Yokluk Deneyimi: Utanç ve Öfke

Can Soyer7 Ekim 2024

Marx’ın bir sözünü hatırlamamız lazım: “Utanç içe dönmüş öfkedir.”

Neredeyse her gün karşılaştığımız deneyimlerin biricik ortak noktasını da bu oluşturuyor herhalde. Keskin, sipsivri, yakıcı bir öfke ve onun dışa yönelemediği için bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla içimize akarak yarattığı ağır utanç.

Çocukların aile kılığındaki bir cinayet şebekesi eliyle katledildiği, hayvanların çuvallara doldurularak çöp kamyonlarında ezildiği, kadınların parçalanmış bedenlerinin sokaklara atıldığı bir dünyanın öfkesi ile onun içimize kazıdığı utanç.

Böyle bir çağda yaşamanın birçok farklı duyguyu aynı anda hissetmeye neden olması doğal. Belirsizlik, tekinsizlik, tedirginlik, endişe, korku, dehşet…

Oysa bu duyguları birer semptom olarak okumak da mümkün. Altta yatan ya da arkada duran veyahut ilk bakışta görülemeyen bir şeyin; uğursuz bir kaynağın, tıkır tıkır çalışan bir makinenin, işini övünçle yerine getiren bir çetenin arzusundan türeyen bir şeyin semptomları olarak.

Bir yokluğun semptomları olarak.

***

Son 200 yıldır insani ve toplumsal ilişkileri biçimlendiren, toplumları az çok öngörülebilir ve belirgin bir dengeye kavuşturan, özel ile kamusalın, hukuk ile hukuk dışının, hak ile sorumlulukların hatlarını tartışmalı da olsa çizen, düzen, yasallık, kurumsallık, adına her ne denecekse onun yerleşiklik kazanmış ve genel kabul görmüş çerçevesinin yokluğu.

Sözünü ettiğim böyle bir çerçevenin yaratılamaması değil, artık var olmaması, varlığına son verilmiş olması, bilinçli ve sistemli biçimde ortadan kaldırılması.

Gündelik yaşamımız, bu yokluğun, yok edilmişliğin, her türlü sınırdan, tanımdan, kuraldan yoksunluğun, düzenden ve yoldan çıkmışlığın kolektif deneyiminden ibaret hale geldi artık. Toplumsal yaşamı olduğu kadar bireysel yaşamı da öngörülebilir ve tanımlı kılan kurumlardan ve yasalardan mahrum, benliğini anlamlı kılacak bağ ve değerlerden uzaklaştırılmış, kaygan bir karanlığın içinde tutunacak güvenilir bağlanma noktaları bulamadan rüzgara kapılıp giden insanlığın ortak deneyimi bu.

Bu yokluğun adı devlettir. Hükümetin değil, bir bütün olarak devletin yokluğudur deneyimlediğimiz.

Sokaklarımızın temizliğinden olduğu kadar oralarda güvenle gezebilmemizden de; çocuklarımızın okula gidebilmesinden olduğu kadar sınıfta açlıktan bayılmamasından da; yaşlılarımızın sağlık hizmetine erişiminden olduğu kadar kira terörü yüzünden evinden atılmamasından da sorumlu; hiçbir özel, ayrıcalıklı, “extra” talep sayılamayacak ama her bir yurttaşın yurttaş olmaktan kaynaklanan en temel, en genel, “basic” haklarını ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü; ve tüm bunlar için az çok genel kabul görmüş toplumsal ve kültürel normlara dayanan kurallara sahip, nasıl davranacağı ve davranmayacağı bağıtlanmış, tahmin edilebilir, öngörülebilir bir kurumsallık olarak devlet yoktur artık.

Doğasından, özünden, hüsnü niyetinden değil, yüzlerce yıla yayılan mücadeleler, emekçilerin, kadınların, yoksul halkların direnişi, devrimler ve isyanlar sayesinde almak zorunda kaldığı bu biçimi de çok geçmeden kusmuş; tarihsel gericiliğin borazanları öttükçe cerahat dolu bedenini tüm çıplaklığıyla sergilemiş; kendi zehrini tüm insani ve toplumsal ilişkilere akıtıp yasasızlığın hükümranlığını ilan ederek toplumu terk etmiştir o devlet.

Toplumsallık deneyiminin modern üslubu, rasyonel kalıbı, bürokratik aygıtı sahneden çekilmiştir artık.

Liberalizmin toplumsal sözleşmeye dayanan edebi anlatısının, tıknaz ütopyasının sonunu izliyoruz şimdi. Sonunu biz getiremediğimiz için de bir özgürleşme biçiminde değil dehşet içinde yaşıyoruz bunu.

***

Bu yokluk, bir nüfusun bir toplum olarak kendisini yeniden üretmesini de imkansızlaştırır. Ortak bağlardan ve normlardan yoksun, kurucu ve üst değerler tarafından kucaklanmamış, Gramsci’nin deyimiyle asgari düzeyde bile bir “ahlaki-düşünsel birlik” sergilemeyen milyonlarca insanın istiflendiği yerin adı toplum olamaz zira. Burası, bu dehşet deneyimi, bildiğimiz anlamda toplumun da sonu demektir. Öyle olmalı, öyle kabul edilmelidir.

Ama toplum yoksa insan yalnızdır, savunmasız ve çıplaktır. Nereden, ne zaman, hangi biçimde, kimden geleceğini bilmediği, asla bilemeyeceği saldırıların muhtemel kurbanıdır. İnsan ile çevresi arasındaki ilişkinin hikayesi, artık, yaratıcı, paylaşımcı ve katılımcı ilişkiler kurabileceği bir sosyal dünyada geçmez; her an etini parçalayabilecek, benliğinde derin yaralar açabilecek, fiziksel ve simgesel olarak onu ezebilecek bir vahşi doğayla kuşatılmıştır. Bu çığırı açanların başında gelen Thatcher’ın “toplum diye bir şey yok, sadece bireyler var” sözleri ise kerametini ve vahametini işte şimdi gösteriyor.

Burada artık pozitif bir etik-politik bağın birleştirdiği yurttaşların toplumundan değil, bir negatif birliğin, kayıpta eşitlenmenin, maruz kaldığına maruz bırakmaktan alınan sapkın hazzın, kuralsızlığın kışkırttığı arzuların tatminini başkalarının acısında ve kahrında yakalayan ahlak dışılığın aynı toprak parçasının içine doldurduğu insanların kıyıcı yarışından söz edilebilir.

Kuralların, kurumların, yasaların, makamların olduğu kadar değerlerin, simgelerin, deneyimlerin, ilişkilerin yok olduğu bir dünyada insan serbestçe hareket etme yetisi kazanmak yerine, kendisini kuşatan karanlığa teslim olan, onun tehlikelerine karşı tümüyle savunmasız durumda kalan, varlığını anlamlı kılmak için ihtiyaç duyduğu içsel duyarlılığı rafa kaldırıp sadece hayatta kalmaya çalışan bir canlıya dönüşmüştür.

Bu deneyimin sonu gelir mi peki?

Eğer sözünü ettiğimiz yokluğun özgül kipini ayırt edip açığa çıkarabilirsek içinde debelendiğimiz felç halinden çıkabilir ve artık günlük yaşamın standardı haline gelmiş olan bu öfke ve utanç nöbetinden kurtulabiliriz.

***

Çağımızın insanlık deneyimini biçimlendiren bu yokluk, aslında bir boşluk değildir. Yokluk olarak somutlanan deneyim tabloyu eksilten değil tamamlayan bir unsurdur. Demek ki, bu yokluk, tam da yokluk olarak bir işleve sahiptir: Namevcudiyetiyle negatif değil, yokluk kipindeki mevcudiyetiyle pozitif bir işlev görmektedir. Yokluğu noksanlığından kaynaklanmamıştır; özel olarak yok bırakılmış, yok bırakılmasından kazanç umulmuş bir söküm işlemidir.

Bir yokluk olarak görünen, ama asla bir boşluk yaratmayan, varlıksızlığı insana bir özgürleşme imkanı sunmayan, tam tersine yokluğuyla insanın zincirlerine yeni halkalar ekleyen bir kilittir.

Bu kilidin sahibi kapitalizmden, onun neoliberal egemenlik modelinden başkası değil.

Neoliberalizmin alameti farikası sayılması gereken şey, devletin kamusal hizmet ve yükümlülüklerinden, yurttaşlara karşı taşıdığı sorumluluklarından sıyrılmasıdır diyebiliriz. Vaktinde liberal çevrelerin ağzının suyu akarak alkışladığı “devletin küçülmesi” projesi özelleştirmeler, piyasanın önünün açılması, devletin bir şirket mantığıyla çalışması, kar ve rant üretmeyen her türlü insani ve çevresel varlığın gözden çıkarılması gibi nitelikleriyle hakimiyetinin doruk noktasında şu anda. Ve tüm bunların doğrudan sonucu, şimdilerde örneklerini dehşet içinde deneyimlediğimiz gibi, yurttaşların bir başına bırakılması ve kendisi dışındaki güçler karşısında hiçbir koruma ve güvenliğe sahip olmamasıdır.

Yurttaş büyük sermaye grupları, finansal güçler, döviz dalgalanmaları, enflasyon sıçramaları, yoksulluk ve işsizlik karşısında olduğu gibi; depremler, seller, yangınlar gibi doğal afetler karşısında olduğu gibi; şiddet, taciz, gasp, uyuşturucu gibi toplumsal sorunlar karşısında da tamamen yalnız bırakılmıştır. Tüm bunlarla baş etmek sadece ve yalnızca o tek bireye, yapayalnız kişiye, imkanları ve gücü kendisiyle sınırlı olan kimsesiz yurttaşa düşen bir göreve dönüşmüştür.

Devlet, yurttaşın hakları, huzuru ve güvenliği karşısında bir yokluktur artık; varlığını yokluk kipinde sürdüren bir makinedir. Bu makine sadece şiddete başvurmak gerektiğine karar verdiğinde görünür olur; görünürlüğünü polis copu, bekçi tacizi, sivil linç taburları, mahkemeler, olağanüstü hal kararları, emek düşmanlığını, kadın düşmanlığını, doğa düşmanlığını köpürten vaazlar, yazlık, kışlık, avlık saraylar, lüks ve şatafatın esirgenmediği şovlarla sergiler.

***

Devletle toplumun birbirine baktığı, bakıştığı yer de burasıdır. Yönetenlerin hiçbir sorumluluk üstlenmeyen pişkinliği, yönetilenlerin de kendilerini her türlü eylemin sorumluluğundan azade hissetmesine neden olur. Yönetenlerin yasasızlığı, yönetilenlerin de hiçbir yasayla bağlanmamış oluşunda yansımasını bulur.

Açık şiddet faillerinin, herkesin gözü önünde dolandırıcılık yapanların, uyuşturucu mafyalarının ortalıkta fink atmasının, mahkemelerin en ufak bir muhalif eyleme ceza yağdırırken tüm bu suçluları serbest bırakmasının mantığı budur: Devlet, yönetilenlere yasasızlığı bahşetmelidir ki, kendisi de yasasızlığın keyfini sürebilsin. Devlet, yönetilenlere sorumsuzluk sunmalıdır ki, kendisi de hiçbir şeyin sorumluluğunu üstlenmesin.

Bu yasasız ve sorumsuz devlet, neoliberal kapitalizmin bu şövalyesi, etkinliğini bir yokluk olarak ortaya koyacak ve sadece şiddet amacıyla, sendikalı işçileri dövmek, barış isteyen akademisyenleri sürmek ya da cinayetleri protesto eden kadınları yerlerde sürüklemek için görünür olacaktır.

İşin aslı, tüm bu tabloya bakıp bu devleti geri çağırmanın da bir anlamı yoktur. Sermayeye hizmetten başka hiçbir tasası olmayan bu devletin bir işlev olarak yokluğu zaten onun özüne dönüşünün işaretidir. Bu, zaman zaman yadırgatıcı, ama yine de tümüyle ayırdına varmamız gereken bir gerçektir.

Ama şu da bir gerçek: Çağımızda insanlık deneyimini yeniden anlamlı kılacak, toplumsallık biçimini güvenli ve öngörülebilir hale getirecek, zamanda ve mekanda tutunabileceğimiz sabit noktalar yaratacak bir kurucu fikrin üretilmesi zorunludur.

Kendisini yokluk tarzında koyan ama asla bir boşluk olmayan bu egemenlik modelinin, sermayenin adeta metafizik bir iştahla emdiği bu yönetme tekniğinin karşısında, ilk koşulu insan deneyimini çerçevelemek, onu toplumsal bağlamına yerleştirmek ve tüm bunları eşit, özgür, hakları ve sorumlulukları bağıtlanmış bir yurttaşlar topluluğunun inşasına bağlamak olan etik-politik bir seçenek yaratılmalıdır.

Etik, çünkü herkesin mutluluğunun ve huzurunun kendi mutluluğumuzun ve huzurumuzun ilk koşulu olduğunu; politik, çünkü insanlığa reva görülen bu dehşet deneyiminin sermayenin kendi imgesinden yarattığı bir dünyanın eseri olduğunu imleyen bir seçenek.

Marx, baştaki sözlerinin devamında şöyle diyordu: “Eğer bütün bir ulus utanç duyarsa, bu bir aslanın sıçramak için geri çekilmesine benzer.”

Belki de çağımızın devrimi, utançla geri çekilen bir halkın öfkeyle sıçramasıyla başlayacaktır. Ve o devrimin insanlığa vaadi toplumu yeniden kurmak, onu yeniden var kılmak olmalıdır.