Zincirleri Kırmanın Eşiğinde

Ezgi Yenisöz6 Nisan 2025

Bu yazı, yaşadığımız rejimle her gün yeniden boğuşan ama hâlâ nefes alanlar için… Hâlâ bir arada yaşamanın, direnmenin ve dönüştürmenin mümkün olduğunu düşünenler için. Örgütsüz bir halkın ortasında, bir ihtimalin peşinden yürümek isteyen herkes için yazıldı.

Bir darbe, sadece tanklarla, üniformalarla, gece yarısı bildirileriyle gerçekleşmez. Bazen bir rejim öyle bir tahakküm inşa eder ki, darbenin kendisi gündelikleşir. Her güne yayılan bir sindirme, bastırma, hizaya sokma mekanizması olarak hayatımıza yerleşir. Türkiye’de yaşadığımız budur. Hukukun askıya alındığı, muhalefetin kriminalize edildiği, kurumların tasfiye edildiği, iktidarın seçim dışı araçlarla süreklileştiği bir dönem.

Bu fiili darbe yalnızca devlet katında değil; toplumun tüm hücrelerinde yaşanıyor. Evde, okulda, işte, sokakta, sosyal medyada… Bir iç denetim hâli, kolektif bir suskunluk, derin bir yalnızlık. Bu, alıştığımız anlamda bir darbeye değil, süreklileşmiş, normalize edilmiş bir kuşatmaya işaret ediyor. Ve tam da bu yüzden, sadece karşı durarak değil, örgütlenerek yanıt verilebilecek bir hâl bu.

Tüm bu karanlık tabloya rağmen toplum suskun değil, yalnızca örgütsüz. Öfkeli ama dağınık. Politikleşmeye meyilli ama mücadele araçlarından yoksun. Gençler, kadınlar, emekçiler, kent yoksulları, göçmenler… Her biri sistemin başka bir yüzüyle çarpışıyor ama bu çarpışmalar ortak bir hatta buluşmuyor.

Lenin’in öğrettiği gibi, kriz kendiliğinden devrim doğurmaz. Ancak örgütlü bir özne, halkın bu dağınık öfkesini ortak bir hatta dökebilirse, kriz devrimci bir fırsata dönüşebilir. Bugün Türkiye’de sosyalistlerin görevi tam da budur: Parçalanmış direnişleri, dağınık tepkileri, sessiz çığlıkları birleştirecek politik müdahaleyi geliştirmek.

Önümüzde duran kitleyi romantize etmeye de, küçümsemeye de gerek yok.

Bugünün muhatabı ne klasik proleter ne de politikleşmiş bir muhalif kitle.

Kendini işçi sınıfı olarak görmeyen ama emeği sömürülen, seküler kodlarla yetişmiş, milliyetçi reflekslerle konuşan, bireysel öfkesini kolektif mücadeleye çevirmeyen ama sistemin adaletsizliğini iliklerine kadar hisseden, beyaz yakalı, kentli ama örgütsüz bir topluluk var karşımızda.

Leninist öncülük, bu çelişkili kesimleri “ikna etmeye” çalışmaz. Onların yaşadığı gündelik çelişkiyi görünür kılar. Ortak çıkarı, sınıfsal konumu ve siyasal imkânı buluşturacak zeminler kurar.

Burada hedef, halka “haklı olduğunu” anlatmak değil, birlikte örgütlenebileceğimiz alanları somutlaştırmaktır.

Türkiye’deki sosyalist örgütlerin önünde, tarihsel bir sorumluluk var: Bu dağınıklığı toparlayacak, öfkeyi örgütlü güce çevirecek siyasal müdahaleyi kurmak. Bu müdahale, yalnızca merkezdeki kuramsal üretimle değil; yerelde, sokakta, işyerinde ve gündelik yaşamın çatlaklarında gerçekleşebilir.

Leninist bir örgüt, halkın kendiliğindenliğini kutsamaz. Onun içinden ama bir adım önünden yürür. Bugün öncülük, yalnızca bilgiyle, yalnızca kadro disipliniyle değil; halkın somut çelişkisine cesaretle temas etme becerisiyle mümkündür.

Bu rejim, krizi süreklileştirerek kendini yeniden üretiyor. Ama her kriz aynı zamanda bir kopuş ihtimalidir. Eğer bu ülkenin sokaklarında, işyerlerinde, forumlarında, kampüslerinde, evlerinde örgütlü bir ses yankılanmaya başlarsa, o ihtimalin adı yeniden, devrim olabilir.

Sosyalistlerin görevi, o ihtimali taşıyan halkı bulmak değil; o halkla birlikte o ihtimali kurmaktır.

Ve bunu yapabilecek olan, örgütlü olanlardır.

Zincirleri yalnızca tespit ederek değil, birlikte kırarak çoğaltacak olanlar…

Ayrım, 2024 - İletişim: ayrim@ayrim.org