Editör Notu: Metin Çulhaoğlu’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden iki yıl geçti. Sadece büyük emekler verdiği ve kurucusu olduğu Türkiye İşçi Partisi ve yoldaşları değil, sosyalist düşünce dünyamız da son iki yılda Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunu derinden hissetti. Marksist-Leninist kurama hakimiyet, tarihsel ve güncel süreçleri izleyip çözümlemekte gösterdiği aydın ustalığı, en zor zamanlarda umut ve heyecan üretmeyi beceren duru akıl, yürüyüşünü asla duraksatmayan militan irade, kendi ifadeleriyle “iddialı ama mütevazı” devrimcilik; Metin Çulhaoğlu’nda cisimleşen tüm bu özellikler şimdi onun yazıları, eserleri, düşünceleri ile bize yol göstermeye devam ediyor. Ayrım olarak, aramızdan ayrılışının ikinci yılında Metin Çulhaoğlu’nu her biri son derece önemli yazılarından hazırladığımız ve bir hafta boyunca yayınlayacağımız bir seçki ile anıyoruz. Biliyoruz ki, Metin Çulhaoğlu’nun mirası, en başta da onun zengin ve yol gösteren düşüncesi okurları, yoldaşları, yol arkadaşları tarafından yaşatılacak.
***
Türkiye sosyalist hareketi olağan boyutların da ötesinde, tepkilerin hareketi oldu. Tabii, Türkiye sosyalisti de yine olağan boyutların ötesinde tepkilerin insanı. Sol hareketin, yıllardır biriktirip üst üste yığdığı veriler, özellikle geçtiğimiz üç yıl içinde, yorum ve çözümlemeye elverişli yoğunluğa ulaştı.
İlk damlaları çok eskilere dayanan, ama son yıllarda daha da çarpıcılık kazanan bu veri birikimi, günümüzde, sosyalistlerin başvuru kaynağını oluşturuyor. Örneğin yeni yolları, yeni geçitleri zorlamak isteyenler, yanlışa bakıp doğruyu bulma umudunu sırtlayıp bu veri kümesinin anatomisine hazırlanıyorlar. Elbette söz konusu olan yalnızca böyleleri değil. Sosyalist hareketten usulca ama ustaca sıvışmak isteyenler de kendi gerekçelerini, aynı veri kümesinin karanlıklarında arıyorlar.
Evet, tüm yapılanlar belirli bir nesnelliğe sahip. Gerçekten de Türkiye sosyalist hareketinin üzerinde doğrulacağı basamak, güzelin ve çirkinin iç içe geçtiği bu veri kümesinden oluşuyor. Elde olan bu. Yola buradan, bu verilerin ayıklanıp soyutlanması sonucunda oluşacak pusulalarla çıkılacak. Elbet, birçok tepki ile birlikte. Birikmiş verilere duyulan tepkiler, Türkiye sosyalist hareketinin yola yeniden koyuluş kargaşasını oluşturacak.
“Her yol Roma’ya çıkar” sözü çok bilinir, çok kullanılır. Burada bir de abartılmış öğe var: Roma. Öyle ya, nereden nasıl yola koyulursan koyul, sonunda hep Roma’ya çıkıyorsun. Peki, önlerinde biriken veri yığınına bakıp ders ve istikamet çıkarmaya çalışan Türkiye solcusu için de geçerli mi bu? Seçilmiş ve seçilecek olan her yol sosyalizme mi çıkacak gerçekten? Biri tuzu kuru entelektüalizme tepki duyacak, öteki her söze “bak arkadaş” ile başlayıp “eleştiri getiren” ya da “tavır koyan” alışılmış ortalama devrimci tipine kızacak ve sonunda hepsi sosyalizmde bulaşacak. Mümkün mü bu?
Kesinlikle değil. “Her yol” sosyalizme çıkmaz. Üstelik yıllardır verilerin esiri olanların, bıkıp usandıktan sonra, bu kez de tepkilerin esareti altına girmeleri olasılığı yüksekse. Bu olasılık Türkiye’de, Türkiye sosyalist hareketinde hayli yüksek. İnsanların yıllarını yiyip bitiren içi boş bir “yaşasın işçi sınıfı” edebiyatının bu kez işçi sınıfı düşmanlığına dönüşmesi; derme çatma iki üç cümlenin “sosyalizmin bilimi” diye yutturulduğu bir dönemin ardından bilime düşmanlığın boy atması; beş para etmeyen “kadro”ların peşinde koşup yorulduktan sonra insanlara güvenmeyen, kuşkucu tiplerin türemesi hiç de uzak bir olasılık değil. Onun için Türkiye sosyalist hareketinde tepkilerin esiri olmamak; tepkileri, tepki sınırında hapsetmeyip senteze götürmek gerekiyor.
Kurtuluş burada. Kurtuluş felsefeyi gerektiriyor: Doğruda durmanın felsefesini. Bilimsel sosyalizm, doğruda durmasını bilmek demek. Ya sapmalar? Evet, sapmalar da böyle: Sapmalar, yalnızca, doğruda durmasını bilmeyenlerin ulaştığı en son durak.
Doğruda Durabilmenin Önemini Vurgulayan Örnekler Az Mı?
Tek ülkede sosyalizmi kurmanın güçlüklerini, bu işi mujiklerle gerçekleştirmenin bedellerini Lenin ve Stalin’le birlikte, hiç kuşkusuz, Troçki de biliyordu. Ama Lenin ve Stalin doğruda durmasını bilirken, Troçki bunu beceremedi. Troçki tek ülkede sosyalizmi kurmanın güçlüğünden, olanaksızlık sonucunu çıkardı. Mujiklerle iş yapmanın sabır işçiliğinden, köylü düşmanlığına sürüklendi. Troçki doğruda durmasını bilemedi.
Üçüncü Enternasyonal’in bir dönem attığı “sınıfa karşı sınıf” sloganının, yükselen faşizm tehlikesi karşısındaki sekter ve dışlayıcı içeriğini, daha sonra tüm işçi sınıfı partileri kavradılar. Ama hepsi doğruda durmasını becerebildi mi? Bir kısmı beceremedi. Yanlışı, sapmayla örtmek gibi bir çıkmaza düştüler. “Demokrasi” adına, açıkça, sınıf mücadelesi alanını, sosyalizm alanını terk ettiler. Bu büyük günah, doğruda durmayı becerememenin meyvesi oldu.[1]
Bu ikisi, dünya işçi sınıfı tarihinden rastgele örnekler. Gelelim Türkiye’den güncel bir örneğe. Bugün “ortodoks” ve “uluslararası çizgi doğrultusunda” gözüken örgütlerin kişiliksiz, ruhsuz, papağan, klişeci pek çok yöneticisini kim tanımaz ki? Bunlara tepki duymamak mümkün mü? Ama tepkiden tepkiye fark var. Biri, doğruda durmasını bilen, özümseyen bir tepki. Yararlı, üretken ve zorunlu olan bu. Ya öteki? Öteki ise, aynı kaynaktan çıkmakla birlikte, doğruda duramayıp uçlara savrulan, bilinen deyimi ile “papaza kızıp oruç bozan” bir tepki. Bunun sonu yok.
Peşinen belirtelim: Doğruda durmak kolay iş değil. Üstelik Türkiye’de hiç değil. Çünkü Türkiye’deki sosyalistlerin, sosyalizmi gerçekten de bir bilim olarak benimsediklerini, bu bilimin sağladığı yöntemleri yerli yerinde kullanabildiklerini söylemek çok güç. Buna bir de ülkemizde sosyalist hareketin ciddi bir teorik geleneğinin bulunmayışını eklersek, güçlük ayan beyan ortaya çıkar. Evet, sosyalistlerin işi zor. Ama sosyalizmin kolay iş olduğunu kim söylüyor ki?
Şimdi tekrar başa dönebiliriz: Türkiye sosyalistinin önünde bir yığın veri bulunuyor. Çoğu yeni yaşanmış. Tümü özgün. Dahası, somut veriler bunlar.
İşte “somut” dediğimizde, durup biraz düşünmek gerekiyor. Bilimsel sosyalizmde, gerçeklere giden yol, hep somuttan geçer. “Her yol Roma’ya çıkar” gibi, her yol somuttan geçer. Öyleyse alın bir yığın somut veri. Bakalım, doğruyu bulmak, doğruda durmak o kadar kolay mı?
Kolay olmadığı Türkiye’de çok kanıtlandı. Bundan sonra da kanıtlanacağa benziyor. Çünkü, Türkiye sosyalistinin, geleneksizlik ve teorisizlik sonucunda, somutu abartma, giderek somutu fetişleştirme eğilimi var. O nedenle Türkiye sosyalisti, etki karşısında tepkinin esiri oluyor. Ya papaza kızıp oruç bozuyor ya da papaza âşık olup yaşamını oruçla geçiriyor. Ortada yalnızca etki ve tepki var. Sentez yok. Çünkü sentez, somutun esaretinden kurtulmayı, soyutlamayı gerektiriyor. Soyutlama olmadan felsefe olmaz, bilim olmaz.
Somuta esaret, somuta yabancılaşmayı, giderek somutu da anlamamayı getirir. Soyutla somut, genelde özel, teori ile pratik, doğruda durmaya çalışanların denge değneğini oluşturur. Hep birlikte.
Soyut ve Somut
Bundan yaklaşık bir yıl kadar önce, bir partinin yerel kongresinde, yönetici hizip tarafından “münafık” olarak damgalanan bir kesim, partiye ciddi eleştiriler yöneltti. Eleştirilerin bir bölümünde “partinin dışına düşmeden, partiye dışarıdan bakmanın” gerçekçilik açısından zorunlu ve yararlı olduğunu vurguladı. Bu eleştirilerden sonra, yönetici hizbin “mümin” üyeleri söz aldılar. Şöyle dediler: “Dışarıdan baka baka dışına düşeceksiniz.” Bu sözler pek çok alkışlandı. Akıllarınca bu şekilde “taşı gediğine koymuş” oluyorlardı.
Aradan bir yıl geçti. Partiye dışarıdan bakmayı zinhar günah sayan müminlerin partisi, bir yıl içerisinde, Türkiye solunun en itibarsız partisi haline geldi. Hep “içeriden” baka baka, sonunda dibe oturdular.
Yalnızca bir örnek. Geneli görmeden özeli, soyutu görmeden somutu bilmenin mümkün olmadığını sergileyen bir örnek. Daha da ötesi, yalnızca ve tek başına verili somutu ya da özeli gözlemenin, ona esir olmanın, giderek o somut ya da özel konusundaki bilgileri de körelteceğini gösteriyor. Gerçekten de somuta soyuttan, özele ise genelden bakamamak, bunun sonucunda somuta ve özele de yabancılaşmak, Türkiye sosyalist hareketinin, tabii bu arada Türkiye sosyalistinin başlıca sorunlarından biri. Aynı zamanda doğruda duramamanın da kaynağı.
Soyuta ulaşmak, ama nasıl?
Elbette yine somuttan hareketle. Somut kendi başına yeterli değil. Kabul. Tek başına somut, insanları yanlışlara da götürebilir. Buna da evet. Ama yine de vurguluyoruz: İnsanları soyuta zorlayan ilk etken, her zaman somuttur. İnsanları genele götüren ilk veri, hep özeldir. Başlangıç, somuttur.
Özgürlük, soyut bir kavram. Doğa sevgisi de öyle. Örneğin mahpusluk ise çok daha somut bir olgu. Şimdi, aydınları, öğrencileri, sosyalistleri bir yana bırakalım. Adi bir suçtan hüküm giymiş, “kaba” ve “cahil” bir köylüyü düşünelim. Bu köylü, içeri düşmeden önce, özgürlük kavramını hiç düşünmemiştir. Doğa sevgisini ise duysa bile biçimlendirememiştir. Özel, yani mahpusluk, bunları düşünmeye zorlar onu. Önceleri özgürlüğün tadını ve boyutlarını hiç düşünmemişken, bunları düşünmeye zorlanır. Daha önce çobanlık ederken olağan sayıp üzerinde durmadığı doğa, çiçekleri, çayırları ve kuşları ile artık bambaşka bir dünyadır onun için. Somut ve özel, insanları, en ilkel düzeyde de olsa, soyuta ve genele böyle zorlar.
Buraya kadarı olağan. Önemli olan bundan sonrası. Somut, insanları soyuta zorlar. Ama ulaşılan yer, her zaman, soyutun en gelişmişi ya da en geçerlisi değildir. Somutun kendi başına yetersizliği de burada ortaya çıkar. Kimi önündeki somuttan, ancak en ilkel ve en basit soyutlamalara gidebilir. Öteki ise, belki daha ileri, daha biçimlenmiş, ama yanlış genellemelere ulaşır. İlki, doğruya doğru yol almasını bilemez. İkincisi ise, doğruda durmasını.
Söylediklerimizin hayli güncel örnekleri var. Türkiye sosyalist hareketinden örnekler. Sosyalist harekette bugüne dek olup bitenlere, üstüne üstlük geçtiğimiz 14 Ekim seçimlerine bakılıp hangi sonuçlara varılıyor? Önce, somuta esir olanlar ve doğruya yol almasını bilemeyenler var. Bunlar olup bitenlere baktıkları zaman “birlik” ya da “tekleşme” papağanlığı dışında “ciddi” hiçbir sonuca varamıyorlar. Gerçekte yerlerinde sayıyorlar. İkinci kesimde ise, doğruda durmasını bilemeyenler bulunuyor. Bunlar da somuta bakıyorlar. Ulaştıkları sonuç şu oluyor kendi deyimleri ile: “Reel sosyalizmin doğal kısırlığı.” Birinci sonuç, yerinde sayma. İkincisi ise entelektüalizm ve fantezi üretimi.
O halde somut kendi başına yeterli değil. Soyuta ve genele ulaşmak, bu yolda doğruda durmayı becerebilmek için mutlaka, eldeki somutu, ön teorik çerçeve ile, diyalektiğin diğer yasaları ile ve nihayet iktidar perspektifi ile bütünleyip pekiştirmek gerekiyor. Doğruda durmanın bir başka güvencesi burada yatıyor.
Türkiye sosyalist hareketinde, doğruda durmak bir yana, doğruyu bulmak bile tek başına yanlışın kanıtlanmasına indirgeniyor. Bir yanlışın kanıtlanması, tek başına, doğruya ulaşmanın, doğruyu yaşama geçirmenin güvencesi sayılıyor. Bu, bilimsel sosyalizmin diğer yasaları ve boyutları ile bütünlük kurulamadığı için böyle oluyor. Aynı konuda bir Marksisti dinleyelim şimdi:
Bilim, yalnız bir doğruyu bilmek değil, onun doğruluğunun güvenilir yöntemlerle saptanmış olduğunu bilmektir. Bir olguyu yalnız deneylerle kanıtlamak değil, onu sistemli yöntemlerle, olasılıklı bir yanılgının ortaya çıkarılmasını sağlayacak bir biçimde, diğer doğrularla birleştirmektir.[2]
Türkiye’de eksik olan da bu. Ortada yanlışlar var. Bir de yanlışlara karşı tepkiler. Ama bu tepkilerin, tutarlı bir çerçeve içerisinde sistemleştirildiğini söylemek mümkün değil. Veriler de tepkiler de tekil ve sistem dışı kalıyor. Doğruda duramama, oradan oraya savrulma da bu koşulların en doğal sonucu oluyor.
“Doğruda durmanın felsefesi”ni geliştirelim. Sırada zıtların birliği var. Zıtların birliği, gelişim sürecinde, geçici ve göreli bir nitelik taşıyor. Daha önemlisi, somut politik mücadele söz konusu olduğunda zıtların birliğinin temelinde, yanlışa karşı tepkilerin soyutlanıp sistemleştirilememesi yatıyor.
Türkiye sosyalist hareketinde, birbirine en zıt, en karşıt görünen kesimlerin özündeki “birlik” de buradan kaynaklanıyor. Verili yanlışlara karşı biçimlenen tepkilerin genel bir doğru teoride sistemleşememesi, zıtların birliği olgusunu, felsefedeki boyutlarının da ötesinde, Türkiye sosyalist hareketinin en çarpıcı özelliklerinden biri haline getiriyor. Bir küçük örnek: Türkiye’nin pahalı kolejlerinde, yüksek okullarında okuyan, kapitalist düzene, onun şartlanmalarına ve kurumlarına “ödünsüz” karşı çıktıklarını iddia eden gençler var. “Entelektüel” düzeyleri hayli yüksektir. Çok okurlar. Her şeyi okurlar. Aile ve evlilik kavramlarını, geri ve aşılmış bulurlar. Tabulardan tiksindiklerini söylerler. Belki de birkaç kişi toplanıp “komün hayatı” yaşarlar. Görünüşte “düzenin pisliklerinden” uzak, onların üzerindedirler.
Ama aralarında hep kavga ederler. Neden mi? Pek de “entelektüel” sayılamayacak nedenlerle. Biri, “komün”ün sigaralarını, payına az sigara düştüğü için çalıp zula eder. Öteki, başkalarından çok içebilmek için dolabına içki ya da uyuşturucu madde saklar. Oturup birbirlerini çekiştirirler. Kadınlar, birbirlerinin giysilerini kıskanırlar.
Bunların, aştıklarını iddia ettikleri olağan insanlardan, cahil lümpenlerden, onun bunun kuyusunu kazan dedikoducu kadınlardan ne farkları var? Burjuva kurumları böyle mi aşılır? Elbette değil. Tepki içten olsa bile, sistemleşememiştir. Sistemleşmeyen tepkilerin uç noktalara sürüklenmesi ise, Türkiye ilerici hareketinde “zıtların birliği”nin anasıdır.
Bu basit örnekten başkaları da var: Bir burjuva partisinin, esnaftan ve tüccarlardan oluşan bir ilçe teşkilatında geçerli olan politika ile, bir “sosyalist” partinin genel merkezinde uygulanan parti içi politika arasında ciddi bir fark bulmak mümkün müdür bugünün Türkiye’sinde? Burada da gelişip büyüyememenin doğurduğu tepkiler sistemleşemez. Sistemleşemeyince, çözüm içeride aranır. Kişisel yükselmede, kişisel hesaplarda aranır. Sonuç, kariyerizmdir. Bugün bir “sosyalist” partinin kariyerist genel merkez yöneticisi ile bir burjuva partisinin milletvekili olmayı düşleyen tüccar ilçe başkanı arasında fark yoktur. İkisi, zıtların birliğini oluşturur.
Zıtların birliği konusunda şimdilik bu kadar. Doğruda durmanın felsefesi, başka boyutları, başka yasaları da ön plana çıkarıyor.
İki Örnek
Soyutla somut, genel ile özel doğruda durmanın vazgeçilmez denge değneğini oluşturuyor. Bunu önce de vurguladık. Türkiye pratiğinden iki örneğin sorunu daha da açacağı kanısındayız. Hepimizin, özellikle son yıllarda sık sık duyduğu iki kavramdan hareketle iki örnek.
Türkiye solcusu için geçtiğimiz dört yıl, âdeta bir kitle örgütleri dönemi oldu. Soyut ile somut, genel ile özel arasındaki ilişkilere vereceğimiz örneklerden biri bu olgudan kaynaklanıyor. Genel planda siyasi hareket yer alıyor; özel ise, demokratik kitle örgütleri.
Kim olursa olsun, hangi “çizgi”de olursa olsun, demokratik kitle örgütleri söz konusu olduğunda söylenecek ilk söz belli. Şöyle denecektir: Demokratik kitle örgütlerine siyasal işlevler yakıştırmamak, onları siyasi mücadele araçları olarak görmemek gerekir. Türkiye solcusu, dört yıl içinde, demokratik kitle örgütleri konusunda yalnızca bunu öğrendi.
Peki, sorun gerçekten de bu muydu? “Siyasal işlev” yüklenen kitle örgütleri ortalığı sarmış, kitle örgütlerine bu işlevi yükleyen insanlardan geçilmez mi olmuştu?
Kesinlikle değil. Demokratik kitle örgütleri, ekonomik mücadelede yeri olan, uğraş alanını “demokrasi mücadelesi” olarak saptayan kuruluşlar. Peki ya Türkiye’deki “sosyalist” partiler? Açık konuşmak gerekirse şöyle: Türkiye’de sosyalist hareketi temsil etme iddiasındaki partilerin tümü, ekonomist yanı ağır basan, kendilerini kesinkes demokrasi mücadelesi ile sınırlı tutan örgütler. Sorun, demokratik kitle örgütlerinin “siyasal işlev” yüklenmelerinden değil, siyasal işlevleri olması gereken örgütlerin “demokratik kuruluş” görevlerini yeterli sayıp kendilerini onlarla sınırlamalarından kaynaklanıyor. Siyasi işleve heveslenen kitle örgütü yöneticisi ile onun bu niyetini eleştiren “sosyalist” parti yöneticisinin, bir ve aynı ipte oynayan iki cambazdan farkı kalmıyor. İkisi birlikte, yine zıtların birliğini oluşturuyorlar.
Şimdi, geneli görmeden özeli ve somutu bilmek mümkün mü? Geneli görmeyen, bir başka deyişle Türkiye’deki siyasetlere damgasını vuran özelliğin ekonomizm ve “demokrasi mücadelesi” atgözlüğü olduğunu bilmeyen bir kitle örgütü yöneticisinin, kendi örgütündeki sorunu saptaması mümkün mü? Mümkün değil. Mümkün olmayınca, ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: “Siyasi işlev”e heveslenen kitle örgütü yöneticisinin yaptığı kendini ekonomizme ve “demokrasi mücadelesi”ne hapseden siyasal kuruluşla aşık atmak oluyor. “Siyasi görev üstlenmemek gerekir” anlayışını benimseyip böyle olmaktan korkan daha iyi niyetli kitle örgütü yöneticisi ise, ekonomik ve demokratik mücadelesini daha da kısıtlayıp kendini burjuva anlamda “baskı grubu” olarak görmeye başlıyor.
Geneli görmeden, özeldeki hastalığı seçmek mümkün mü? Türkiye’deki “sosyalist” kuruluşların niteliğini görmeden, özel olarak demokratik kitle örgütlerindeki asıl hastalığın “siyasal işlev” değil, tersine daha aşağı düzeyde bir ekonomizm olduğunu görmek mümkün mü?
İkinci örnek örgütçülük kavramı üzerine. Belki de Türkiye sosyalist hareketinde en çok soysuzlaştırılan kavram. Türkiye sosyalisti için, “örgütçü adam”, kalabalık bir caddede açtığı bavuldan çıkardığı salatalık soyma aracını toplananlara satan bir işportacıya benzer. Hiç durmaz. Hep konuşur. Konuşmaktan ağzı köpürür. Sonunda birkaç müşteriye malını satar. Türkiye sosyalisti için “örgütçü adam” böyledir. “Örgütçü adam” çok sayıda insanı lafa boğup kendi çizgisine kazanan adamdır. Kazandıktan sonra ne yaptığı, hangi sözlerle kazandığı hiç ama hiç önem taşımaz.
Türkiye’de bu eksik, eksik olduğu için de yanlış örgütçülük kavramını değiştirmek gerekiyor. Bu “örgütçülük” anlayışı, 1961-71 TİP deneyiminden kalan ve kısa sürede ilçe teşkilatı kurmaya yarayan bir örgütçülük anlayışıdır. Zorunluluk, güdüklüğü doğurmuştur.
Oysa örgütçülük, insan kazanmaktan ibaret değil. Örgütçülük kazanılan insanı, en hızlı gelişebileceği biçimde istihdam etme yeteneği ve becerisidir. Bu olmadan, örgütçülük olmaz. Yalnızca tellallık ya da işportacılık olur.
O halde sorun şuna dayanıyor: Örgütünün ve hareketinin genel gelişme perspektifi, yakın ve uzun dönemdeki hedefleri üzerinde belirli bir an için soyut sayılabilecek tasarımı olmayanların, tek tek kazanılan bireyleri kendilerini geliştirebilecekleri biçimde o örgüt içinde istihdam etmeleri mümkün mü? Herhalde değil. Ve sorun da buradan kaynaklanıyor. Geleceği ve gelecekteki gelişimin boyutlarını göremeyenlerin, tek tek insanları en verimli, en yararlı biçimde örgüt birimlerine yerleştirmelerini beklemek hayal oluyor. Onun için de örgüte “imambayıldı olarak gelenler, sonunda patlıcan olarak çıkıyorlar”. Geneli ve soyutu görmeden, somutu yerli yerine oturtmanın olanaksızlığı, kendini bir kez daha böyle kanıtlıyor.
Türkiye sosyalisti, diyalektiği eksik bilir. Bilimsel sosyalizmi eksik bilmek demek, yanlış bilmek demek. Günümüz sosyalisti yalnızca “niceliğin niteliğe dönüşümünü” bilir. Yalnızca bunu bildiği için, niceliği abartır. Niceliği abarttığı için, işportacı gibi “adam kazanan” insanları gerçek örgütçü sayar. Bilmediği, yeterince benimseyemediği ise niteliğin niceliğe dönüşmesidir. İnsanların örgüt içindeki işlev ve konumları ile niteliklerini geliştirebildikleri bir yapının, bütün olarak nitelikçe gelişeceğini, bu nitelik gelişiminin ise, mutlaka niceliğe dönüşeceğini göremezler. Onun için, Türkiye solundaki pek çok sosyalist parti, “üyemiz artarsa tekleşiriz”, “çok oy alırsak tekleşiriz” mantığının esiridir.
Nitelik-nicelik ilişkisi, Türkiye sosyalist hareketini bundan sonra da meşgul edeceğe benziyor. Özellikle 14 Ekim seçimlerinden sonra. Şimdi soldaki bir kesim, “birlik” sorununu gündeme getiriyor. Söylediklerine göre, yakıcı olan, dayatıcı olan sorun bu imiş. Daha açığı, sözü edilen TSİP, TİP ve “ilerleme” birlikteliği.
Niteliğin niceliğe dönüşümünü bilmeyenler için, böyle bir birlikteliğin sihrine kapılmak çok doğal olsa gerek. İdeolojisi, elindeki militan tipi, yönetim zihniyeti açısından aralarında ciddi bir fark bulunmayan, daha açığı aynı kısırlığın, aynı papağanlığın esiri olan bu niteliksiz kümenin birlikteliği neyi getirecek? Neyi sağlayacak? Aynı eski ve bayat türküleri bu kez koro halinde söylemek çok mu etkili olacak?
Hiç sanmıyoruz.
Teori ve Pratik
Doğruda durmanın felsefesine devam etmek gerek. Rusya’da 1905 Devrimi’nin yenilgisini izleyen dönemi hatırlayalım. Bu dönem, Rus devrimci hareketinde, özellikle Rusya’nın sosyalist aydınları üzerinde özel ve belirgin bir etki yarattı. Ortamda kesin benzerlik var. Bir yanda yenilgiye uğramış bir devrim ve öte yanda yılların biriktirdiği somut veriler, deneyimler. Şimdi Rus sosyalisti bu verileri ayıklayacak. Tepkisi ve kızgınlığı ile bu verilerden doğru yolu bulup çıkarmaya çalışacak. Ama başta ortaya koyduğumuz sorun Rus sosyalisti için de geçerli: Rus sosyalisti tepkilerini biçimlendirirken, doğruda durmasını bilecek mi?
Lenin, Rus Marksistlerinin bir bölümünün, doğruda durmasını beceremediğini aktarıyor. Başlarında Lunaçarski, bir bölük Rus aydını, “gerçeği araştırmaya” çıkıyor. Çıkarken “belki yanlışız ama olsun, yine de araştıracağız” diyorlar. Bu misyonla yola çıkılınca, Marksizmin tümü, doğruyu bulma aşkına otopsi masasına yatırılıyor. Lenin, nasihatini eksik etmiyor böylelerinden:
“Yanlış bir yol tuttuk belki, ama araştırıyoruz” diye yazıyordu Lunaçarski. İncelemelerin yazarları adına. Sorun şurada: Siz araştıran değil, araştırılansınız. Burjuva felsefi modasındaki her değişmeye kendi, yani Marksist (madem Marksist olmak istiyorsunuz, böyle diyelim bakalım) görüş açınızla gitmiyorsunuz; moda size geliyor, idealistçe yetişmiş yeni vekillerini yutturuyor. [3]
İşte size ilginç bir sorun.
Türkiye’de dün ve bugün olup bitenlere yabancı bir örnek sayılmaz. Günümüz Türkiye’sinde, onca veri birikiminden sonra “araştırmak” üzere yola çıkanların sayısı belli değil. Ayrıca, çözümleme bekleyen bu birikimin karşısında ruhsuz ve kayıtsız kalmaktansa, “araştırmak” hiç kuşkusuz çok daha saygın bir çaba. Ama nereye kadar?
Yanıt tek cümle ile şu: Doğruda durulabildiği sürece. Lenin’in karşı çıkışı “araştırma” çabalarına değil. Lenin, Lunaçarski ve çevresinin doğruda duramadığını görüyor, onun için karşı çıkıyor. Karşı çıkışını da çok güzel anlatıyor. Diyor ki: Siz araştırıyorum sanıyorsunuz, ama gerçekte araştırılıyorsunuz. Ve ekliyor: Siz araştırdığınız olgulara Marksist olarak gitmiyorsunuz; kimi olgular size gelip sizden kılıf arıyor…
“Araştırma” adına yola çıkıp da doğruda durmasını beceremeyenleri ise iki ayrı kesim araştırıyor. Birincisi, burjuva ideolojisi. Yeni safsatalarını “eski” Marksistler ağzından yutturmak için, burjuvazi doğruda durmasını beceremeyen “araştırıcı” Marksistleri hep arar ve bulur. İkinci araştırıcı kesim ise doğruda durmasını beceren bilimsel sosyalistler. Onlar da geçmişin çözümlemesini yapıp gerekli sonuçları çıkarmak üzere, kaybolan bir nesli, batıp giden bir kuşağı sık sık araştırırlar. Hayli yararlı sonuçlara ulaşırlar.
Örnek olarak 12 Mart’ın hemen sonrasını alalım. 12 Mart sonrasında, Türkiyeli sosyalistler için, birikmiş bir yığın veri ve kimileri için de yenilgiye uğramış bir devrim (9 Mart) söz konusu idi. Herkes araştırma için yola koyuldu. Bunları teslim almak üzere burjuva ideolojisi zaten araştırıyordu. Bir bölümünü buldu. Bunlar, 12 Mart sonrasında, sosyalizm mücadelesinden usulca sıvışanlar oldu.
Bir başka kesim, şu 1961-71 TİP deneyimini iyi bir “araştırmak” üzere yola çıktı. Burjuvazi de elinde Aybarcı örgüt modeli onları arıyordu. Karşılaştılar. Birbirlerini buldular. Bugün ortada “eski TİP’in gerçek devamı olduğunu” iddia eden SDP var. Eski Dev-Gençliler de “araştırıyor”du. Yoksa öyle değil mi? Yoksa eski Dev-Gençliler araştırmıyor da TKP’nin klasik biletçilik anlayışı mı onları arıyordu? Evet, öyle idi. Onlar da buluştular. Dev-Genç Kemalizmi ile TKP’nin klasik Kemalizmi arasındaki yapay zıtlık da böylece ortadan kalkmış oldu.
Ancak 12 Mart’ın hemen sonrasına ilişkin tablonun bu kadar karanlık ve olumsuz biçimlendiği sanılmamalı. 12 Mart döneminden, doğruyu bularak ve doğruda durarak çıkanlar da oldu. Onların hikâyesi ise çok daha önemli. Çünkü böylelerinin kazandırdığı süreklilik sayesinde, “araştırma” ve “araştırılma” süreci kesintisiz işliyor. Asıl onları anlatmak gerekiyor: Günümüzde araştırma süreci yeni bir ivme kazanıyor. “Araştıran” sayısı giderek artıyor. Neden? Şundan: 12 Mart dönemi, savrulanlardan, “araştırma” adına yola çıkıp da kaybolanlardan ibaret değil. Sayıca sınırlı da olsa, bir başka kesim, 12 Mart döneminden çok önemli bir doğru ile çıktı: Örgüt. Daha açık söylemek gerekirse, 12 Mart döneminden doğruda durmasını bilerek çıkan kesimin ulaştığı tek doğru bu idi: Örgüt. Araştırma sürecinin günümüzde yeni bir ivme kazanmasının nedeni de 12 Mart’ın ürünü olan tek doğrunun, yani örgüt kavramının, 1975-79 döneminde çok ağır yaralar alması. Sorun burada. Dramatik olan da burada. Koskoca bir 1965-74 döneminin sonucunda ulaşılan en önemli, en büyük doğru olan örgüt bilincinin aynı zamanda son dört yılda en ağır darbeleri alan kavram oluşu, Türkiye sosyalisti için ilginç bir kadersizlik değil mi?
Bugün bu sürecin somut ama acı ürünleri toplanıyor. Sosyalizmden usulca ama ustaca sıvışmak isteyenler, gerekçelerini, yaşadıkları örgüt deneyiminin gerçekten çirkin, gerçekten tiksindirici örneklerinden arayıp buluyorlar. Bunlar, usulca sıvışmak isteyenler. Bir de sıvışmayı başka türlü gerçekleştirmek isteyenler var. Bunlar ise “araştırıyor”. Örgüt kavramını araştırıyorlar. Türkiye’de örgüt ve örgütlenme adına yapılan tüm çirkinlikleri Leninizme yüklüyorlar. Bu olumsuzlukların, Leninist örgütlenmede “mündemiç” olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar.
Türkiye sosyalisti, birikimi, formasyonu ve geleneği elverse idi, 1965-74 döneminden, birden çok doğruya ve gerçeğe ulaşarak çıkabilirdi. Böyle olmadı. Ufak tefek yan ürünler dışında, davaya bağlanacağı, doğruda durabileceği bir tek kazanım ile çıktı bu dönemden: Örgüt bilinci. Sonuçta tek kazanımı abartmaya başladı. Ona sımsıkı, bir ananın tek evladına sarıldığı gibi sarıldı. Talihsizliği de burada başladı. Sımsıkı sarıldığı örgüt kavramının 1975-79 döneminde çirkefle vaftiz edilmesi Türkiye sosyalisti için yıkımı da birlikte getirdi.
Buna karşılık, 1965-74 döneminden çok sayıda doğruya ulaşarak, ulaştığı doğrular arasında belirli bir sistem kurarak çıkabilen sınırlı bir kesim, kendilerinin de yürekten inandığı örgüt kavramının darbe almasından yıkıma uğramadı. Bunlar, iktidar umudunu ve hırsını yitirmeyenler. Örgüte ve sosyalizme, iktidarla birlikte inanırlar. Böyleleri soyutu ve geneli bildikleri için, bir aksamın arızalanması olayını da yerli yerine oturtabildiler. Ne küstüler ne de kan davası gütmeye başladılar. Önümüzdeki dönemin doğruda durabilenleri de hiç kuşkusuz böylelerinden çıkacak.
Buraya kadar söylenenlerden, doğruda durmanın yeni bir kuralı daha çıkıyor. Şöyle: Tek doğru ile doğruda durmasını becermek mümkün olmuyor. Doğruda durabilmek için çok sayıda doğruya ulaşmak, bunlar arasında mantıki bir sistem kurmak gerekiyor. Onun için, 1975-79 döneminden en hassas yerlerine öldürücü yumruk atıp çıkanların, yani örgüte olan inançlarını yitirenlerin ilacı şu oluyor: Sosyalizmi öğrenmek, daha çok öğrenmek; insanları, insan sevgisini yitirmeden daha çok tanımak; insan tanımak için yine örgütçü olmak; yaşamda olan her şeyle ilgilenmek ve nihayet yaşamdan hiç kopmamak.
“Teşbihte hata olmaz” sözüne sığınarak bir benzetme ile son vereceğiz. Yüksek okullarda belirli bilim adamları, profesörler vardır, bilirsiniz. Bunlardan bir kesimi, kendi dallarında hayli ilerlemiş, standartların üzerine çıkmış insanlardır. Böyle oldukları için, dünyaları kendi bilim dalları ile sınırlı değildir. Sanattan, spordan, sinemadan, kısacası yaşamda olan her şeyden anlarlar. Bunlar, öğrencilerini sınava da sokarlar. Ama bir sınavda âdeta bir jandarma gibi, kimin kopya çektiğini gözledikleri hiç görülmemiştir. Not verirken de öyle sarraf terazisi ile ölçmezler kimin ne alacağını. Bıktırıcı ve yararsız ayrıntıların çok üzerinde oldukları için, “çelebi” bir nitelik kazanırlar.
Çok sayıda doğruya ulaşıp doğruda durmasını beceren sosyalistler de bir bakıma bu bilim adamlarına benzer. Sosyalizm esnafı bir üçkâğıtçı yöneticinin yaptıkları, sosyalizme olan inançlarını sarsmaz. Şu ya da bu örgüt deneyiminin fos çıkması onları örgütlü hareketten soğutmaz. Çevrelerindeki başka sosyalistlerin jandarması ve yargıcı olmaya ise hiç hevesli değillerdir.
Kafalarının içindeki çerçeve çok geniş, bu çerçevenin içindeki bölmelerin sayısı da hayli fazla olduğu için, olumluluklar ve olumsuzluklar yerli yerine oturur bu çerçevenin içinde. Kafanın içinde arı gibi dolaşıp tüm düşünceye ve davranışa egemen olmaz. Sonuçta, ne tek tek güzellikler onu aşırı ve gerçek dışı bir coşkuya iter ne de çirkinlikler ve olumsuzluklar onu tümden yıkıma, küskünlüğe sürükler.
Önümüzdeki dönemin doğruda durabilenleri, böylelerinden çıkacak.
Örgüt ve İdeoloji
Şimdi sıra başka “araştırıcı”larda. Bu araştırıcıların ortak özelliği şu: Örgüt somutundan hareket ediyorlar. Doğrusu, Türkiye’deki örgüt pratiğinin sillesini hiç yemediklerini söylemek, haksızlık olacak. Onlar da çoğunlukla bu silleyi yediler: Yediler, sonra araştırmaya çıktılar. “Neden böyle oluyor” sorusunun yanıtını aramaya başladılar. Buna da denecek bir şey yok. Çünkü, dediğimiz gibi, doğruda durulduğu sürece, sosyalizme küsmektense “araştırmak” çok daha saygın bir çaba. Peki, doğruda durabiliyorlar mı? İşte bunu söylemek çok güç.
Türkiye’de çeşitli kesimlerde görülen bu “araştırıcı”lara yaklaşım biçimi açısından en verimli yolun örgüt-ideoloji ilişkileri olduğunu sanıyoruz. Daha açığı, bilimsel sosyalist ideoloji ile bilimsel sosyalist örgütlenme arasındaki ilişkiler. Soruna bu açıdan yaklaşıldığında, hayli ilginç paradokslarla karşılaşmak mümkün oluyor. Neler mi? Örneğin şunlar: Somuta küçümseme ile bakıp teoriyi ve düşünsel çabayı abartanların, gerçekte tam tamına somutun ve pratiğin esiri oldukları. Gerçeğin mekanik bir biçimde dış dünyanın yansıması olduğunu iddia edenlerin, özünde dış maddi gerçekliği inkârda en uca gittikleri. Örgütle ideolojiyi bıçakla ayırma iddiasında olanların, gerçekte zaman zaman örgütle ideolojiyi özdeş görme ucuna savruldukları vs. vs. Şimdi, bunları açmaya çalışacağız. Leninizme karşı saf tutanların tümünün ortak özelliği, örgütle ideolojiyi bir bıçakla kesinkes ayırma iddialarıdır. Kendi açılarından haksız da sayılmazlar. Çünkü, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, çelişkilerin aşırı ölçüde belirlenmesi, emperyalist zincirin zayıf halkadan kırılması çözümlemeleri ile Leninist örgütlenme arasında doğrudan ilişki (özdeşlik değil) bulunuyor. İdeoloji ile örgütlenme arasındaki bu ilişkinin, bir başka düzeydeki yansıması ise, hiç kuşkusuz, iradecilik ile kendiliğindencilik arasındaki ilişkidir. Lenin’in, iradecilik ile kendiliğindencilik arasında kurduğu dengeyi, örgütle ideoloji arasındaki dengede bulmak mümkündür. Lenin’in yirmi küsur yıllık uğraşının bilançosunun Leninizm olarak ortaya çıkışındaki neden de burada yatmaktadır.
Marx ve Engels burjuva devrimleri döneminde yaşadılar. Marx ve Engels’te, sanayi proletaryasının en bilinçli çekirdeğinden, yarı bilinçli ve bilinçsiz emekçilere doğru genişleyerek uzanan bir “ayrım” bulmak mümkün değil. Oysa Lenin’de bu var. Lenin bundan hareketle iki yol önerebilirdi. Bir: Bu ayrışmadan hareketle, örgütünü ve ideolojisini ortalama işçinin bilinç ve beklentisine göre biçimlendirmek. Tabii, “eşitsiz gelişim” ve “zayıf halka” çözümlemelerine rağmen ve onları yadsıyarak. O zaman Lenin, ideolojiyi ve örgütü önce keskin bir bıçakla birbirinden tamamen ayırır, sonra da ideolojisinin ileri ve “sivri” yanlarını aynı bıçakla törpüleyerek bu kez ikisini özdeş konuma getirirdi. “Eşitsiz gelişim” ve “zayıf halka” çözümlemelerini rafa kaldırmak bir yana, böyle bir işlem, Rus işçi sınıfı hareketinin kendisini, kendiliğindenciliğe teslim etmesi anlamına gelirdi.
Lenin ve Rus Bolşeviklerinin önündeki ikinci yol ise, görüntüdeki çelişkilere karşın, işçi sınıfının bütünü ve örgütleri ile ideoloji arasındaki ilişkilerde belirli bir uyumun sağlanması idi. Lenin ve Bolşevikler, doğru olan “eşitsiz gelişim” yasasından ödün vermeden bunu yaptılar. Doğru olanı yaptılar. Böylece, işçi sınıfının ve köylülüğün kendiliğinden örgütlenme biçimi olan Sovyetler dışında, proletaryanın en bilinçli çekirdeğinden oluşan Bolşevik Parti ortaya çıktı. Örgütle ideoloji arasındaki dolaylı ama kopmaz ilişki böyle belirdi. Leninist ideoloji, tam yansımasını Leninist Parti’de buluyor, sonra da “tercüme edilerek” emekçi yığınların bulunduğu Sovyetler’e ve diğer örgütlere ulaşıyordu.
İdeoloji ile yığınlar arasında hiç kopma olmadı mı? Bunlar her zaman üst üste çakıştı mı? Hiç kuşkusuz değil. Ama Lenin, bu tür kopmaların geçici olduğunu, mutlaka ortaya çıkacak olan çakışmalarda ise devrimin başarıya ulaşabileceğini görüyordu. Onun için ne ideoloji adına yığınların tümünden kopup iradeciliğe (ya da Blankiciliğe) ne de yığınların verili bir andaki konumu adına ideolojiden kopup kendiliğindenciliğe sürüklendi.
Lenin’in gördüğü sorunu, çözümleri farklı ve yanlış olmakla birlikte, hiç kuşkusuz başkaları da gördü. Örneğin bugünkü Troçkistler, ideoloji ve örgüt ile yığınlar arasındaki muhtemel kopuklukların giderilmesi için, örgütsel ilkelerin sulandırılmasını, demokratizmi öneriyorlar. Yani, önce örgütle ideolojiyi bütünüyle birbirinden ayırıyorlar. Sonra, özgün ideolojilerini kendilerine saklayıp “yığınlar için” özel bir demokratizm sunuyorlar. Bir bakıma, pilavı sulandırıp çocuklar için lapa haline getiriyorlar. Bunu da şöyle açıklıyorlar:
Proletaryanın kapitalizme karşı sosyalist mücadelesinin örgütsel biçimleri bakımından demokratik bir karakter taşıma zorunluluğu iki nedene dayandırılabilir. Bunlardan birincisi, farklı görüş ve farklı kısmi çıkarlara bölünmüşlüğü nesnel bir olgu olan işçi sınıfının en geniş kitlesinin bu mücadelelerde seferber edilmesinin başlıca örgütsel biçimleri, kesin bir işçi demokrasisi işleyişine sahip olmak durumundadır. Bu, aynı zamanda proletaryanın geniş yığınlarının pratik içinde siyasal eğitiminin zorunlu bir koşuludur da.[4]
Troçkistlerin meramı çok açık, örneğin işçi sınıfının en geniş yığınlarının örgütlendiği Sovyetler için itirazsız geçerli olan işçi demokrasisini, kapitalizme karşı mücadele eden her örgütsel biçim için geçerli görüyorlar. “Her” örgütsel biçim için geçerli olduğuna göre, hiç kuşkusuz, politik örgüt için de geçerli. Peki, politik örgüt için de geçerli sayılan bu demokratizmin gerekçesi ne? Onu da açıklıyor Troçkistler: “İşçi sınıfının farklı görüşlü kesimlerini bir araya toplamak.”
Bunları günümüzdeki Troçkistler yazıyor. Troçkizmin ilginç bir kaderi var. Günümüzdeki Troçkistler, peygamberlerine en vefasız insanlardan oluşuyor. Günümüzde, Troçki’ye dört dörtlük bağlı bir Troçkist bulmak o kadar güç ki… Örneğin Troçkistlerin günümüzde demokratlığı bu kadar ön plana çıkarmaları, hiç kuşkusuz Troçki’nin kendisinin bazı görüşlerinden kaynaklanıyor. Peki, Troçki her zaman böyle “demokrat”, böyle “hoşgörülü” mü idi?
Kesinlikle değildi. Troçki’nin yapay zorlamaları, kendisi için her zaman zıtların birliğini beraberinde getirdi. “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyeceksiniz ama, aynı Troçki, bir zamanlar “vidaların sıkıştırılmasını”, “seçimlerin yerine atama ilkesinin getirilmesini”, “emekçilere ordudaki gibi kumanda edilmesini” ve daha sonra “altı ay içinde yeni üye getiremeyenlerin ihracını” önerecek kadar “demokratlık”tan uzaklaşmıştı.[5]
Troçki’nin yaptığı ilginç değil mi? Önce ideolojiden ve örgütsel ilkelerden ödün verip demokratizme sürükleniyor. Örgütle ideolojiyi ayırıyor. Sonra da “vidaların sıkıştırılması” adına, ideolojideki ve politikadaki gereksinimleri aynen örgüt içinde uygulamaya kalkıyor. Örgütle ideolojiyi özdeş kılıyor bu kez. İki uç arasında doğruda durmanın fazileti (Leninist örgütlenme ve Lenin’in örgütle ideoloji arasında bulduğu sentez) Troçki’nin birbirine zıt düşünce ve eylemlerinden sonra ortaya daha açık bir biçimde çıkıyor.
Fizik olarak, Troçki ile Aybar arasında hiçbir benzerlik olmadığı açık, Ancak Troçki’yi bir “vida sıkıştıran” bir de “gevşeten” Troçki olarak ikiye ayırırsak, Aybar’ın, özünde Troçki’nin yarısı olduğu ortaya çıkar. Yani Aybar, “vidaları gevşeten” Troçki’yi andırıyor. Aybar’ın tüm teorisi kapitalizmin çelişkilerinin, işçileri, “örgütleri” içinde kendiliğinden bilinçlendireceği varsayımına dayanıyor.[6] Aybar da aynı Troçkistler gibi, çok sayıda örgütten söz ediyor bilinçlenme konusunda.
Aybar diyalektiği biliyor mu? Kapitalizmin gelişmesi ile Lenin’in “can çekişme” ve “kokuşma” saptamaları arasında “çelişki” bulan, bu iki gerçeğin birbiri ile uyuşmazlığını iddia eden birinin diyalektik bildiğinden söz edilebilir mi?[7] Burada Aybar şişip büyüyen bir balonun nasıl patladığına akıl erdiremeyen bir çocuğu andırıyor. Ancak Aybar’ın bilmedikleri hiç kuşkusuz bundan ibaret değil. Aybar, başka pek çok “sosyalist” gibi, aklını niceliğin niteliğe dönüşümüne takmış. Niteliğin niceliğe dönüşümünü ise hiç düşünmüyor. Düşünmediği için, ideolojisinden hiç ödün vermeyen, hatta ideolojisi ile yığınlardan “kopmuş” gözüken Bolşeviklerin, kısa bir sürede Sovyetler’de çoğunluğu nasıl sağladıklarına akıl erdiremiyor. Bolşevik niteliğin korunması, Sovyetler’deki niceliğin kazanılmasında başlıca etken oldu. Bir ideoloji olarak Bolşevizmle, bir örgüt biçimi olarak Sovyetler (yığınlar anlayınız) arasındaki geçici çakışmazlık, böyle sona erdi.
Paris Komünü, Sovyetler ve Leninist parti örgütlenmesi konuları üzerinde döne döne durmak gerekiyor.
Bunun için klasikleşmiş bir deyişe başvurmakta yarar var. Kapitalizmin gelişme döneminde, teknoloji konusunda iki görüş çarpıştı. Birinci görüşe göre, “icat icadın mucidi” idi. Yani, bir icat, bir başka icada yol açıyordu. Bunun karşısındaki görüş ise “ihtiyaç icadın mucididir” dedi. Yani, insanların ve toplumun yakıcı gereksinimleri, yeni icatları, yeni teknolojiyi körüklüyordu.
Marksist bilgi teorisine, bunun bir uzantısı olarak örgütlenme biçimlerine de böyle yaklaşmak gerekiyor. Paris Komünü, herhangi bir icadın değil, yığınsal bir gereksinimin ürünü idi. Sonraki Sovyet örgütlenmesi de Paris Komünü “icadının” değil, Rus işçi ve köylülerinin ihtiyaçlarının ürünü oldu. Bunları Aybar ve benzerleri de kabul eder. Kitleler, somut koşulların zorlaması ile somut bir örgütlenme biçimine ulaştı. Paris Komünü ve Sovyetler, emekçilerin, mevcut veriler karşısındaki kendiliğinden tepkilerinin ürünü oldu. Komün ve Sovyetler, devrim ihtiyacının değil, emekçilerin kendilerini savunma ihtiyaçlarının sonucuydu.
Bolşevik örgütlenme ise kabaca aynı şemayı izledi. Somut koşullar çözümlenerek soyutlandı. Sonra, Bolşevik örgütlenme ile yeniden somuta iade edildi. Yalnız, Leninist örgütlenme, kitlelerin değil bilimsel sosyalistlerin, savunma değil devrim ihtiyacının ürünü oldu. Devrim ihtiyacı, bir yanda Leninist ideoloji, öteki yanda Leninist örgütlenme olarak iki meyve verdi. Kitlelerin öz savunma ve yönetim diretişi ile bilimsel sosyalistlerin devrim ihtiyacı arasındaki uyum, bir yanda Sovyetler’in diğer yanda ise Bolşevik Parti’nin varlığı sonucunda sağlandı. Tek başına pratiğin esareti altına girmek kendiliğindenciliği, buna karşılık tek başına soyutlamanın (kuramsal olanın) esareti altına girmek iradeciliği getirecekti. Leninizm ikisinin arasındaki dengeyi buldu. Kitlelerin kendiliğinden örgütlenmesi ile devrim isteyen Bolşeviklerin örgütlenmesi arasında böyle bir denge sağlandı. 1917 Devrimi’nin başarısı ve korunması ile bu nesnel uyum öznel olarak da doruğuna ulaştı.
O halde, günümüzde, Leninist örgütlenme modelini yadsıyanlara sorulacak birkaç soru kalıyor. Bunları sorarak tamamlayalım:
- Somut koşulları soyutlayarak bilgiyi yeniden üretme gereğine inanıyor musunuz? Yoksa, basit bir “yansımacı” olarak, bilginin, insanların (bu arada işçi sınıfının) kafasında kendiliğinden yer edeceğine mi inanıyorsunuz?
- Eğer bilginin, soyutlama ürünü olduğuna inanıyorsanız, Leninist bilgi, dönemin dünya ve Rusya koşullarının soyutlanması değil midir?
- Çarlık Rusyası’nın, o dönemde emperyalizmin zayıf halkası olduğuna ve bunun temelinde yatan kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına inanıyor musunuz? Bunun yanı sıra ayrıca, devrime inanıyor musunuz?
- Eğer ikisine de “evet”se, tüm bu verilerden, Leninist örgütlenme ve Leninist strateji dışında bir başka “sonuç” çıkabileceğini düşünüyor musunuz?
- Leninist örgütlenme, başlıca eşitsiz gelişim yasasının ürünü olduğuna göre, Leninist örgütlenmeyi çürütebilmek için, eşitsiz gelişim yasasının günümüzde geçersiz olduğunu kanıtlayabilir misiniz?
Örgütle İdeoloji Özdeş Değildir
Aybar, Lenin’in örgütle ideolojiyi “iç içe bir sorun” olarak gördüğünü yazıyor.[8] Bu gerçekten doğru. Yalnız, Aybar buradan hareketle, Lenin’de örgütle ideolojinin özdeşleştirildiği sonucuna varmaya çalışıyor. Kendi açısından Aybar’ın bunu yapması gerekiyor. Başka çaresi yok. Çünkü ortada iki çift var. Bir: Aybar’ın ideolojisi ve örgütlenme biçimi; iki Leninist ideoloji ve örgütlenme biçimi. Böylece Aybar, Leninist ideolojiyi reddederek Leninist örgütlenmeyi;
Leninist örgütlenmeyi reddederek de Leninist ideolojiyi saf dışı bırakacağını hesaplıyor. Böylece de meydan kendi çiftine kalacak: Kendiliğinden bilinçlenme ideolojisi ile tek başına Paris Komünü ve Sovyetler tipi örgütlenme.
Örgütlenme ile ideoloji arasındaki sıkı bağların, hiç kuşkusuz Aybar da farkında. Aybar yalnızca bir örnek. Tüm anti-Leninistler bunun farkında. O nedenle, beraberinde “otomatikman” Leninizmin reddini getireceği için, tüm anti-Leninistler, proletaryanın sınıf örgütlenmesi olarak, yalnızca Paris Komünü ya da Sovyetler üzerinde duruyorlar. Bu deneyimleri abartıyorlar. Giderek işçi sınıfının devrimden sonraki egemenlik araçlarını ve iktidarın devrim sonrası örgütleniş biçimini, politik ve ideolojik mücadele aracının (partinin) yerine geçirmeye çalışıyorlar.
Bunların üzerinde yeterince durduk. Ancak aralarındaki sıkı ilişkiye karşın, Lenin’in hiçbir zaman, ideoloji ile örgütü özdeş görmediğini belirtmek gerekir. İdeoloji ile örgütün özdeş görülmesi, ya ideolojiden ödün verilip örgüt kapsamının ve ilkelerinin sulandırılmasını ya da yığınlardan kopma pahasına, örgütün dar bir tarikat haline getirilmesini doğurur. Önce de değindik: Leninizm, ideoloji ile örgütü özdeş görse idi, ya ideoloji adına Sovyet örgütlenmesini reddedip partisine kapanır, ya da mevcut kendiliğinden örgütlenmeler karşısında ideolojisini bırakır, partisini kapatır, Sovyetler’e sığınırdı.
Örgütle ideolojinin özdeş görülmesi, örgüte iki uç biçimde yansır: Sulandırılmış, disiplinsiz, türdeş olmayan bir örgüt yapısı; ya da olağanüstü dar, seçkinci (elitist) bir tekke. Oysa işçi sınıfı partileri, ne “kardeş biz de devrimciyiz” diyen herkese açık bir stadyum, ne de on parmağında on marifet olan harika çocukların girebildiği bir kulüptür. Örgütle ideolojinin özdeşleştirilmesi, her ikisini de statik, değişmez kalıplar olarak alan, aralarındaki ilişkiyi inkâr eden bir anlayışın ürünüdür. Aybar’ın yaptığı ise çok açık: Kendisinin birinciden yana olduğunu gizleyebilmek için, Lenin’i ikinciden yana gibi göstermek.
Örgüt ve insanlar olmadan ideolojinin, ideoloji olmadan da örgütün ve insanların gelişmesi mümkün değil. Birbirlerini etkileyip geliştiren iki öğenin “özdeş olabilmesi” ise hiç mümkün değil. İki öğenin, birbirini etkileyip geliştirebilmesi kendilerine özgü ve birbirinden farklı hayat damarlarının bulunması sayesinde gerçekleşir.
Örgütle ideolojiyi özdeş görme anlayışı hiç kuşkusuz yalnızca Aybar’a ve benzerlerine özgü bir yanılgı değil. Tersine, günümüzde, üstelik Türkiye’de, çok ama çok “ortodoks” görünen partilerin yöneticileri de aynı özdeşlik varsayımından hareket ediyorlar. Bunlar için örgüt ve ideoloji yan yana konup kalınlıkları ölçülecek demir parçalarından farklı değil. Bakıyorlar, belirli bir anda hangisi kalınsa onu tornaya veriyorlar. Örgüt ve çevresindeki halkalar mevcut ideolojiyi kaldıracak durumda değilse, ideolojiyi tornaya veriyorlar. Böylece ideolojik ödünler başlıyor. Ama diyalektik yasaları da işliyor. Bu kez törpülenen ideolojiye kıyasla, bazı örgüt üyeleri kalın kaçıyor. Onları da tornaya vermek gerek. Bu kez de ihraçlar ve tasfiyeler başlıyor.
Felsefi anlamdaki eklektizmin, örgütsel ve ideolojik alandaki olumsuzlukları da burada ortaya çıkıyor. Örgütle ideoloji arasında statik özdeşliği sağlama çabası sonucunda tornacılık başlıyor. Tornacılık ise, eklektizmi getiriyor. Eklektizm, sırf bir arada görünsün diye, bileşenlerin özelliklerini yok etmeye, törpülemeye dayanıyor. Sırf türdeşliği sağlama adına, insanlara beceri ve yetenekleri unutturuluyor. Çok kitap okuyan, okumaktan vazgeçiyor. İyi bağış toplayan, iyi aidat alan, yalnızca iyi küfür eden antipatik bir üye olarak yozlaştırılıyor. Sonuçta, “imambayıldı olarak gelen patlıcan”, mantı olarak gelen hamur biçiminde “sosyalizm” mücadelesini sürdürüyor!
Sonuç olarak ne söylenebilir? Kanımızca şu kadarı yeterli: Ömer Kükner’in Sosyalist İktidar’ın geçtiğimiz sayısında yer alan yazısında, teknoloji konusuna değiniliyor. Yazıda, “ya eskir demode olursa” endişesi ile, insanlığın önünden akıp giden teknolojiye trene bakar gibi bakan, bir yerden işin içine girmekten kaçınan aydınlar eleştiriliyor. Türkiye’nin sosyalist aydını da bunları andırıyor. Sürekli izliyorlar. Türkiye’deki “siyasi çizgi”leri gözlüyorlar. Birini çok beğeniyorlar. Katılıp omuz verecekler. Peki ama “ya eskirse…” İşte burada duralıyorlar. Mücadele, örgütlenme, tartışma önlerinden alıp gidiyor. Onlar tereddüt içindeler: Ya bu da fos çıkarsa… Ya “daha iyisi” gelirse…
“Daha gelişkini” için mevcut teknolojiden uzak kalmak, sonunda bir bütün olarak teknolojiden uzak kalmayı getiriyor. “Daha iyi” için mevcut örgütlenme ve mücadelelerden uzak durmak ise bir bütün olarak sosyalizmden uzak kalmaktan başka anlam taşımıyor.
Böyleleri için güzel bir söz var, Napoléon’un Lenin’e anımsattığı, Lenin’in de bizlere kadar ulaştırdığı bir söz: “On s’engage et puis… on voit.” Şu anlama geliyor:
“Bir kez ciddi bir savaşa girin, ne olduğunu ondan sonra görün.”[9]
Sosyalist İktidar Sayı: 3, 1979
[1] Sözünü ettiğimiz türden bir yanılgıya düşmemekle birlikte, İtalyan Komünist Partisi de, Togtiatti’nin ağzından, faşizmin yükselmesi karşısında eski burjuva partilerinden çok şey bekleme hatasını özeleştiri olarak dile getirmektedir. Sosyalist mücadele alanını örgütsel olarak terk etmeseler bile, faşizme karşı burjuva partilerine aşırı bel bağlama, hemen hemen tüm Batı Avrupa partileri ile ABD Komünist Partisi’nin ortak özelliğidir. (Bunun için bkz. Faşizm Üzerine Dersler, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 202.) Bunun dışında, çağdaş araştırıcıların bir bölümü, Avrupa’da faşizmin yükselişi ve büyük savaş sonrası gelişmelerden hareketle ulaşılan kimi sonuçlar karşısında uyarıda bulunmaktadırlar. Örneğin Dimitrov’un sözlerinden hareketle, faşizme karşı mücadelenin, zaman zaman sosyalist iktidar mücadelesi ile çakışabileceği belirtilmektedir, (bkz. Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, Sol Yayınları, s. 93-94.) Nihayet, son bir uyarı da Doğu Avrupa’daki “cephe” deneyimlerinin abartılarak, proletarya diktatörlüğüne geçişin tek biçimi olarak “birleşik cephe”nin görülmesi tehlikesine karşı yapılmaktadır. Aynı kaynak, s. 174. [2] Hovard Selsam, Din, Bilim ve Felsefe, Çev.: A. And, Bilim Yayınları, İstanbul, 1976, s. 104. [3] Marx-Engels-Lenin, Marksist Felsefe Yazıları, Çev.: Mesut Odman, Bilim Yayınları, İstanbul, 1976, s. 93. (KAYIP) [4] IV. Enternasyonal’den Bir Belge, Eleştiri Yayınları, İstanbul, 1979, s. 42. [5] M. Basmanov, Çağdaş Troçkizm ve Karşı Devrimci Özü, Çev.: M. Coşkun, Bilim Yayınları, İstanbul, 1975, s. 68, 213. [6] M. Ali Aybar, Marksizmde Örgüt Sorunu, Ankara, 1979, s. 113. [7] Aynı kaynak, s. 35. [8] Aynı kaynak, s. 20. [9] V.I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), 33. cilt, s. 480.