1976 yapımı Marathon Man’in [Vahşi Koşu] çekimleri sırasında yaşandığı rivayet edilen meşhur bir hikâye vardır. Canlandırdığı karakterin 72 saat boyunca uykusuz bırakıldığı sahnelerin gerçekçi olmasını isteyen Dustin Hoffman, çekimden önceki iki gün boyunca sabaha kadar oturmuş, sete öyle gelmiştir. Onun bu hâlini gören rol arkadaşı Laurence Olivier, klasik tiyatro eğitiminden aldığı yetkiye dayanarak şöyle der: My dear boy, why don’t you just try acting? [Canım benim, onun yerine oyunculuk yapsana!][1] Erkan Can’ın da kendisinden oyunculuk tavsiyesi isteyenlere benzer bir şey söylediği anlatılır: Çıkıcan oynıycan işte abi!
Sol içi tartışmalarda sözün sınırlarından, teoriyi, yöntemi, planı-programı tümüyle bırakıp eyleme geçmekten bahsedildiğinde yukarıdaki örnekleri hatırlıyorum. Ne zaman biri yazmaktan, çizmekten, bir duruşu altını çize çize vurgulamaktan, sahip olduğu vizyonu üşenmeden, tekrar tekrar, her yeni kitleye, her yeni araçla tekrarlamaya dair bir vizyon gösterse, “Bir yazı, bir slogan bunu nasıl sağlar ki?” eleştirileri de beraberinde geliyor. Sanki birileri bize sürekli “Çıkıcan [devrimi, örgütleme çalışmasını, işçi sınıfının iktidara gelmesi yolunda herhangi bir faaliyeti] yapıcan işte abi!” diyor.
Öncelikle yazının (buna söz, teori ya da birazdan gireceğimiz tartışmayı çıtlatarak yöntem de diyebiliriz) kerametinin ille de keşif yapmak, daha önce hiç yürütülmemiş tartışmalara dalmak, sorunları anında çözmek olmadığını hatırlamak lazım. Yazının derdi daha basit de olabilir, sorunu tespit etmek, çözüme giden yolda ufacık bir adım atmak ya da içgüdüsel olarak bilinen, hissedilen bir meselenin adını koymak gibi.
Bu sayfalardaki önceki yazılarımız[2] aracılığıyla önerilen yönteme getirilebilecek bir eleştiriyi ele alalım: Diyelim ki “bilgiyi bedenleştiren” insanlarımızı bulduk. Bu figürler bir şekilde insanların arasından çıktı. Hâl böyle olsa bile kitlelerin sesi oldukları güvencesini nasıl verebilirler? Bunu söylemeleri, insanların onlara güven duymaları için yeterli midir? Önerilen yöntem, bunun pekâlâ mümkün olduğunu iddia ediyor. Israrla, sebatla insanların yanında durmak belki bugünden yarına maddi bir getiri sağlamaz, ama uzun vadede bu tavrın mutlaka bir sonucu olur, inancımız budur. Vefa Serdar’ın Zor Zamanların Devrimcisi adıyla kitaplaştırılan yazılarında[3] söylediği gibi: “Örgütleme çalışması yapmak amacıyla yanlarına gittiğimiz insanların, bir anda bize güven duymaları, söylediğimiz her şeye hemen ikna olmaları beklenmemelidir (…) Unutulmaması gereken, hiçbir çalışmanın boşa gitmeyeceği, kitleler arasına kök salacağı ve etkisini zamanla göstereceğidir (…) Eğer kitlelerin gözünde ‘bunlar söylediklerini ne pahasına olursa olsun yaparlar’ imajını oluşturursak, onları kazanmak için en önemli eşiği aşmışız demektir.” Söz kelimesinin ikili anlamını hatırlarsak, “söz vermek” derken sözün değerinin doğrudan imlendiğini, bu tabir aracılığıyla söz söylemenin yapmakla eşdeğer sayıldığını görürüz. Zaten felsefenin ought implies can[4] [mecburiyet, yapılabilirliği imler] şiarındaki denklemi tersten kurunca da “pekâlâ mümkün” ifadesinin ardından “o halde yapmalıyız” gelir.
Peki, “pekâlâ mümkün bir yöntem” ifadesindeki yöntem vurgusunu nasıl ele almalı? Akademik bağlamda da çözmesi, değerini anlaması zor bir kavram bu. Araştırmanın nasıl yürütüleceğini açıklamak anlamına geliyor, orası tamam, ama işlevine ikna olmak, zihni meşgul eden “Oturup yazıcan [makaleyi, tezi] işte abi,” fikrinden kurtulmak kolay değil. Yazı pratiğin, yeterli disiplinin varsa, yöntem tartışmasına ihtiyaç yokmuş hissine kapılmak çok olası. Yöntem olmasa da olur düşüncesi, “bedenleşmiş bilgi” kavramını açmaya çalıştığımız önceki yazının son kısmında geçen “Yolun kendisi yöntem olacak,” ifadesine benziyor. Yola çıkacaksın, nasıl yürüyeceğin sorusu da kendi kendine yanıtlanacak, böyle demeye çalışmışız. Oysa stratejik açıdan eksikleri olan bir cümle bu. Nitekim yöntem tartışmasının, araştırmacının bireysel çalışmasından daha fazlasını aydınlatan bir yanı var. Yöntem tartışırken hem kendi rotanı çiziyor, hem çizdiğin rotadan ilerlerken verdiğin kararları savunacak araçlara sahip oluyor hem de benzer araştırmalar yapmak isteyenlere yol gösteriyorsun.
Öyleyse –elbette eylemi reddetmeden, hatta eylemle takip etmenin şart olduğunu bilerek– yöntemin, teorinin önemini tekrar hatırlamakta fayda var. Filistinlilerin aktif direnişe eklemlenen sebatı, mekâna duyulan sabit bağlılığı anlatmak için kullandığı “sumud” kavramı[5] gibi eylemi amaçla, bilgiyle, yani yöntemle desteklemek, öfkeyi sönümlenmeyeceği bir programa oturtmak önemli. Tahayyül ettiğimiz hayatı kurmuşluğumuz, sürekli bahsettiğimiz o devrimi yapmışlığımız, istediğimiz seviyede işçi örgütlemişliğimiz var mı da “Çıkıcan oynıycan abi,” rahatlığıyla teoriyi es geçip yalnızca eylemden bahsedebiliyoruz? Bunların nasıl başarıya ulaşacağından emin miyiz de yöntem tartışmazken bu kadar rahatız? “Bir gün koşullar devrim lehine öyle olgunlaşacak ki,” hayalleri kurmaktansa tahayyül edilen dünya için plan-program yapmak daha sağlam adımlar atmak anlamına gelmez mi? Bugün burada “çıkıp oynamayı” geçtim, dünya tarihinde bile “çıkıp oynamış” bu kadar az örnek varken, yöntem tartışmasını tu kaka etmek pek akıl kârı değil.
Bir de işin diğer boyutuna bakalım. Yolun kendisi sahiden de yöntem olamaz mı? Pekâlâ olabilir, ama “Çıkıcan oynıycan abi,” dedikten sonra sahiden de oynayabilecek yeteneğe, birikime sahipsen. Yani yapabileceksen tabii ki çık oyna, ancak yeterli birikime sahip olmayabilirsin, hatta olmak zorunda da değilsin. Kitleselleşmek demek zaten insanları bu role hazırlamak değil mi? Hikâye olarak dinlerken akla yatkın gelmeyebilir, ama Hoffman’ı iki gün uykusuz bırakan oyunculuk tarzının “metot (yöntem) oyunculuğu” diye kavramlaştırıldığını unutmayalım. Bu da herkesi aynı bilgi, birikim, hazırlık seviyesine getirmenin metodu.
Bu kadar yöntem demişken, alan’daki “Kitabın Ortasından” programında[6] Doğan Ergün’ün sıklıkla kullandığı bir yönteme başvuralım, önerdiğimiz siyasi stratejinin işlevini bir şarkı aracılığıyla açıklayalım. Yavuz Çetin “Oyuncak Dünya”da şöyle diyor: Kimisi askercilik oynar / Kimisi hırsız-polis oynar / Kimisi evcilik oyunu oynar / Ben de müzisyeni oynarım şimdi.
Şarkıyı dinlerken “oynarım” vurgusuna takılmak, işi “Ne yani, hepsi bir oyun muydu?” gibi sorulara getirerek Çetin’in herkesi kandırıyorum imasında bulunduğunu düşünmek mümkün. Oysa bir diğer okumayla burada Şekspiryen bir bakış[7] olduğunu, hayatta bürünülen farklı rollerden bahsedildiğini söyleyebiliriz. Konuyu kendi meselemize de şöyle bağlarız: Hayal ettiğimiz dünya yolunda herkese görevler düşer, bazılarına düşen görev teoriden, yöntemden bahsetmek olur. Yazı da işte buraya oturur.
Çıkacağız, oynayacağız, ama hepsinden önce bize düşen role hazır olacağız. O halde yazacağız.
[1] https://www.bbc.com/culture/article/20230322-jeremy-strong-and-hollywoods-most-extreme-actors [2] https://www.ayrim.org/guncel/birlesik-krallik-secimleri-ve-bir-fotografin-anatomisi-2024/, https://www.ayrim.org/dunya/isci-partisinin-ahvali-ve-corbyn-nedir-su-bedenlesmis-bilgi/ [3] Alıntıladığım yazı ilk olarak Yeni Evrede Mücadele Birliği’nin 5. sayısında yayımlanmış. Yeni Dönem Yayıncılık’tan çıkan kitabın 18 ve 19. sayfalarına denk geliyor. Bu vesileyle bana kitabı hediye eden Burçin Alkaya’ya da teşekkür ederim. [4] https://smallpotatoes.paulbloom.net/p/blood-is-thicker-63b [5] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1179 [6] https://www.youtube.com/playlist?list=PLlHWJkCjvTZcp_nbtiyWgZWhkRQXEfFa6 [7] "Yaşam tümüyle bir sahnedir / Erkeklerle kadınlarsa, hepsi birer oyuncu" (Size Nasıl Geliyorsa, Çev: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, 1996, s. 8)