Editör Notu: Metin Çulhaoğlu’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden iki yıl geçti. Sadece büyük emekler verdiği ve kurucusu olduğu Türkiye İşçi Partisi ve yoldaşları değil, sosyalist düşünce dünyamız da son iki yılda Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunu derinden hissetti. Marksist-Leninist kurama hakimiyet, tarihsel ve güncel süreçleri izleyip çözümlemekte gösterdiği aydın ustalığı, en zor zamanlarda umut ve heyecan üretmeyi beceren duru akıl, yürüyüşünü asla duraksatmayan militan irade, kendi ifadeleriyle “iddialı ama mütevazı” devrimcilik; Metin Çulhaoğlu’nda cisimleşen tüm bu özellikler şimdi onun yazıları, eserleri, düşünceleri ile bize yol göstermeye devam ediyor. Ayrım olarak, aramızdan ayrılışının ikinci yılında Metin Çulhaoğlu’nu her biri son derece önemli yazılarından hazırladığımız ve bir hafta boyunca yayınlayacağımız bir seçki ile anıyoruz. Biliyoruz ki, Metin Çulhaoğlu’nun mirası, en başta da onun zengin ve yol gösteren düşüncesi okurları, yoldaşları, yol arkadaşları tarafından yaşatılacak.
***
“Bolşevik örgütlenme anlayışı yalnızca darlık, gizlilik ve disiplin yönü ile yalnızca bu öğeleri ile kavranırsa, böyle bir modelin günümüz koşulları açısından kısır ve ‘eskimiş’ kaldığını söylemek mümkündür. Ekim Devrimi’ne götüren örgütlenmeyi bu üçlüye indirgemek toplumsal mücadeleyi örgütçülük oyununa çevirmek, Ekim Devrimi’ni günümüzde sahiplenmemek demektir.
Oysa hep biliyoruz ki sözü edilen örgüt anlayışı başka her şeyden önce sınıf içi eşitsiz gelişim, bunun sonucu olarak ‘öncülük’ pratiğinin özel biçimde gerçekleşmesine ve Marksizm’in standart II. Enternasyonalci yorumuna ‘öznel’ etmeni vurgulayan yeni bir ruh katılmasına dayanır. Bolşevik örgütlenmenin gerçek özü buradadır; bu nedenle Bolşevizm ciddi bir felsefi içerik de taşır.
Elbette, bu öz yakalanmadan girişilecek biçim kopyacılıklarının soluğu da sınırlı kalacaktır. Örneğin Bolşevik örgütlenmeden yalnızca ve yalnızca disipline, hiyerarşiye vb’na ilişkin sonuçları anlayanların çok kısa bir sürede bu kez 180 derece farklı konumlarda sığ demokratlık yapabilmeleri basit bir ironi değil, bu temelsizliğin sonucudur.
Gene de, asıl özü oluşturan yanlar yakalansa bile, sözü edilen örgüt anlayışının günümüzde felsefi, kültürel boyutlar dâhil kimi rötuş ve takviyelere gereksinim duyduğu ortadadır. Kendi ülkelerinin ateşli devrimci geleneği (narodnizm) yanı sıra Avrupa’nın siyasal-kültürel birikimini yutmuş (ama kusmamış), özetle mayaları derin yoğrulmuş, ruhları adeta kıvılcımlar saçan insanların oluşturduğu bir ‘çelik çekirdek’in, sosyalist ama kişiliksiz, kültürsüz ve derinliksiz insanlarca aynen sahneye konulmaya çalışılması yalnızca gülünç olacaktır.
Dolayısıyla Ekim Devrimi’nin kopmaz bir parçası, temeli olan belirli bir örgütlenme anlayışının, günümüzde, ancak kültürel, felsefi ve insani yönleri ile birlikte anlaşılabileceğini ve tartışılabileceğini unutmamak gerekir. Sorun, elbette günümüzün sorunu, tanımlamaya çalıştığım ruh’un günümüz insanında nasıl oluşabileceği, hangi yeni süreçleri mayasına katmak zorunda olduğuyla ilgilidir. 1900’lü yılların başındaki özgün ‘ruh’un, günümüz koşullarından hareketle bir benzeri ile de olsa bir daha yakalanılmayacağı gerekçesiyle söz konusu örgütlenme modelini geçersiz saymak ne ölçüde kolaycılıksa, tek başına darlığın, gizliliğin ve disiplinin insanlara ‘ruh’ kazandıracağını düşünmek de o ölçüde budalacadır.”
(Metin Çulhaoğlu, Ekim Devrimi: 71 Yıl Sonra Ne Kadar Güncel? Yeni Öncü, sayı 13, Ekim-Kasım 1988, ss. 4-5)
Yukarıdakileri 27 yıl önce yazabildiğimiz için belirli bir rahatlığa sahibiz ve buradan devam edeceğiz.
Teorinin Yeri ya da Teoriye Bir Yer
“Leninist örgüt teorisi” denir, doğru mudur?
Lenin’in düşüncelerinden ve siyasal pratiğinden bir “devrim teorisi” çıkarılması elbette mümkündür. Sonra, örneğin “Lenin’in emperyalizm teorisi” denebilir. Marksist devlet teorisine Lenin’in “katkılarından” söz etmenin herhangi bir sakıncası olamaz.
Bunlar tamam da, ya “örgüt teorisi”?
Hem “yoktur” hem de bir bakıma “vardır” diyeceğiz.
Lenin’de kendi başına, kendi iç bağlantıları ve gelişim dinamikleriyle ayrı yerde duran bir örgüt teorisi yoktur. Elde, daha çok bir örgüt ve örgütlenme modeli vardır. Ancak bu model Lenin’in devrime ilişkin düşünce ve perspektifleriyle (ki burada kesinlikle teori vardır) iç içe geçip kaynaştığından Lenin’in örgüt modeline teorik bir boyut da içkindir.
En fazla söylenebilecek olan budur.
Böyle olduğundan, Lenin’in örgüt modelini kendi başına “teori” olarak sınıflandırmanın pek bir anlamı yoktur. Lukacs’ın açıklaması da aşağı yukarı bu yöndedir: “Lenin’in örgüt düşüncesi, devrim olgusunu, devrimin güncelliğini şart koşar.”[1] Başka bir deyişle, devrime ilişkin, sezgisel yanları da olan bir perspektif, birtakım teorik öngörüler yoksa örgüt de örgüt diye tepinmenin kimseye faydası olmaz…
Madem konu açıldı, bir de parantez açalım:
Teori, çeşitli olgulara, durumlara vb. açıklama getirir ve bu olguların oluşturduğu bütünün olası seyri hakkında çıkarımlarda bulunur/ bulunabilir. Şu ya da bu formdaki maddi bir varlık olarak örgütün ise bu özellikleri yoktur. Dolayısıyla, Lukacs’ın da işaret ettiği gibi örgüt, önce bir teoriyi gerektirir. İkisi bir araya geldiğinde şekillenen örgüt ise, teoriden esinlenen, oradan türeyen bir model olabilir.
Evet, eğer “gizlilikse”, “disiplinse”, nispeten “darlıksa” ve merkeziyetçilik öğesinin belirleyici olduğu bir demokratik merkeziyetçilikse[2] bunlar bir teorinin uzantıları, gerektirdikleri olabilir; ama kendi başlarına bir “teori” oluşturamaz. Çünkü bunlar hiçbir şeyi açıklamaz; önceden açıklanmış bir durumun gereklilikleri olarak ortaya çıkar.
***
Diyelim Leninist örgütün bir “teori” değil bir “model” olduğunda karar kıldık. O zaman işin teori kısmı salt “devrim olgusundan”, “devrimin güncelliğinden” mi oluşuyor?
Yani arada başka bağlantı halkaları hiç mi yok?
Üstelik teorik içerikleri, ağırlıkları da olan bağlantı halkaları?
Vardır ve üstelik aradaki bu bağlantı halkaları gerçek anlamda teorik içerik taşır. Bir uçtaki “devrimin günceliğinde” teori vardır; vardır ama hem sezgisel hem de ülkeye-döneme özgü yanları ağır basar. Diğer uçtaki örgütün ise teoriden çok model kategorisine gir-diğinde anlaşmıştık. Bu durumda, eğer konumuz Leninizm ise bir uçtaki sezgisel-özgül teori ile diğer uçtaki model arasındaki bağlantı halkalarını oluşturan, gerçekten teorik içeriğe sahip, ayrıca zaman-mekân ikilisi açısından evrensellik taşıyan üç öğeden söz edebiliriz:
- siyasal mücadelede toplumsal formasyonun bütününe yönelme;
- dışardan bilinç ve
- öncülük
O zaman, biraz basitleştirirsek şunu söylemiş oluyoruz: “Devrim olgusu” ya da “devrimin güncelliği” tarihin her döneminde, istisnasız tüm ülkeler için gündemde olması düşünülebilecek durumlar değildir. Örgüt modeli ise zaman-mekân evrenselliğine taşınamayacak ölçüde dönemlere ve koşullara bağlıdır. Bu ikisine karşılık, toplumsal formasyon (bütünlük), dışardan bilinç ve öncülük öğeleri, dün olduğu gibi günümüzde ve gelecekte (zaman) tasavvur edilebilecek her tür ülke koşulları (mekân) için geçerlilik taşır.
“Evrensel” diyebileceğimiz, Leninizm’in evrensel teorik özünü oluşturan da bunlardır.
Leninist Teorinin Sacayağı
Bütünlük (toplumsal formasyon), dışardan bilinç ve öncülük…
Üç öğe sıraladığımıza göre bunların bir sacayağı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Sırasıyla gidelim.
I.
Lenin “toplumsal formasyon” terimini hiç kullanmamıştır. Ancak, düşünsel, siyasal ve örgütsel uğraşının tamamında hep bir bütünlükten yola çıktığı ve gene oraya döndüğü açıktır. Eğer Ne Yapmalı? dikkatlice okunursa (hatta o kadar da dikkatli okunmasa bile) şu vurgu hemen her yerde görülür: Emek-sermaye çelişkisinin kendini doğrudan ortaya koyduğu, iki temel sınıf arasındaki karşıtlığın somut biçimini aldığı alan, yani maddi üretim süreci ve buradaki mücadeleler, işçi sınıfının daha geniş bir toplum kesimine (“tarihsel blok”?) öncülük etmesi açısından kendi başına yeterli değildir…
Dolayısıyla işçi sınıfı, kendi öncülüğü ve siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadele için, yer aldığı toplumdaki her tür baskıya, eşitsizliğe, adaletsizliğe, ayrımcılığa vb. duyarlı olmalı, bunları kendi mücadelesine “eklemleyip” salt ekonomik değil siyasal bir sınıf olarak da süreçlere ağırlığını koymalıdır.
Hemen ekleyelim: Mesele, işçi sınıfının salt “kendi tarihsel misyonu” adına toplumdaki başka sorunlara da eğilmesine (benim derdim başka, ama bak senin sorunlarına da el atıyorum) indirgenemez. Çünkü “başka sorunlar” işçi sınıfının verili bir andaki konumuna ve sorunlarına dışsal ve uzak değildir. Tersine, bu “başka sorunlar” onun sınıf olarak birliği, bütünlüğü ve dayanışması açısından kritik uzantılara sahiptir. Ülkedeki siyasal rejimin, genel olarak uygulanan şu ya da bu politikanın, ulusal baskının, etnik ayrımcılığın, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin vb. başka her şey bir yana işçi sınıfının maddi üretim sürecindeki konumunu da etkilediği görmezden gelinebilir mi?
“Toplumsal formasyon” dediğimiz, kapitalist üretim tarzının bir ülkede kendi özgül siyasal, ideolojik, kültürel vb. üstyapısıyla birlikte somutlaşmış halidir. Lenin de, işçi sınıfının tarihsel misyonunu gerçekleştirmesi için bu bütünlüğün her bileşeni, her parçası ve her alanında duyarlı ve aktif olması gerektiğini söyler.
Aksi, gene Lenin’in sözüyle “ekonomizm”dir…
II.
“Dışardan bilinç…”
Daha önce başka yerlerde yazmıştık: Bu “dışarıdan” sözü işçi sınıfının dışındaki aydınları da kapsar; ancak Lenin’in asıl “dışardanlık” vurgusu ekonomik mücadelenin “dışıyla” ilgilidir. İsterseniz dinleyelim:
Sınıf siyasal bilinci işçilere yalnızca dışarıdan, başka bir deyişle ekonomik mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu alanın dışından götürülebilir. Bu bilginin edinilebileceği tek alan, tüm sınıfların kendi aralarındaki ilişkileri kapsayan alandır (…) Sosyal demokratlar, işçilere siyasal bilgi taşıyabilmek için nüfusun tüm sınıflarına gitmelidirler; ordunun birliklerini tüm yönlere sevk etmelidirler.[3]
Dolayısıyla, ilk ayağı oluşturan toplumsal formasyonu gözetme, bu ikinci ayakta işçi sınıfının ulaşması gereken bilincin niteliğiyle iç tutarlılığa sahip bir bütünlük oluşturmaktadır.
Günümüzü ve Türkiye’yi düşünürsek, belki bu kadar uzun anlatmaya gerek kalmaz.
Sosyalist devrimi ve sosyalizmi gerçekleştirmesi beklenen Türkiye işçi sınıfı, ideolojiler alanına, ülkenin çeşitli sorunlarına ilişkin tartışmalara kendi ağırlığını koymadan; ulusal sorun konusunda tutum almadan; kadınlar ve gençler başta toplumun diğer kesimlerinin özlemlerinin temsilciliğine soyunmadan; başka alanlardaki, örneğin çevreyle ilgili talana dimdik karşı çıkmadan bunu başarabilir mi?
Ve diğer soru: İşçi sınıfı, yukarıda örneklenen başlıklara ilişkin farkındalığa ve bilince salt kendi gündelik emek-sermaye ilişkilerinden hareketle ulaşabilir mi?
Bu kadar açıktır.
Bu ikinci ayak, “dışardan bilinç” üzerinde biraz daha duralım.
Tony Cliff “Lenin biyografisi” yazarları arasında ciddiye alınması gereken bir isimdir. Yaptığı uyarı da yerindedir: Kendiliğindenliği (işçi sınıfının kendiliğinden yönelimlerini) bilinçten bütünüyle ayırmak, diyalektiğe aykırı, mekanik bir yaklaşım olur.[4]
Gerçekten de böyle olur. Çünkü kendiliğindenlik bile daha ileri bir düzeyin, yani bilinçli olma halinin nüvelerini kendi içinde barındırır. Diyalektiğe aykırı, “mekanik” olan, içinde hiçbir bilinçlilik nüvesi taşımayan kendiliğindenliğin bir eşiğe gelindiğinde birdenbire bilinçlilik haline dönüşeceği düşüncesidir. Bir ek daha: İşçi sınıfı, kendisinin toplumda ayrı bir sınıf oluşturduğu bilincine, yani bu anlamdaki sınıf bilincine dışarıdan herhangi bir girdi olmadan, kendiliğinden süreçler sonucunda ulaşabilir. Ancak, siyasal bilince, başka bir deyişle içinde bulunduğu toplumdaki misyonunun ne olduğuna ve bunun nasıl gerçekleştirebileceğine ilişkin bilince bu yolla ulaşamaz.
Toparlayalım.
Birincisi: İşçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması için “dışarıdan müdahale” mutlak bir zorunluluk değildir. İkincisi: İşçi sınıfının yukarıdaki tanımıyla siyasal bilince nasıl ulaşacağının ise hazır hiçbir yolu, formülü, reçetesi yoktur. Tümüyle yaşanılan dönemin özel koşullarına bağlıdır. Öyle ki, gelişkin bir sınıf bilinci hiçbir zaman siyasal bilince evrilmeyebilir; buna karşılık kendiliğindenlik içinde var olan bilinçlilik nüveleri bir sıçramayla kısa sürede siyasal bilince dönüşebilir.
III.
Üçüncü ayak: Öncülük…
İlk iki ayakta da söz konusuydu. Devrimci özne ya da öncü, toplumsal formasyonun bütününe ilişkin çözümlemeleri belirli bir devrim-iktidar perspektifiyle yapabilecek tek aktördür. Bir, bu anlamda öncüdür ve bu alanda rakipsizdir (birinci ayak). İki, devrimci öncü, sınıfa “dışarıdan” bilinç taşınmasında da rol oynar. Bu alanda “öncülüğü” söz konusu olabilir; ama “rakipsiz” olduğu söylenemez. Çünkü işçi sınıfını gene “dışardan” etkilemeye, onu belirli bir “bilinçlilik” (yanlış bilinç de olabilir) durumuna taşımaya çalışan başka özneler de sahnededir.
Ancak, devrimci öznenin öncülük rolü ya da işlevi, gerçek anlamını yukarıda değinilenlerin dışında başka bir alanda, siyasal pratikte bulur. Bizce, Leninist “öncülük teorisinin” özü de budur, buradadır. Özetliyoruz:
Kitlelerin gerçek anlamda katıldıkları devrim süreçleri hiçbir zaman ve hiçbir yerde saf-katışıksız sosyalist içerik taşımaz. Kitlesellik taşıyan her devrim süreci kendi içinde demokrat, burjuva demokrat, devrimci demokrat ve liberal (özgürlükçülük anlamında) öğeler barındırır, hatta bu öğeler diğerlerine daha ağır basabilir. İşte, öncülüğün gerçek karşılığı, devrimci öznenin, farklı özlem ve yönelimlerin damga vurduğu bu süreci kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirebilmesi, belirli noktalara taşıyabilmesidir.
Hareketlenen ve var olanı değiştirmek isteyen kitlelerin diyelim yüzde 75’inin sosyalizmi istediği bir durumda öncülük daha çok teknik bir iştir.
Bu kitlelerin doğrudan doğruya sosyalizmle ilişkilendirilemeyecek özlem ve taleplerinin görece ağır bastığı bir durumdaki öncülük ise gerçek anlamda siyasal bir iştir.
Yeri gelmişken uzunca bir alıntı:
(Çünkü) gerçek devrim burjuva devrimin proleter devrime diyalektik dönüşümüdür. Geçmişteki büyük burjuva devrimlerin önderi ya da yararlananı olan sınıfın artık nesnel açıdan karşı devrimci olduğu gibi tartışılmaz tarihsel bir olgu, asla, bu devrimlerin çevresinde dolandığı nesnel sorunların artık toplumsal açıdan sona erdiği, bu sorunların devrimci çözümüyle hayati ilgileri bulunan toplumsal tabakaların tatmin olduğu anlamına gelmez. Tam tersi. Burjuvazideki karşıdevrimci dönüşün anlamı, sadece, proletarya karşısında düşmanca bir tavır alması değil, aynı zamanda burjuvazinin kendi devrimci geleneklerinden de vazgeçmesidir. Burjuvazi kendi devrimci geçmişinin mirasını proletaryaya devreder. Bundan böyle burjuva devrimini mantıksal sonucuna götürebilecek konumda olan tek sınıf, proletaryadır. Yani, burjuva devriminin güncelliğini hala koruyan talepleri ancak bir proleter devrimin çerçevesi içinde gerçekleşebilecektir, öte yandan bu taleplerin tutarlı biçimde gerçekleştirilmesi bizi zorunlu olarak bir proleter devrime götürecektir. Hâsılı bugün proleter devrim, aynı anda burjuva devrimin hem gerçekleştirilmesi hem de aşılması demektir.[5]
Şöyle düşünülebilir: 1917 Devrimi’nin ve Lukacs’ın bu yazdıklarının üzerinden uzun yıllar geçti. O geçmiş dönem, henüz burjuva devrimlerin izlerini taşıyordu ve burjuvazi kendi devrimci barutunu daha tam tüketmemişti, ama günümüzde…
Böyle düşünmüyoruz…
Nedeni basittir: Bir sınıf olarak burjuvazinin devrimci barutunu tüketmiş olması (ki Batı Avrupa’da 1917’den çok önceleri tüketmiştir) geniş kesimlerdeki burjuva demokrat özlemlerin de buharlaşıp yok olması anlamına gelmez. Çünkü devrimci barutunu tüketen burjuvazinin kendi egemenliğini sürdürmek ve pekiştirmek için yaptığı her düzenleme, yeni burjuva demokrat özlemleri ve talepleri ortaya çıkarır. “Burjuva devrimler dönemi”, burjuvazinin artık herhangi bir devrimin başını çekemeyecek konuma gelmesi anlamında çok önceleri kapanmıştır. Ancak, burjuva demokrat özlemler ve talepler dönemi kapanmamıştır.
Dikkat edilirse, burada aşamalı devrime karşı sosyalist devrim savunusunun yerleşik tezi ötesinde bir şey söylenmektedir: Yerleşik tez, burjuva devrimlerin hiçbir zaman tam olamayacağı; geride bıraktıklarının, yapamadıklarının sosyalist devrimle gerçekleşeceği düşüncesine dayanır. Burada söylenen ise yerleşik düşünceye bir ek yapmaktadır: Burjuvazinin uzun yıllar süren egemenliği, “geçmişte tamamlanamayanların” ötesinde yeni burjuva demokrat, demokratik özlemler ve talepler üretir. Ama sonuç gene aynıdır: Bu yeni özlemlerin ve taleplerin “yeni burjuva devrimlerle” karşılanması artık kesinlikle mümkün değildir…
İşte, Leninizm’in ve onun öncülük anlayışının bugün de geçerli olmasının nedeni buradadır ve “marifet”, tanımlı bir sosyalizm anlayışıyla doğrudan ilişkilendirilemeyecek özlemleri ve talepleri olan geniş kesimlere sosyalizme giden yolda öncülük edebilmektir.
Lenin Hegel’e mi dönmüştü?
“Şimdi bu soru da nereden çıktı” demeyin, bir nedeni var.
Lenin’in düşüncesinin ve Bolşevik pratiğin, II. Enternasyonal tarzı Marx-Marksizm yorumlarına öznel etmenin rolünü ve önemini vurgulayan bir karşı çıkış olduğu söylenir. Daha ileri giderek, Lenin’in Marksizm’i pek çok açıdan “düzelttiğini” söyleyenler de vardır.
Bu söylenenlerin ilkinde doğruluk payı vardır. İkincisinde ise yoktur. Çünkü Lenin bir sistem olarak Marksist öğretinin kendisinde doğrudan bulunamayacak kimi siyasal öğeleri ona katmıştır; ama sistemi yeni baştan kurmamış, böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Daha önceleri kullanılan bir benzetmeye yeniden başvurursak, “Marksizm tıp bilimi ise Leninizm bir aşıdır; aşının bilimin yerine geçmesi mümkün değildir.”
Hatırlayalım; bir teori olarak Leninizm’in içeriğini sacayağına oturtmuştuk: Bütünlük fikri, dışarıdan bilinç ve öncülük…
İlkinde, Lenin’in Marksizm’e katkısı, diyalektik bütünlük fikrini Avrupa değil de kendi ülkesi ölçeğinde siyasal bir içeriğe kavuşturmasıdır. “Dışardan bilinç”, doğrudur, Marx’ta yoktur; ancak Marksizm’e bunun da ilave edilmesinin sistemi kökünden değiştirdiğini söylemek hiç mümkün değildir. “Öncülük” için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Öbür türlü, Marx’tan sonra gerçekleşen her devrimin, Marx’ta olmayan birtakım unsurlara dayandığı için “Marksizm’e karşı devrim” sayılması gerekecektir:
1917 mi? “Kapital’e karşı devrim” (nesnelliğin prangalarına isyan)…
Çin devrimi mi? “Kapital’e karşı devrim” (kırlardan şehirlerin kuşatılması)…
Küba Devrimi mi? “Kapital’e karşı devrim” (foco teorisi)…
Sonu yoktur…
***
Lenin’in düşüncesinin standart II. Enternasyonal Marksizm’inden radikal bir kopuş olduğunu, bu kopuşun Lenin’in Hegel’e dönmesiyle gerçekleştiğini ileri süren batılı akademisyenler vardır. Hatta tarih de verilmektedir. Lenin, 1914-1915 dönemine rastlayan Hegel araştırmaları ile Lukacs, Gramsci ve Korsch gibi diğer önemli Marksistlerden daha önce Hegel’e “dönmüştür”.[6] Sonra Lenin, “Kapital’in birinci bölümünün ‘Hegelciliğine’ vurgu yapan ilk yirminci yüzyıl Marksistidir.”[7]
Aktarma yaptığımız Anderson, değindiği pek çok önemli noktaya ve kimilerindeki haklılığına karşın Lenin’le ilgili “Hegel okumaları sonrası radikal değişim” fikrini fazla zorlamaktadır. Eğer nesnellik karşısında öznenin, öznel etmenin rolünün vurgulanmasından (giderek nesnellik ile öznelliğin aynı bütünlük içinde ele alınmasından) söz ediyorsak, bunun için 1914 sonrasına kadar beklemek gerekmemektedir.
Hegel okumaları sonrasında Lenin’in diyalektik anlayışı daha bir derinlik kazanmış, daha gelişkin bir çerçeveye oturmuş olabilir. Ancak, Lenin’in Hegel okumalarıyla “edindiklerinin” izi daha önceki çalışmalarında, örneğin Ne Yapmalı’da hiç mi yoktur?[8] Anderson da sanırız bunun farkında olduğundan, Ne Yapmalı ve üzerindeki yorumları söz konusu çalışmasında ele almadığını belirtme gereği duymaktadır.[9] Gerçekten de, eğer “II. Enternasyonal Marksizm’inden ayrılışsa”, nesnellik karşısında çubuğun öznelliğe doğru bükülmesiyse, eşitsiz ve sıçramalı gelişimse ve en önemlisi nesnellikle öznelliğin birbirinden ayrı iki departman olarak değil bir bütünlük olarak görülmesi ise, bunları “Hegel öncesi” Lenin’de bulmak mümkündür.
Teori mi?
Evet, o da var; ama başlarda “sezgi” demiştik. Anderson, bir yerde, insanın somut yaşamdaki diyalektiğin kimi inceliklerine Hegel okumadan sezgilerle de ulaşabileceğini, “Hegelci diyalektiğe çok az ilgi duyan” Troçki’nin kendine ilişkin söylediklerini aktararak kabul ediyor:
Sezgi olmadan – yani her ne kadar teorik ve pratik çalışma tarafından geliştirilmiş ve zenginleştirilmiş olabilse de, bireyin gerçek doğası içine kök salmış olması gereken bilinçaltı bir his olmadan – hiçbir büyük çalışmayı gerçekleştirmek mümkün değildir. Ne teorik eğitim ne de pratik rutin (bunun) yerini alamaz… Kesin değişimler ve kopuşların gerçekleştiği bir dönemde –yani devrim koşullarında bu yetenek belirleyici bir önem kazanır.[10]
Toparlama ve sonuç
Yazıyı dikkatle okuyanlar belirli vurguları umarız fark etmişlerdir.
Burada, Leninizm’in evrensel geçerlilik taşıyan öğeleri, bu anlamda “teorisi”, bütünlük, dışardan bilinç ve öncülük olmak üzere üçayağa oturtulmaktadır. “Devrimin güncelliği” kuşkusuz teorik bir öze sahiptir; ancak barındırdığı yönelimler ne olursa olsun herhangi bir devrimci sürecin ancak sosyalist bir devrimle ileri taşınabileceği düşüncesi dışında genelleştirilemez. Bundan ötesi, yaşanılan tarihsel döneme, ilgili ülkenin somut ve özgül koşullarına bağlıdır. “Teoriyse”, ancak bu düzlemde ve ölçekte olabilir ve geliştirilebilir.
Bir de, az önce sözü edilen, işin sezgisel yanını hiç unutmamak gerekir.
“Örgüt modeli” ise, adı üstünde, kendi başına teori değildir. Ayrıca, örgüt modelinin tüm zamanları ve mekânları kapsayacak şekilde genelleştirilebileceği de söylenemez. Örneğin bugün ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkeler söz konusu olduğunda bu örgüt modelinin (özellikle nispi darlık, katı disiplin, gizlilik, hiyerarşi gibi özellikler açısından) geçerliliğini korumakta olduğunu kim söyleyebilir?
Ama bu ülkelerde bile, son derece karmaşık ve kaotik süreçler sonucunda oluşabilecek devrimci ortamlar Lenin’in örgüt modelini gerekli kılabilir. Eski bir tartışma başlığı açısından anlamlıdır: Leninist örgüt, kimi durumlarda, devrimci sürecin önkoşulu değil sonucu da olabilir…
***
Yıllar önce Lenin için “soyutlanmayı bekleyen bir ayrıntı zenginliğidir” demiştik. Demek ki üzerinde çalışmak gerekiyor. Nasıl mı? Onu da bir kez daha Lukacs’tan dinleyip bitirelim:
Komünistler Lenin üzerine, onun Marx üzerine çalıştığı gibi çalışmalıdır. Diyalektiği uygulamayı öğrenmek için çalışmak gerek. Somut durumun somut çözümlemesiyle genel içinde özelin ve özel içinde genelin; yeni bir momentte, daha önce- ki süreçle bağlantılı bir durumun ve tarihsel sürecin yasal- lığında daima oluşan yeninin; bütünde parçanın ve parçada bütünün; gelişmenin zorunluluğunda aktif davranışların momentinin ve eylemde ise tarihsel sürecin zorunluğuyla olan bağlantının nasıl keşfolunabileceğini öğrenmek için, komünistlerin Lenin üzerine çalışması gerek.[11]
Karışık geldiyse;
Geneldeki özeli, özeldeki geneli tespit edebilme,
Süreç içinde eskiden gelenle yeni ortaya çıkan arasındaki bağlantıları kurabilme,
Bütün-parça ilişkilerini gözetebilme,
Zorunluluk karşısında eyleme geçme uğrağını seçebilme, eylemliyken de zorunlulukları kabul edebilme…
Sürecin diyalektiği budur, böyle işler. Gene mi karışık?
Sanki siyasal mücadelenin, hele hele devrimci olanının kendisi çok mu sade?
Komünist Sayı: 3, 2015
[1] G.Lukacs, Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, çeviren: Mehmet R. Zaralı, Belge Yayınları 1979, s. 27. [2] Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde “demokratik merkeziyetçilik” için bakınız, Marx, Engels, Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, çeviren: Arif Gelen, Sol Yayınları 1979, s. 262, 266-267. [3] Lenin, Ne Yapmalı? Seçme Eserler (İngilizce) Cilt I, Progress, Moskova 1977, ss. 152-153. [4] Tony Cliff, Partinin İnşası, çeviren: Gülen Bilge, Tarihsel Yayıncılık 1994, s. 70. [5] G. Lukacs, a.g.e., s. 52-53. [6] Kevin B. Anderson, Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, çeviren Ertan Günçiner, Yordam Kitap 2014, s. 31. [7] Anderson, a.g.e. s. 134. [8] Bu konuda kısa bir çalışma için bakınız, Metin Çulhaoğlu, Ne Yapmalı? Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu içinde, Yordam Kitap 2013, ss. 403-423. [9] Anderson, a.g.e. s.426, 7’inci not. [10] Troçki, My Life’tan aktaran Anderson, a.g.e. s. 458, 38’inci not. [11] Lukacs, a.g.e. ss. 97-98.