Editör Notu: Metin Çulhaoğlu’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden iki yıl geçti. Sadece büyük emekler verdiği ve kurucusu olduğu Türkiye İşçi Partisi ve yoldaşları değil, sosyalist düşünce dünyamız da son iki yılda Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunu derinden hissetti. Marksist-Leninist kurama hakimiyet, tarihsel ve güncel süreçleri izleyip çözümlemekte gösterdiği aydın ustalığı, en zor zamanlarda umut ve heyecan üretmeyi beceren duru akıl, yürüyüşünü asla duraksatmayan militan irade, kendi ifadeleriyle “iddialı ama mütevazı” devrimcilik; Metin Çulhaoğlu’nda cisimleşen tüm bu özellikler şimdi onun yazıları, eserleri, düşünceleri ile bize yol göstermeye devam ediyor. Ayrım olarak, aramızdan ayrılışının ikinci yılında Metin Çulhaoğlu’nu her biri son derece önemli yazılarından hazırladığımız ve bir hafta boyunca yayınlayacağımız bir seçki ile anıyoruz. Biliyoruz ki, Metin Çulhaoğlu’nun mirası, en başta da onun zengin ve yol gösteren düşüncesi okurları, yoldaşları, yol arkadaşları tarafından yaşatılacak.
***
Türkiye solunun genel durumuna ilişkin saptama ve çözümleme yapmak hayli sıkıntılı bir iştir. Sosyalist bir yazarın, içinde yer aldığı örgütün ötesinde, solun tümüne ilişkin değerlendirmelere yönelmesi birtakım riskler içerir. Bir kere böyle bir iş, yazarın kendi siyasal bağlılığını aşıp konuya görece yansız bakmasını gerektirir. Bu yansızlık çabasının, ele alınan her şeye soğuk yaklaşan bir tür ruhsuzluğa dönüşmesi mümkündür. Sonra, yansızlık çabasının gerektirdiği üstten bakış, okurda ukala bir yazarla karşı karşıya olduğu izlenimi uyandırabilir. Bu ve benzeri risklerden büsbütün kaçınma olanağı yoktur. Ama, Türkiye solunun genel durumuna ilişkin çözümlemeler gene de gerekliyse, yapılabilecek bir tek şey kalıyor: Bu tür çözümlemelere araya uzunca zaman koyarak girişmek. Çünkü, okurda bırakacağı şu ya da bu izlenimin dışında, örneğin iki ayda bir “solda durum saptaması” yapmanın bizatihi kendisi doğrudan doğruya ukalalık olacaktır.
“Sol” diyoruz. Önce bundan ne anlamak gerektiği üzerinde durulabilir. Türkiye’de, başta medya olmak üzere birçok kesim, “sol” kavramını, CHP’yi ve DSP’yi de kapsayacak genişlikte kullanmaktadır. Bu noktada, hem yavan sol sekterlikten hem de omurgasız genişlikten uzak durmak için net bir ayrıma yönelebiliriz. Bu ayrımı CHP-DSP’nin yönetimleri ve bu yönetimlerin izledikleri politikalarla, aynı partilerin yandaşları arasında yapmak gerekir. Örneğin CHP-DSP’nin yönetimlerini ve bu partilerin izledikleri politikaları sol saymak gerçekten mümkün değildir. Bu dışlamanın sekterlikle, kibirli beğenmezlikle ya da insan aşağılama merakıyla ilgisi yoktur. Durum nesnel olarak böyledir. Buna karşılık, bu iki partiye oy verenler arasında yer alan ilerici, demokrat, hatta devrimci kesimleri, salt bu partilere oy verdikleri için solun ilgi alanının dışında tutmanın da bir anlamı yoktur. Nahif de olsa eşitlikçi özlemler taşıyan, âdil bir gelir paylaşımı isteyen, toplumdaki kimi adaletsizliklere karşı çıkan kesimleri kapsayan bir kavram olarak sol, her zaman, bizim anladığımız anlamda sosyalizmi sarmalayan bir genişlikte olacaktır.
Ancak, sol özlemler, bir siyasal hareket ya da toplumsal muhalefet hareketi durumuna gelemediği için, bu genişlikte bir sol hareketten söz etmek pek anlamlı olmayacaktır. O zaman, sol hareket denildiğinde, bundan sosyalist partilerin, örgütlerin ve kadroların hareketini anlamak gerekir. Dolayısıyla bu yazıdaki genel durum saptaması, sosyalist partilerin, örgütlerin ve kadroların genel konumlanışına ilişkindir.
Günümüz İçin Geçerli Bir Tasnif Nasıl Yapılabilir?
Diyelim, sol hareket denildiğinde bundan sosyalist hareketi anlamak gerektiğinde mutabıkız. Buradan bir adım daha atalım ve Türkiye sol hareketini kendi içinde sınıflandırmaya çalışalım. İşte bu noktada ciddi güçlüklerle karşılaşacağımızı sanıyorum. Türkiye solunun geçmişinde, az çok nesnel diyebileceğimiz sınıflandırmalara gitmek mümkündü. Örneğin, 1960’ların sol hareketini, millî demokratik devrimcilik-sosyalist devrimcilik ekseninde ayrıştırmak belirli ölçülerde anlamlı olabiliyordu. Kuşkusuz, her şey MDD-SD ayrımında tükenmiyordu; ama buradan başlayıp anlamlı sonuçlara ulaşılabiliyordu. 70’lerin sonunda ise, kırcılık-şehircilik, Sovyetçilik-anti-Sovyetçilik, particilik-hareketçilik gibi ayrımların gene bir yere kadar işlevli olduğunu söyleyebiliriz. Bugün ise böyle bir kolaylığa sahip olduğumuzu sanmıyorum.
Devrimcilik-reformizm tasnifini önerenler çıkacaktır. Böyle bir tasnifi peşinen ve büsbütün reddetmek elbette mümkün değil. Gelgelelim bugün bu tasnifin bizi nereye kadar götürebileceğini iyice bir düşünmek gerekir. Örneğin bugünkü açık partileri alalım: ÖDP, EMEP, İP, SİP, DSİP ve TSİP… Bence bu partilerden hiçbiri reformist değildir. Bir kere bir sol partinin kimi politika ve önerilerinde reformist yanların bulunmasıyla, o partinin reformist olması birbirinden çok farklı şeylerdir (işin aslına bakılırsa, reformist hiçbir önerisi olmayan bir partinin politik olduğu bile söylenemez). Sonra, hiçbiri reformist olmayan bu altı partiyi, salt böyle olmadıkları için aynı yere koymanın anlamlı olamayacağını da herhalde herkes kabul edecektir.
Yanlış anlaşılmasın: Devrimcilik-reformizm tasnifinin artık geçerliliğini yitirdiğini söylemiyorum. Söylediğim, Türkiye solunda bugün için tanımlanabilir örgütlülüklerin, devrimcilik-reformculuk ölçütünden başlayarak, buna göre ikna edici bir tasnife tabi tutulmasının olanaksızlığıdır. Yoksa bu ülkenin solunda reformistler elbette vardır. Üstelik bunlar hayli kalabalık bir kesim oluştururlar. Gelgelelim devrimcilik-reformculuk tartışmaları o kadar eski minvalden, o kadar somutluktan kopuk biçimde, o kadar yüzeysel bir formasyonla ve o kadar beylik kavramlarla yürütülmektedir ki, bu tartışmalardan hareketle net ayrımlar yapılması giderek büsbütün olanaksızlaşmaktadır. Bir örnek vereyim: ÖDP’nin içinde reformistler de vardır; ama ÖDP kesinlikle reformist bir parti değildir. ÖDP’ye dışarıdan yöneltilen “reformist” eleştirisi ise, bu parti içindeki has reformistleri bile aklayacak bir yüzeysellik ve keyfilik taşımaktadır. Sonuçta, devrimcilik-reformizm tasnifi, somut durum ve güncellikle bağlantılı yeni bir içeriğe, yani güncel dolayımına kavuşturulmadığı sürece solda anlamlı bir yansıma bulamayacaktır.
Daha ötesi de söylenebilir. Örneğin, Kürt meselesi dendiğinde herkes barış trenine binecek; ama bunların bir kısmı reformist, bir kısmı devrimci olacak. İşçi sınıfı dendiğinde, herkes tıpış tıpış sendika mitinglerine gidecek; ama bunların bir kısmı reformist bir kısmı devrimci sayılacak. Mevcut siyasal partiler kanununa, kimileri reformist biçimde, kimileri de devrimci biçimde uyacak.
“Şeriat tehdidi”ne karşı hep aynı şeyler söylenecek; ama bunlardan bir kısmı reformist, bir kısmı devrimci kabul edilecek. Özelleştirmelere herkes aynı gerekçelerle karşı çıkacak; ama kimilerinin karşı çıkışının devrimci, kimilerininkinin ise reformist olduğu varsayılacak. Nihayet, sıra enternasyonalizme gelince herkes Küba ile aynı yol ve yöntemlerle “dayanışacak”; ama bu dayanışmacılardan bir kısmı reformist, bir kısmı da devrimci olarak tasnif edilecek…
Böyle saçmalık olmaz.
Peki, Türkiye solunu daha anlamlı sınıflandırmalara tabi tutacak başka ölçütlere, ayrımlara başvurulamaz mı? Bu soruyu başka türlü de formüle edebiliriz: Günümüz Türkiye solunu anlamlı bir tasnife tabi tutacak dolayım ne olabilir?
Bence bu tür dolayımlar var. Ama, bunlar var diye işler hemen kolaylaşmıyor. Çünkü bu doğrultuda önerilebilecek ölçütler, henüz Türkiye solunun bütün kesimleri tarafından önemi kavranmış, bilince çıkarılmış, şöyle ya da böyle belirli bir ortaklık temelinde kabullenilmiş ölçütler değil. Örneğin, bana göre, günümüz koşullarında devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik biçimindeki bir referans, Türkiye sol hareketinin sınıflandırılmasında başka her türlü ölçütten daha işlevli ve geliştirici olabilir. Bu tasnifin, hiç kuşkusuz devrimcilik-reformculuk, sınıfçılık-sınıftan kaçışçılık, Leninizm-Leninizm karşıtlığı ve benzeri ayrımlarla ilişkisi vardır. Ancak asıl görülmesi gereken, günümüzün koşullarında aynı ayrımın, diğer ayrımların hepsini önceleyen, açıklayıcı bir temel olma özelliği kazanmasıdır. Daha net olsun diye ekliyorum: Bugün Türkiye solunda, örneğin “Leninist misin değil misin?” diye başlatılan bir tartışmaya göre, “devrimci Marksizmi mi yoksa radikal demokrasiciliği mi savunuyorsun” noktasından yola çıkan bir tartışma çok daha adım attırıcı ve üretken olacaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın: Böyle bir tartışmada Leninizm gene gündeme gelecektir; ama bu kez ciddi bir düşünce ve tartışma sürecinin mantıksal akışında önemli bir uğrak noktası olarak…
Devam etmeden önce bir açıklama yapmam gerekiyor. “Devrimci Marksizm” kavramı, benim bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk kez Sınıf Bilinci çevresi tarafından kullanılmıştır. Kaynağını belirterek benimsemekte ve kullanmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Ama, şöyle bir soru akla gelebilir: Marksizm zaten devrimci değil mi? Marksizmin önüne ayrıca bir “devrimci” sözcüğü eklemek gerekli mi? Bu soru hayli kapsamlı tartışmaları gerektiriyor. Kişisel olarak, Marksizmin kendisinin esasen devrimci olduğunu düşünenlerdenim. Gelgeldim, son yüz yıllık dönemde Marksizmin, açık red içermeyen, hatta çok ortodoks gibi görünen reformist yorumları yapılabilmiştir. Bu gerçeği gözeterek, ayrıntılı tartışmalara girmeden, “devrimci Marksizm” kavramının kullanılmasında şimdilik bir sakınca olmadığını düşünüyorum.
Devrimci Marksizm ve Radikal Demokrasicilik: Ne Kastediliyor?
Madem böyle, devrimci Marksizmden ve radikal demokrasicilikten ne anlaşılması gerektiğini açıkça ortaya koyalım. Devrimci Marksizmin temel vurguları ve ilkeleri şöyle özetlenebilir:
Devrimci Marksizmde, kapitalist üretim tarzına özgü çelişkiler ve sömürü olgusu, toplumda var olan her tür eşitsizlik, adaletsizlik, baskı ve tahakküme göre, hem açıklayıcılık anlamında hem de programatik anlamda öncelik taşır. Açıklayıcılıktan kastedilen, kapitalist toplumlardaki birçok eşitsizliğin, adaletsizliğin, vb. kapitalist üretim tarzına özgü temel çelişkiler tarafından belirlenmesi ve bu çelişkilerden hareketle açıklanabilmesidir. Programatik öncelikten kastedilen ise şudur: Toplumda var olan ve kapitalist üretim tarzıyla birebir nedensellik ilişkisi içine sokulamayacak baskı ve tahakküm biçimlerinde bile, var olan kapitalist formasyonun genel bir üstbelirlemesi söz konusudur; dolayısıyla, radikal bir toplum projesi, programatik olarak, belirleyene ve üst-belirleyene öncelik tanımak durumundadır.
Devrimci Marksizme göre, kapitalist üretim tarzının temel çelişkisinde, bizzat kendisi asli taraf olduğu için ayrıksı yer tutan bir sınıf vardır: İşçi Sınıfı. İşçi sınıfı, kapitalist toplumun temel çelişkisinde net bir taraf olduğu ve kendi çıkarı bu çelişkinin çözümünü öngördüğü için, toplumdaki çeşitli baskıların, tahakküm biçimlerinin, vb. hedefi olan başka kesimlere göre ayrı ve önde bir konuma sahiptir.
Devrimci Marksizm, kapitalist üretim tarzının ve ona uygun üstyapıların yerleşip oturmasının, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve adalet gibi kavramların her birine özel bir içerik ve bağlam kazandırdığını savunur. Başka deyişle kapitalizm, bu kavramların, üretim tarzını ve ona ilişkin ideolojik-hukuksal üstyapıları aşkın bir içerikte kullanılmasını olanaksız kılmıştır. Dolayısıyla, söz konusu kavramların, belirli toplum biçimlerinden bağımsız, onlara aşkın biçimde anlamlandırılması ve hedeflenmesi mümkün değildir. Örneğin demokrasi, ya sınıflı ya da sınıfsız bir toplum bağlamında anlamlandırılacaktır, başka bir yol yoktur (sınıfların gerçekten ve bütünüyle ortadan kalktığı bir toplumda, demokrasi kavramının da gündemden düşeceği ve yerini “katılım” gibi kavramlara terk edeceği düşünülebilir).
Devrimci Marksizmde, kapitalizmi aşan, sınıfsız topluma yönelen hareketin özü, hiç kuşkusuz toplumsal devrimdir; bu devrimle gelecek kurtuluş da toplumsal kurtuluştur. Ancak, toplumsal devrimin öncülü ve temeli, sömürücü sınıfların iktidardan alaşağı edildikleri ve yerine sömürüye son verecek sınıfların iktidarının kurulduğu siyasal devrimdir.
Devrimci Marksizmin temel vurguları olarak bunlardan söz edilebilir. Buna karşılık, radikal demokrasiciliğin belirgin yanları, yukarıdaki vurgulara doğrudan doğruya karşıt bir konumu yansıtmaktadır. Özetleyecek olursak, radikal demokrasicilik:
Toplumdaki çeşitli eşitsizlikleri, baskıları, tahakküm biçimlerini vb. belirli bir temelden hareketle açıklamayı indirgemecilik saymakta, bu olgular arasında herhangi bir öncelik-sonralık ilişkisi ya da hiyerarşi gözetmemektedir.
İşçi sınıfının, kendi nesnel çıkarları gereği kapitalizmle özsel bir karşıtlığı olduğunu kabul etmemekte; bundan da öte, sınıfsal zeminde nesnel çıkar diye bir tanımlama yapılamayacağını, dolayısıyla, siyasal hareketleri, nesnel çıkarların değil oluşturulan siyasal söylemlerin yaratacağını savunmaktadır.
Demokrasiyi, içeriği ve bağlamı üretim tarzı tarafından belirlenmeyen, her tür üretim tarzını aşkın bir değer saymakta; hatta bir toplum düzeni olarak sosyalizmi, asıl hedef olan demokrasiye götürecek araçsal bir evre olarak tanımla- maktadır.
Siyasal devrimi belirsizlikler alanına iterek büyük ölçüde ortadan kaldırmakta; var olan düzen içinde ideolojik söylemlerle oluşturulacak hegemonyanın, herhangi bir siyasal devrim ve siyasal iktidar eşiği olmaksızın, geliş gelişe düşmanı teslime zorlayıp toplumsal devrimi gerçekleştirebileceğini söylemektedir.
Yukarıdaki ayrımların günümüz Türkiye soluna hemen ve birebir uygulanması güç görünebilir. Ancak, burada yapılmaya çalışılan, reel ve somut ayrımların ana kaynağını ortaya koymaktır. Bu ana kaynağın üretkenliği ve geliştiriciliğiyle, daha somut ve güncel türevlere ulaşılabilir. Örneğin, eğer gündemde Leninizme ilişkin bir tartışma ve duyarlılık varsa, devrimci Marksizmin en son vurgusu (toplumsal devrim-siyasal devrim ilişkisi ve ayrımı) Leninizmin gerektiği gibi ele alınması için iyi bir başlangıç zemini oluşturacaktır. Keza, “yeni toplumsal hareketler”e (feminizm, ekoloji, vb.) tanınan önem, siyasal İslamın ne kadar demokrasi hak ettiği, sivil toplumun önceden fethinin mümkün olup olmadığı, somut ve güncel sorunlarla nihai hedef arasındaki ilişkilerin kurgulanması, vb. gibi birçok güncel sorunu, gene burada sıralanan temel ayrım noktalarını geliştirip üreterek açmak ve yerli yerine oturtmak mümkündür. Leninizm mi, değil mi; ya da reformculuk mu devrimcilik mi gibi ayrımlardan yola çıkıldığında, geriye doğru (kurama ve ilkelere) yapılan atıflarla, ileriye doğru (ülkeyi bekleyen siyasal gelecek, devrim kurguları, vb.) yapılan atıflar birbirine çok fazla karışıp ciddi tartışma düzensizlikleri yaratabilmektedir. Burada önerilen ayrımda ise, geriye ve ileriye böyle sıçramalı atıflar yapmaksızın, tartışmanın daha doğrusal bir hatta ilerletilmesi mümkün olabilecektir.
Kimler, Neden Karşı Çıkabilir?
Az önce önerilen ayrım, geleneksel sol, yeni sol ve devrimci demokrasi biçiminde yapılagelen tasnifin yeniden sınanması açısından da yararlı olabilecektir. Bana kalırsa Türkiye solunun gelişim doğrultusu, bu geleneksel sınıflandırma biçiminin sınırlarını zorlamış, hatta aşmıştır. Bir kere, 1989-91 dönemeci, Türkiye’deki (ve başka birçok ülkedeki) geleneksel solun büyük bölümünü doğrudan doğruya reformizme taşımıştır. Sonra, bu satırların yazarı dâhil birçok geleneksel solcunun “yeni sol” olarak tanımladığı kesim içinde, devrimci Marksizmi sahiplenenler çıkmıştır. Nihayet, devrimci demokrasi, bir süredir kendini yeniden üretemez duruma gelmiştir. Kısacası, reel sosyalizmin çöküşü, biz ne dersek diyelim, 1930’dan 1990’a uzanan 60 yıllık bir deneyimi, solun sınıflandırılmasında başvurulabilecek başlıca ölçüt olmaktan çıkartmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü, bir başka açıdan daha turnusol kâğıdı işlevi görmüştür. Örneğin, reel sosyalizm eleştirisini devrimci Marksist konumdan yaptığı varsayılan birçok çizgi ve konumlanışın, aslında düpedüz post-Marksist olduğu da gene bu sayede ortaya çıkmıştır.
Toparlarsak, devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımı, günümüz Türkiye solunun tasnifinde başka ölçütlere göre gerçekten çok daha yararlı bir başlangıç noktası olabilir. Ne var ki Türkiye solunun gerçekçi bir tasnif için bu noktadan yola çıkmaya hazır olduğu söylenemez. Hazır olmak şöyle dursun, Türkiye solu böyle bir ayrıma farklı farklı gerekçelerle itiraz edecektir. Bir kere, söz konusu ayrım solun bir kesimine hiçbir şey ifade etmeyecektir. Daha doğrusu, bu kesim, bu ayrımla ne anlatılmak istendiğini bile anlamayacaktır (burada kastettiğim, solun, ‘devrimci demokrat’ olarak tanımlanan ve ‘askerî’ etkinliğe başat önem veren kesimidir). Anlayan kesim ise, aynı ayrımın pek işine gelmediğini düşünecektir. Sağda duranlar ya da gerçekten reformist olanlar, bu ayrımı büyük olasılıkla fazla “deşifre edici”, giderek “bölücü” bulacaklardır. Devrimci Marksizmi sahiplenmesi gerekenler büyük olasılıkla şöyle düşüneceklerdir: “Leninist misin, değil misin; öncü örgüt anlayışını benimsiyor musun, benimsemiyor musun; ya da reformist misin, devrimci misin soruları bizim için çok daha iyiydi; böylece kestirmeden gidip bir sürü dertten kurtuluyorduk; şimdi eski köye yeni âdet getirip ‘devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik’ gibi ayrımlara yönelmenin ne âlemi var?”
Oysa devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımının ciddiye alınması birçok açıdan ilerletici olabilirdi. Neden? Çünkü diğer ayrımlar, verili durumda, artık geliştirici ve yeni sorulara yöneltici potansiyellerini yitirmiş; böylece, kişisel ya da grupsal konum deklarasyonu ötesinde anlam içeremez duruma gelmişlerdir. Devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımı ise, bu ülkeye ilişkin olarak, işçi sınıfının nesnel durumu ve ideolojik yönelimlerinden, demokratikleşmenin doğal üst sınırlarına; kapitalist sömürü ile diğer toplumsal tahakküm biçimleri arasında somut ilişkiler kurulmasından, egemen ideoloji ve ideolojik eklemlenme olanaklarına kadar birçok somut siyasal konunun tartışılmasını gündeme getirecektir.
Önceki paragraf bir yere kadar bir hayıflanmayı yansıtıyor. “Ayrım bu noktadan yapılsaydı daha iyi olurdu, ama olmadı” deniliyor. Bununla birlikte, fırsatın büsbütün kaçırıldığını düşünmek doğru olmaz. Devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımının, solun bütünü tarafından olmasa bile önemli kesimleri tarafından belirleyici sayılması hâlâ mümkündür. Bunun için, önce kimi önyargıların ve kuşkuların giderilmesi gerekiyor. Açık konuşmakta yarar var: Örneğin bugün, Maya, Kaldıraç, Ekim gibi dergilerin temsil ettiği gruplarla, aşağı yukarı aynı anlayışın en gelişkin temsilcisi olan SİP, “devrimcilik-reform- culuk” ayrımına hayli meraklı görünmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, böylesi daha kolaylarına gelmektedir. Çünkü, devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik gibi bir ayrımdan yola çıkıldığında, bu ayrımı işleyip geliştirebilecek kuramsal donanıma (şimdilik) sahip değillerdir. Böyle bir donanıma sahip olması gereken SİP ise, sanırım kendine özgü birtakım gerekçelerle bu işe pek bulaşmak istememektedir.
Açık konuşmayı sürdürmekte yarar var. DHG, TİKKO, vb. hareketlerin, buralardan ayrışacak tek tek gelişkin kadrolar dışında, devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik türü bir ayrımı kavramaları bile mümkün değildir. Maya, Kaldıraç, Ekim gibi gruplar ise, bu ayrımın önemini kavrayabilirler; ama buradan yürümek işlerine gelmez. Çünkü böyle yaptıklarında, kendi çelik çekirdek alanlarının dışında başka birçok devrimci Marksist olduğunu ve papağan gibi yineledikleri klişelerin ötesinde yeni tartışma alanlarına yönelmeleri gerektiğini kabul etmek zorunda kalacaklardır. SİP ise, ayrımın önemini büyük olasılıkla kavrayacak ama sahiplenmeyecektir. Çünkü SİP gibi hareketler, varlık gerekçelerini, kendi mantıklarına göre birtakım olmuş bitmişliklere, kesinleşmiş ayrışmalara ve sonuçlanmış harmanlamalara dayandırmak zorundadırlar. Sol harekette daha binbir türlü ayrışma, harmanlanma, yeniden saflaşma yaşanacağını kendileri (en azından üst düzey kadroları) de bildikleri halde, bugünkü durumu, kendilerini net ve ayrıksı bir konuma yerleştiren, az çok nihai bir ayrışmanın son perdesi saymayı yeğleyeceklerdir. Benzer şeyler DSİP ve TSİP için de söylenebilir.
Ancak, bence bunlardan daha önemli olanı şu: Başta ÖDP olmak üzere solun daha geniş kesimleri, önerilen ayrım karşısında büyük bir ürküntü duyacaklardır. Örneğin, ÖDP’nin önemlice bir kesimi, bu ayrım önerisini “Kuruçeşme süreçlerinin sonuçsuz kalmasına neden olan ‘devrimcilik-reformizm’ ayrımının yeniden hortlatılması” olarak tanımlayacaktır. Kuruçeşme sürecini gerçekten “devrimcilik-reformizm” ayrımının mı akim bıraktığı ayrı bir tartışma konusu. Bunu bir yana bırakalım. Önemli olan şu: Burada, örgütsel karşılığı olması gereken bir ayrışma değil, tartışmaya zemin oluşturacak bir tasnif önerilmektedir. Genel olarak solda, özel olarak da ÖDP içinde, bir yanda devrimci Marksistlerin, diğer yanda da radikal demokrasicilerin olduğunu pek çok kişi bilmektedir. Bu durumda, önerilen, devrimci Marksistlerin ayrı, radikal demokrasicilerin ise ayrı çatılar altında toplanmaları değildir. Önerilen, aynı örgüt içindeki tartışmanın daha reel temellere ve bütünlüklü çerçevelere oturtulmasıdır. İkincisi ve belki de daha önemli olan nokta ise şu: Radikal demokrasiciliğin, her durumda ve mutlaka reformizm anlamına geleceğini de düşünmüyorum. Benim bilebildiğim kadarıyla, radikal demokrasiciliğin, en azından kuramsal düzeyde reformist yorumları da olabilir, devrimci yorumları da. Dolayısıyla, devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımının, devrimcilik-reformizm ayrımının basit bir kopyası ya da kılık değiştirmiş bir biçimi olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır.
Güncelden ve Somuttan Kalkılırsa…
Devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımının geçerliliği konusunda ne dersek diyelim, böyle bir ayrımın hemen benimsenmesini beklemek, değindiğim gerekçelerden ötürü gerçekçi olmayacaktır. Ancak, aynı ayrımın, süreç içinde başka dolayımlarla ön plana çıkması mümkündür. Örneğin Türkiye solu “verili güncellikten” yola çıkma, “somut durumdan hareket etme” türü önerileri pek sevmektedir. O kadar ki, “somuttan kalktıklarına” inananlar, yöntem olarak genelden özele inmeyi benimseyen ve bu yüzden kendilerine “ters” gelen yaklaşımlar karşısında, açık ya da örtük bir böbürlenme duygusuna bile kapılabilmektedirler. O halde, “verili güncellik” ya da “somut durum” neyse, biz de oradan yola çıkalım. Bizim için hiçbir sakıncası yok; pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
Buradan yola çıkıp çevreye şöyle bir bakıldığında, solun “kuramcı” ya da “doktriner” diye tanımlanan (daha doğrusu bu biçimde küçümsenen) kesimleriyle, pratikçi ve somutçu diye bilinen (daha doğrusu kendilerinin öyle olduklarını söyleyip böbürlenen) kesimleri arasında çok çarpıcı bir eşitsizlik olduğu görülecektir. Şöyle bir eşitsizlik: Türkiye solunda, en “kuramcı” ya da “doktriner” sayılan kesimlerin bile güncel siyasete, somut duruma, pratiğe, eyleme, vb. bakan bir yüzleri varken, somutçu ve güncelcilerin, daha genel ve kuramsal olana, geleceğe, vizyon ve perspektif üretimine dönük yüzleri fazlasıyla kişiliksiz ya da azgelişmiştir. Bunun ağır bir eleştiri olduğunun farkındayım. Konuyu açmak için, “güncellik” sayılmasına kimsenin itiraz etmeyeceğini sandığım kimi başlıkları ele alabiliriz. Sıralıyorum: “Kirli savaş” ve barış: siyasal İslam ve buna karşı mücadele; ülkedeki kriz-restorasyon süreçleri; ve nihayet sol dalgayı yaratma ve “toplumsal muhalefeti örgütleme” görevi…
Sırayla gidelim. Bir: Türkiye solunun güncelci ve somutçu kesimlerinin, kirli savaşın sürdüğü ya da tersine sona erdiği bir Türkiye’de, duruma göre, sol için neyin ne ölçüde ve hangi önemli parametrelerle değişeceği konusunda dişe dokunur hiçbir vizyonu ya da perspektifi yoktur. Hepsi şudur: “Ortada bir eylemlilik, hareketlilik var, biz de bunun bir ucundan tutalım” ya da “barış olmadan bu ülkede başka hiçbir konu gündeme getirilemez”. İki: Türkiye solunun güncelci ve somutçu kesimlerinin, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişinin, sosyolojik (sınıfsal anlayınız), tarihsel, siyasal ve kültürel temelleri konusunda hiçbir fikri yoktur. Hepsi şudur: “Laiklik deniyor, 8 yıllık eğitim deniyor; biz ne diyeceğiz?” Üç: Türkiye solunun güncelci ve somutçu kesimlerinin, kapitalizmin yeniden yapılanması, bu yeniden yapılanmada devlete biçilen rol, devletin dönüşümü, kamusal alanın bir yandan devlet öbür yandan sermaye tarafından istilası, devletin mali krizi gibi olguları belirli bir bütünlük içinde çözümleyen, başka deyişle rejim krizini yapısal krizle ilişkilendiren hiçbir kurgusu yoktur. Hepsi şudur: “Susurluk’la birlikte ‘derin devleti’ deşifre etme olanağı doğmuştur, hadi bu olanaktan yararlanalım”. Dört: Türkiye solunun güncelci ve somutçu kesimlerinin, sol dalganın hangi özel etkinlik ve söylemlerle yükselebileceği, sol dalgada belirli bir sınıfın özel yeri olup olmayacağı ve benzeri konularda hiçbir önsel kurgusu yoktur. Hepsi şudur: “Sokaktaki adama ulaşırsak, eylem yaparsak, iş kotarırsak, sol dalga ve toplumsal muhalefet de yükselir…”
Anlatmak istediğim açık: Somuttan ve güncellikten kalkmayı önerenlere uyup bunlarla birlikte yola çıkıldığında, bu kez de daha genele doğru birkaç adım atmak isteyenlerle, somutun ve güncelliğin verili belirlenimlerinin içinde kalmayı tercih edenler arasında bir mesafe doğmaktadır. Gelgelelim, bu mesafenin sürekli ve kalıcı olması mümkün değildir. İnsanları, genel ve görece daha kuramsal savları tartışmaya zorlamak güç, hatta olanaksız olabilir; ama “somutluk” ya da “güncellik” dediği alan içinde dolap beygiri gibi dönüp durduğunu fark eden bir insanın, bir noktadan sonra durumunu düşünüp daha genel ve bütünsel olana yönelmemesi mümkün değildir. İşte, bu kritik an gelip çattığında, sol daha anlamlı ayrım çizgileri üzerinden daha verimli bir tartışmanın ve pratiğin içine girebilecektir.
Bu tartışmanın ve pratiğin, daha ileri ve gelişkin bir düzeyde yürütülmesi mümkündür. “Bu işlerin” başlangıcı olarak 7 yıl önceki Kuruçeşme tartışmalarını alırsak, o günden bu yana solun gereksiz birçok tartışma safrasından, hiçbir ilerleticiliği olmayan moda kavramlardan ve ancak tuhaf denilebilecek kimi yönelimlerden giderek daha çok arındığını görürüz. Özetle, 1997 yılının solu, 1990 yılının solundan daha soldadır. Gerçekten ilginçtir: Kuruçeşme’nin sonuç belgeleri, tartışma süreçlerinde söylenenlerden daha soldadır; BSP, SBP’den daha solda yer almıştır; ÖDP ise, 1996 Şubat’ına göre bugün daha sol bir konumlanışa sahiptir. Ortaya çıkan bu “sol balans ayarı” kanımca şu olguların ürünüdür:
1989-91 dönemecinde yaşanılan “iyi sosyalizm kötü sosyalizmi kovuyor” coşkusu büyük bir düş kırıklığıyla sonuçlanmıştır. “Kötü sosyalizm” karşısına, “iyi sosyalizm” adına hemen hemen hiçbir şeyin çıkamaması, gerçek sosyalizm için bürokratik sosyalizme muhalefet ettiklerini ileri sürenlerin büyük çoğunluğunun Batı liberalizminin budala hayranları olduklarının netleşmesi ve benzeri olgular, Türkiye solunu içine daldığı düş dünyasından çekip çıkartmıştır.
Başta Körfez Savaşı olmak üzere uluslararası gelişmeler, alabildiğine yoğunlaşan etnik çatışmalar ve dünyadaki kutuplaşmaların daha da artması, “yeni dünya düzeni”nin ipliğini kısa sürede pazara çıkartmıştır. “Yeni politik kültür” ise, bir dönemin solcu ve sosyalistlerinin, aslında ne kadar uygar ve geniş görüşlü olduklarını kanıtlamak adına, burjuva ideologları, politikacıları ve medya önünde attıkları taklalardan öteye geçmemiştir.
Marksizmin geliştirilmesi ve güncelleştirilmesi adına başlatılan misyonların büyük bölümümün Marksizmin reddiyle, post-Marksist ve post-modernist angajmanlarla sonuçlanması; üstelik bu angajmanların bir bölümünün tiksindirici bir düzen aklayıcılığı ve edilgenlik öngörmesi, Marksist aydınların en azından bir bölümü için uyarıcı işlev görmüştür.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri açısından gerçekleştirmek zorunda olduğu varsayılan demokratikleşme hamlelerinin, beklenen ve öngörülen kapsama ve derinliğe hiçbir zaman ulaşamayacağı ortaya çıkmıştır.
Önce 1989 bahar eylemleri, ardından Zonguldak direnişi, bir yandan işçi sınıfının ciddi bir toplumsal güç olduğunu kanıtlarken, öte yandan sosyalist aydınları ve kadroları ikame edecek, salt sınıfçı ya da işçici bir siyasal hareketin olanaksızlığını göstermiştir.
Refah Partisi’nin 1994 yılı yerel seçimlerinde çarpıcı boyutlara ulaşan yükselişi, ideolojik söylemlerin, üst anlatıların ve kapsamlı siyasal projelerin iflas ettiği, bunları temel alan siyasal örgütlenme biçimlerinin de sonunun geldiği yolundaki post-modernist tezlerin kendisini iflas ettirmiştir.
Bunlara başka pek çok aydınlatıcı olgu daha eklenebilir. Ama önemli olan sonuçtur: 70 yılda iflas eden reel sosyalizmin karşısına çıkartılmaya çalışılan alternatif 7 yılda iflas etmiştir. Kuşkusuz, bu iflas herkesi kendi eski konumuna geri götürmemiştir. Şu anda görülen, ideolojik ve siyasal fetret döneminde ortaya çıkıp ayakta kalabilen birtakım yenilikçi fikirleri, artık yeniden başvurma gereği duyulan daha ortodoks ilkelerle sentezleme çabasıdır. İşte, devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik referansı, bu sentez çabalarının yönünü ve içeriğini belirleyecek bir ağırlık taşımaktadır. Ama şu da var: Sentezin, beklenenden daha ortodoks ve geleneksel bir içerikle gerçekleşme olasılığı, bir dönemin artık büsbütün kapandığına inananlarda garip bir ürküntü yaratmaktadır. Vizyonsuz ve perspektifsiz güncelcilik ve somut durumculuk ise, bu ürküntü karşısında rahatlamak isteyenlerin iman tazelemelerine yaramaktadır.
Bir süre böyle gidebilirler ve durumlarından hoşnut da olabilirler. Ama bu, etkisi pek uzun sürmeyecek bir uyuşturucudur.
Yakın Dönemin Olasılıkları ve Görevleri
Bu açıklamaların ardından, devrimci Marksist konumu sahiplenenlerin önünde duran somut gündeme ilişkin bazı noktalara değinmek istiyorum. Daha önce sıkça söylenmiş olsa bile yeniden dile getirmekte yarar var: Devrimci Marksizm-radikal demokrasicilik ayrımı, kesinlikle ve kesinlikle, örgütsel anlamda bölünmeyi ve ayrışmayı öngören, siyasal ilişki anlamında husumeti teşvik eden, ideolojik tartışma platformlarında ise dışlayıcı manifestoların okunmasını gerektiren bir içerikle önerilmemektedir. Vurgulandığı gibi, önerilen, bir tartışma zemini ya da çerçevesidir. Sosyalist öbeklerin, özel ve tikel alanlara ilişkin görüşlerini bir bütüne yerleştirmelerinin aracıdır. Devrimci Marksist konumda olanların bu uğrakta yapmaları gereken, sentez aranışındaki sosyalistlerin yanında “kolaylaştırıcı” (facilitator) olarak durmaktır.
Ancak unutmamak gerekiyor: Sol hareketin iç dinamikleri, dış dünyadan yalıtık bir ortamda biçimlenmemektedir. Bu ülkenin toplumsal ve siyasal yaşamında öne çıkan olgular, solun kendi iç dinamiklerini ve aranışlarını da doğrudan etkilemektedir. O halde, Türkiye’nin yakın dönemine damga vurması olası kimi hipotezler ortaya atıp, devrimci Marksistlere bu durumlarda ne tür görevler düştüğü üzerinde durulabilir.
Gene sırayla gitmeye çalışacağım.
Birincisi: Türkiye solundaki düşünce ve kavram kaosunun giderilmesinde, sol içi tartışmadan çok, ülkede yaşanan genel süreçler etkili olmaktadır. Örneği, Refah Partisi’nin performansı, bu partinin temsil ettiği tepkinin “sivil toplum” dinamikleriyle örtüştüğünü düşünenleri, bilgi ve belâgat sahibi Marksistlerin yapabileceğinden çok daha fazla madara etmiştir. Bunu, nesnel bir veri olarak görmek gerek. Gelgelelim sol nezdinde musibetin nasihate bu denli başat olması pek iyi bir şey değildir. Devrimci Marksistlerin yapması gereken, bilgiççe, başa kakıcı, öç alıcı tutumlar sergilemeden, bu tür somut gelişmeleri yetkin biçimde değerlendirmek, kuramsal-tarihsel çözümlemenin de meşru ve geçerli olabileceği fikrini yaygınlaştırmaktır. Bu nokta önemlidir; çünkü Türkiye, devrimci Marksistlerin konum ve söylemlerini doğrulayacak başka pek çok gelişmeye gebe görünmektedir.
İkincisi: Türkiye’de işçi sınıfının bağımsız hareketinin, soldaki gündemleri, kavramları ve perspektifleri temelden etkileyip pek çok şeyin yeni baştan ele alınmasını dayatıcı nitel bir sıçrama yapma olasılığı çok azdır. Ancak bu olasılığın düşüklüğü, devrimci Marksistler için özel bir dezavantaj oluşturmamaktadır. Çünkü, bu ülkede, dikkatleri üzerine çekecek, sergilediği muhalefet dinamikleriyle önce çıkacak başka herhangi bir toplum kesimi yoktur. “Kent yoksulları” ve kamu çalışanları ise, doğrudan doğruya emekçi sınıflar kategorisi içinde düşünülmesi gereken kesimlerdir. Bir dönemin gözde kavramı “yeni top- lumsal hareketler”e gelince: Feministler, ekolojistler, vb. her yerde, olabildikleri kadar olsunlar; ama bu kavramın (yeni toplumsal hareketler kavramı) benimseyicileri tarafından cami avlusuna bırakılma olasılığı giderek güçlenmektedir. Nihayet, köylülüğün ya da küçük-orta boy işletmelerin, oy tabanı oluşturmanın ötesinde, toplumsal muhalefetin dikkate değer öğeleri olarak öne çıkmaları olasılığı hemen hemen hiç yoktur. Bütün bunlar, devrimci Marksizmin konumunu güçlendirecek olgulardır.
Üçüncüsü: “Laiklik-şeriat” karşıtlığı ekseninde belirlenmiş bir politik atmosfere göre, “şeriat tehlikesi”nin daha geri plana düştüğüne inanılan bir başka atmosfer, hemen kısa dönemde olmasa bile orta dönemde sosyalist hareket için daha elverişli bir zemin sunacaktır. Laiklik-şeriat geriliminin toplumda genel bir politizasyon ortamı yarattığı, solun ise böyle politize ortamlardan kendi gücünce yararlanabildiği doğrudur. Ne var ki görece dingin dönemlerde, kendini toplumun temel ve kalıcı çelişkileri üzerinde kuramayan bir solun, salt kendine dışsal özel kriz ortamlarında ihya olabileceğini düşünmek hiç de doğru olmaz. Gramsci’nin kavramlarını kullanacak olursak, solun gücü ve etkisi, yapısal olanla konjonktürel olanın buluştuğu ortamlarda yaygınlaşır. Sol konjonktürel olandan azami yararı sağlamak için, yapısal olana yönelmek, kendini önce burada kurmak zorundadır. Bu da devrimci Marksizmi kaçınılmaz biçimde gündeme sokacaktır.
Dördüncüsü: Türkiye’nin sol kadroları, kendilerinin ve ülkelerinin “Batılılığı” yanılsamasından ne ölçüde kurtulurlarsa, devrimci Marksizm o kadar etkili biçimde gündeme gelecektir. Ülkenin genel gidişatı ise, Batı ile olan mesafenin asla kapanamayacağını göstermektedir. Burada söylenenin, içe kapanmayla, kendini yalıtmayla ilgisi yoktur. Ama, Türkiye solunun, 12 Eylül’den sonra iyice azan şöyle garip bir eğilimi olduğunu da görmek gerekir: Sol kadrolar, kendilerini Batı’ya göre, Batı’nın geçerli konseptlerine ve yönelimlerine bakarak kurdukları oranda, Türkiye toplumunu da olduğundan daha Batılı görme yanılsamasına kapılmaktadırlar. Böylece, eylem ve propaganda biçemlerinden siyasal söylemlere uzanan yapay bir Batılılık ortaya çıkmakta; kendini böyle bir Batılılık yanılsamasıyla kurgulayan sol da kendi toplumundan daha fazla uzaklaşmaktadır. Önümüzdeki dönemin gelişmeleri, bu Batılılık yanılsamasına son verdiği ölçüde Türkiye solunu daha “sahici” değerlendirmelere ve aranışlara yöneltecektir.
Bu son söylenenler kuşkusuz birer hipotez niteliğinde. Böyle olur mu olmaz mı, zaman içinde göreceğiz. Ama şu kadarının mutlaka söylenmesi gerekir: Sözü edilen bu eğilimler ve gelişmeler ortaya çıktığında, devrimci Marksizm hazırlıklı olmalı, usta bir yönlendiricilik sergilemeyi bilmelidir.
Sosyalist Politika, Sayı: 14, 1997