diye üzülmek, siyasal bilinç atfedileni için ise “abarttık mı yoksa?” diye endişelenmek mümkündür.

Son olarak, sosyalist çevrelerde ekonomik bilinç kavramının gereğinden çok küçümsendiği, siyasal bilinç kavramının ise gene gereğinden çok büyütüldüğü görülmektedir. Kitle hareketleri, grevler, direnişler ve özel siyasal konjonktürler, sınıfın bireylerini çok kısa sürede siyasallaştırabilir; siyasal bilinç uğrağına taşıyabilir. Buna karşılık, siyasal bilinç kavramını çok fazla büyütmemek, hele hele bunu devrimci sınıf bilinciyle özdeşleştirmemek gerekir. Özetle, eğer sınıf üyelerinin bilinç düzeylerine ilişkin ikili bir kategorizasyonu ille de kullanmak gerekiyorsa, sendikal-siyasal bilinç/devrimci sınıf bilinci ikilisinin daha gerçekçi olacağını düşünüyorum. Bunlardan sendikal-siyasal bilinç alanı, farklı bilinçlilik durumlarını barındırma anlamında çok daha geniştir. Dar anlamda ekonomik bilinçten sınıf bilincine, “uyuşmazlık” ya da “çatışma bilinci”nden[3] siyasal bilincin gündelik formlarına kadar değişik birçok bilinçlilik durumu sendikal-siyasal bilinç alanına girer. Burada, özellikle evre ya da aşama değil de durum diyorum. Çünkü, bu alandaki bilinçlilik durumlarının saflığı ve kalıcılığı olamaz; her biri aynı alandaki başka bilinç durumlarına geçiş nüvesi taşır. Doğrusal bir gelişme söz konusu değildir. Her biri, ileriye ve geriye doğru birbirine dönüşebilir. Buna karşılık devrimci sınıf bilinci, doğrusal bir gelişmenin nihai noktası değil, bir sıçrama, bir kopuştur. Diğer bilinçlilik durumlarına hiç dönüşmeyecek tek bilinçlilik durumu budur.

Türkiye solunun “siyasal bilinç” kavramına abartılı yaklaşımının birinci nedeni, siyasal bilincin devrimci sınıf bilinciyle özdeşleştirilmesidir. Böyle bir özdeşleştirmenin, 20. yüzyıl başları Avrupa sınıf hareketi için bir ölçüde geçerli olduğu söylenebilir. Ama günümüz için yanıltıcıdır. 20. yüzyıl başlarında, sendikal bilinci ya da dar sınıf bilincini aşan işçiyi, doğrudan doğruya devrimci sınıf bilinci bekliyordu. Bugün ise, sendikal bilinç ya da dar sınıf bilinci ile devrimci sınıf bilinci arasına alabildiğine geniş bir sendikal-siyasal bilinçlilik durumları alanı girmiştir. Bu nedenle, “kendiliğindenlik konumu aslında (işçi sınıfının) sosyalist siyasal bilincin egemenliği altında olmadığı her durumu kapsayan genel bir kategori olacaktır”[4] görüşü aşırı kategorik, bu nedenle de yanlış bir görüştür. Buna karşılık “(…) kendiliğinden hareket, bilinç ve örgütlenmeyi tümüyle dışlayan, onların tümüyle bulunmadığı bir hareket değildir” görüşü çok daha sağlıklıdır.[5]

Siyasal bilincin yüceltilmesinin ikinci nedeni ise, sınıfın siyasallaşmasının, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak devrimci-sosyalist yönelimlerle sonuçlanacağı biçimindeki yanlış düşüncedir. Önemle vurgulamak gerekir: Eğer siyasallaşma devletin, siyasal iktidarın, siyasal partilerin ve giderek sendikaların yer aldığı örgütlü siyaset alanında ciddi bir basınç oluşturma ya da örgütlenme ise, bunun mutlaka devrimci yönelimlere kapı açması zorunlu değildir. Tersine, sınıfın ve sendikaların siyasallaşmaları, militan sınıf sendikacılığından kopuşu, korporatizmi, uzlaşmacılığı ve reformizmi de beraberinde getirebilmektedir.[6] Siyasallaşma, örgütlü siyaset alanındaki girişimler aracılığıyla, siyasetin kaynağındaki birikim süreçlerini etkileme çabalarına sınırlanabilmektedir. Bu söylenen, bir eleştiri, bir karalama değildir. Militanlığı öngören ücret sendikacılığının gerilemesi, devlet ve siyasal iktidar karşısında uzlaşmacılığı öngören bir sendikacılık anlayışını öne çıkarmaktadır. Bu, düpedüz siyasallaşmadır; yapılan iş, bal gibi siyasettir; ve Allah için, sendika yönetimleri kendi üyelerini bu anlamda gerçekten siyasallaştırmaktadır.

Yukarıda değinilenler ışığında bakılırsa, Gramsci’nin siyasal düzeyin önemini vurgulaması, siyasal düzeyi sınıf çıkarının aşılması ve yapı’dan karmaşık üstyapılar alanına geçiş olarak değerlendirmesi; Avrupa komünizminin Gramsci’ye balıklama atladıktan sonra, “sınıf çıkarını aşan” işçi sınıfını ve özellikle de dertlerine çare arayan sendikaları yeni toplumsal hareketlerle everme çabaları; post-Marksizmin “radikal demokrasi” için sınıf temelini önce olanaksız sonra gereksiz görüp “siyasal kerte”de gerçekleşecek özne buluşmalarına bel bağlaması, hep birbirleriyle ilintili yönelimlerdir.

Bir ekleme daha yapmak gerekiyor: 1960’lı yılların MDD/Sosyalist Devrim tartışmalarında, anti-kapitalizm, sosyalist devrim görüşünü savunan kesimin başlıca ideolojik silahı durumundaydı. O zamanlar, anti-kapitalizm doğrudan doğruya sosyalizm anlamına geliyordu. Bugün ise çok dikkatli olmak gerekiyor. Türkiye’deki bazı sosyalistler ne kadar bilerek, ne kadar bilmeyerek yapıyorlar, bilemiyorum. Ancak, günümüzün ideolojik koşullarında, sosyalizme işaret etmeyen ya da sosyalizmle birlikte tanımlanmayan anti-kapitalizm vurgularının, işçi sınıfının “evrensel sınıf” oluşunu, yani kendi gerçek kurtuluşunu ancak her tür sınıf hâkimiyetine son vererek gerçekleştirebilecek tek sınıf olma özelliğini reddeden bir perspektifin uzantıları olabileceği de dikkate alınmalı. “Her tür sınıf egemenliğinin sona ermesi” ise, ne “radikal demokrasi”ye, ne de anti-kapitalizme gönderilebilecek bir durumdur. Bu, düpedüz sosyalizmdir. Bu noktayı geçerken, “yapılmak istenen”e ilişkin ciddi bir eleştiriye kulak vermek yerinde olacaktır: “Tarihin kavranabilir bir bütünselliği olmadığında, ‘şimdi’nin anlamı, geçmişinden kurtulmuş bir güncelliğe dönüşür. Bu güncel durumun politikası ise, sınıflar gibi tarihsel dönemler ve üretim ilişkileri itibarıyla tanımlanan öznelere göre değil, güncel durumun kaosuna tekabül eden ‘kalabalıklara’ göre belirlenir. Giderek, hedeflerin sınıfsal içerikleri boşaltılır; ‘radikallik’ kısa dönemli ve pragmatik ölçülere göre saptanmaya başlanır. Bütün sistemlere, tarihsel yasalara duyulan kuşku, böylece bilinemezciliğe dönüşür; tarihte rastlantıların rolüne giderek daha çok yer verilir.”[7]

Gerilimlerin Kaçınılmazlığı

Bütün bunlara karşın, sağlıklı bir Marksist çizgide durmak isteyenlerin işlerinin kolay olduğunu hiç sanmamak gerekir. Sınıf/siyaset ilişkileri, sosyalistlerin önüne inanılmaz tuzaklar, sentezi güç gerilimler dikecek bir konudur. Bunalınan her durumda, kayıtsız şartsız sınıfa iltica etmek de, Lenincilik oynamak da mümkündür. Sınıf eksenini ya da temelini haklı olarak vurgulayanların, sosyalist mücadelenin, sınıftan bağımsız hiçbir özel mesaisi olamayacağı gibi bir uca gitmeleri olasılık dâhilindedir. Gene sınıf eksenini vurgulayanların, bu kez “dışarıdan bilinç”i reddeden bir Lenin yadsımacılığına kapılanmaları da olasıdır. Sınıfı her zamankinden daha fazla vurgulamak, öne çıkarmak gerekiyor, doğru. Ama, Leninizmin kimi doğrularını, gene her zamankinden daha fazla sahiplenmek de gerekiyor. Hepsini başarabilmek, o kadar kolay iş değildir.

Biraz başa dönecek olursak, sınıfın üretim sürecindeki maddi konumlanışı ile verili andaki siyasal yönelimleri arasında açı olduğundan söz etmiştik. Sınıfın üretim süreci içindeki maddi konumlanışının, kendi başına ve dolayımsız biçimde, kapsamlı politika geliştirilmesine olanak tanıması mümkün değildir. Sınıf politikası, sınıf kapasitesinin ürünüdür. Nesnel sınıf çıkarı üretim ilişkileri düzeyinde, sınıf kapasitesi ise toplumsal formasyon düzeyinde ortaya çıkar.[8] Başka deyişle, sınıf, siyasetin temeli olsa bile, siyasetin tek başına buradan türetilmesi düşünülemez. Buna karşılık, sınıfın verili andaki siyasal yönelimlerinin tek başına esas alınması da adıyla sanıyla kuyrukçuluktur.

Açık konuşmak gerekirse, hiçbir siyasal mücadele, kapitalizmin temel çelişkisinin birebir izdüşümü olamaz. Toplumsal formasyonun bütününde yeniden üretilecek siyaset, dolaylı gündemleri, diğer toplum kesimlerini ve güncellikleri hesaba katmanın yanı sıra, temel çelişkiye ek rasyonellikler, gerekçeler, kucaklayıcı söylemler içermek zorundadır. İşçi sınıfının nesnel çıkarını içinde barındıran, ama eğer deyim yerindeyse onu özel ve güncel duyarlılıklar için “giydiren” ya da “süsleyen”, ideolojidir.

İdeoloji deyince, devreye sosyalistlerin girmesi kaçınılmazdır. Daha açık bir deyişle, işçi sınıfına dışarıdan aktarılacak şey, “bilinç” olmaktan çok ideolojidir. İdeoloji, kendi gerçekliğine yabancılaşmış sınıfı bu gerçekliğe dolambaçlı yollardan da olsa taşıyacak bir vasıtadır. İşçi sınıfı, kendi gerçekliğini, sahiplendiği ideoloji aracılığıyla ve onun içinden yakalayacaktır.

Türkiye’de, 89 bahar eylemleri, 91 Zonguldak direnişi ve kamu çalışanlarının yakınlardaki eylemleri hep siyasal eylemlerdir. 89 bahar eylemleriyle başlayalım; Özuğurlu’nun saptaması yerindedir: İşçi sınıfı bunun bilincinde olmasa bile, 89 eylemleri doğrudan doğruya belirli bir kapitalist birikim sürecini hedef alıyordu. Böylece, gene Özuğurlu’ya göre, mücadele eden işçilerin öznel bilinç düzeyleri ile yürüttükleri mücadelenin nesnel kapsamı arasında bir örtüşmezlik ortaya çıkıyordu. Buna katılıyorum. 89 bahar eylemleri, işçilerin bilinç düzeyinden bağımsız olarak, düpedüz siyasal eylemlerdi. Ancak, Özuğurlu, bu örtüşmezliğin “dışarıdan bilinç taşınarak” değil, “işçi sınıfının kendi mücadelesinin gelişimi ile” giderilebileceğini düşünüyor.[9] Mücadelenin, daha doğrusu sınıf mücadelesinin bilinci öncelediği doğrudur. Ne var ki bir ideolojik dolayım olmadan da, sınıfın kendi mücadelesinin bu örtüşmezliği giderebileceğini düşünmüyorum. Söylemeye çalıştığım, bir iki örnekle açılabilir.

1991 Zonguldak direnişi, gene direnişçi işçilerin bilinç durumlarından bağımsız olarak siyasal bir direnişti. Ama, sendika önderleri, işçiyi eyleme katmak için “eyleme gelmeyen sözleşmeden yararlanamaz” demişlerdi.[10] Şimdi, buna inanan işçi, ekonomik bilinç durumunda bile değildir! Gelgelelim, Zonguldak direnişi siyasal bir hareketti. Hareketin siyasal niteliğinin, katılanların bilinç düzeyine bağımlı olmadığı burada ortaya çıkıyor. İdeoloji konusundaki örnek ise, gene Zonguldak direnişinden. Bir sendika yöneticisi “hükümet edenlere kötü söz söyledik (…) bize para verecek olanlara hakaret ettik” diyerek üzüntülerini bildiriyor. On üç yıllık bir işçi de, yönetime kim gelirse gelsin, işçi onun çocuğudur, diyor ve ekliyor: Türkiye’de biz bir aileyiz.[11] Bu durumun adı konacaksa, “bilinç düzeyinin düşüklüğü” ilk söylenecek söz olmamalı. Asıl önemli olan, sınıfın bir ideolojik hegemonya, hatta tasallut altında bulunmasıdır. İşçilerin söyledikleri düpedüz ideolojidir. İşçi sınıfının bilinç düzeyindeki gerilik bu ideolojilerin sahiplenilmesine yol açmamakta; ideolojik hegemonya, sınıfın bilinç düzeyinin düşük kalmasına neden olmaktadır. Mücadelenin, ideolojik hegemonyadan kurtulmanın olmazsa olmaz ön koşulu olduğu bir gerçektir; ama, mücadele ideolojik hegemonyayı kendi dinamizmiyle parçalayamayacaktır. Mücadelenin, ideolojiyle eşleşmesi gerekiyor. Sosyalist hareketin özgün misyonu da burada ortaya çıkıyor.

Sendikalar Üzerine

Öncü partinin sınıf karşısındaki misyonunun ideolojik ağırlık taşıması, Luxemburg ve Gramsci tarafından da benimsenmiştir. Ancak, ikisi de öncü partinin örgütleyicilik misyonunu Lenin kadar vurgulamamıştır. Öncü partinin, sınıfın bütününü örgütleyebilmesi ne mümkün ne de gereklidir. Ancak, öncü partinin en azından öncü işçilere yönelik örgütleyiciliği, hiç küçümsenmemesi gereken bir görevdir. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin en önemli eksikliklerinden biri, sendikacı olana partinin yerini ve önemini bir türlü anlatamamış olmasıdır. Böylece sendikalar egemen ideolojinin belirlenimlerine daha açık hale gelmektedir.

Yeri gelmişken, sendikalar hakkında birkaç söz söylenebilir. Çok genel olarak bakıldığında, sol düşünce sendikalara üç ayrı yaklaşım geliştirmiştir. Yapısalcı Marksizme göre, sendikalar, düzenin doğrudan ideolojik aygıtları arasındadır. Anarko sendikalist yaklaşım, sendikalara, partiyi gereksiz kılacak bir rol ve işlev yakıştırır. Örneğin Proudhon’a göre gelecekte atölye hükümetin yerini alacaktır ve sendika da gelecekteki toplumun temel taşıdır.[12] Klasik ve bence en sağlıklı olan yaklaşım ise, sınıf örgütleri olmalarına rağmen, sendikaların iki temel sınıf arasındaki bir mücadele alanı olduğu biçimindedir. Yani burada sendikalar ne devletin has aygıtı, ne de sınıfın her tür dış ideolojik ve siyasal belirlenime kapalı örgütlenme alanıdır.

Türkiye’deki sendikalara gelince: Bir görüşe göre “(…) Türkiye burjuvazisi işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını sendika bürokrasisi aracılığıyla kurmaktadır.”[13] Bu, aşırı ihtiyatsızca dile getirilmiş, yapısalcı izler taşıyan bir görüştür.

Sendikalar ne kadar düzen sendikaları olurlarsa olsunlar, Türkiye gibi bir ülkede, burjuvazinin sınıf üzerindeki ideolojik hegemonyasının sendika bürokrasilerince kurulması mümkün değildir. Bu ülkede sendikalı işçi oranının yüzde 30’larda kaldığı biliniyor. İkincisi, işçinin çalışma dışı zamanını geçirdiği mahalle, kahve, ev, memleketlilik ilişkileri, medya, ailenin diğer fertlerinin çalışma alanları vb. asıl ideolojik belirlenimi yaratan kaynaklardır. Sendika bürokrasisinin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyanın başlıca aracısı sayılması, her işin bırakılıp sendikalarda çalışılması gibi garip bir sonuç verebileceği gibi, bürokrasilerden temizlenmiş “iyi” sendika yönetimlerinin sosyalizm adına abartılması gibi bir mantığa da götürür.

Güler’e göre “(…) Türkiye işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimi örgütlenmenin öğreticiliğini değil, sendikal bürokrasi aracılığıyla kapitalizmle uyumlulaşmayı yaşamaktadır.”[14] Ve gene Güler’i dinlersek, “(…) Bugün gelinen noktada proletarya sendikal önderliğe kayıtsızdır. Sendika bürokrasileri bir işçi kitlesini çekip çevirememektedir.”[15] Demek ki öyle fazla endişe etmeye gerek yok; çünkü kötü sendika bürokrasilerini kimsenin iplediği yok. Bu durumda, sendika bürokrasileri, düzen adına üslendikleri misyonu etkin biçimde yerine getiremiyorlar. Şükürler olsun!

Bütün bunlara rağmen, Güler, bugünlerde hayli moda olan ve sanki sosyalistlerin sendikal alan dışında yapacak hiç işleri olamazmış gibi bir düşünceyi yansıtan eğilimlere karşı yerinde uyarılarda bulunmaktadır. Sınıf hareketinin, sosyalistler hiç olmasa da kendi içinden militan önderler yetiştirmesi mümkündür. Ancak, örgütlü sosyalist hareket, öncü parti ve sosyalist ideoloji üretimi olmadan, sınıf hareketi ne sosyalist öncü yetiştirebilir ne de devrimci sınıf bilinci üretebilir. Açık konuşmak gerekirse, bugün sosyalist kadrolar arasında ideolojik olarak nispeten daha geri, siyasal olarak ise nispeten en güncelci ve pragmatist olanlar, kendilerini bütünüyle sendikal alana hapsedenlerdir.

Kendini tek başına sendikal harekete adayan sosyalist, sendikacı olabilir, sendika yazarı olabilir, sendikacı uşağı da olabilir. Kendini tek başına sosyalist kadro dinamiklerine adayan sosyalist ise, en fazla örgüt-ilişki cambazı olabilecektir.

Sosyalist Politika Sayı: 6, 1995

[1] Eric Olin Wright, “The Status of the Political in the Concept of Class Struggle”, Politics and Society, vol. 11, no. 3 (1982), s. 339.
[2] Richard Hyman, “Sendikal Bilincin Sınırları”, 11. Tez 5. s. 108.
[3] Andrew J. Taylor, Trade Union Politics: A Comparative Introducıion (New York: St. Martin’s Press, 1989), s. 186. Taylor, bilinçlilikle ilgili olarak sınıf kimliği (class identity), sınıf karşıtlığı (class opposition), sınıf bütünlüğü (class totality) gibi evreler tanımladıktan sonra, alternatif bir sosyo-ekonomik modelin üretildiği aşamaya geliyor.
[4] Aydemir Güler, “Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar?”, Gelenek 48, s. 18.
[5] Seyfı Öngider, Kriz ve Sendikal Hareket (İstanbul: Devinim Yayınları, 1994), s. 63.
[6] Alain Touraine vd., The Workers’ Movement (New York: Cambridge University Press, 1987), s. 254.
[7] Gülnur Savran, “Özlerin Reddinden Sınıf Politikasının Reddine”, 11. Tez 10, s. 133.
[8] Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, (İstanbul: Alan Yayıncılık, 1994), s. 210.
[9] Metin Özuğurlu, “Birinci Bahar Dalgası”, Sosyalist Birlik 3, s. 22, 24.
[10] Sevkuthan N. Karakaş, Eylem Günlüğü; Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü (İstanbul: Metis Yayınları, 1993), s. 180.
[11] a.g.e., s. 167, 168, 188.
[12] Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset (Ankara: İmge Yayınları, 4. baskı, 1990), s. 218.
[13] Aydemir Güler; a.g.y., s. 14.
[14] a.g.y., s. 30.
[15] Aynı yerde