Yaşlı Köstebek Kendi Üzerine Düşeni Yaptı, Şimdi Sıra Bizde

Onur Özgen24 Mart 2025

Türkiye’nin son günlerde yaşadığı derin siyasî, toplumsal ve ekonomik sarsıntılar, artık göz ardı edilemez bir öfkenin toplumun her kesiminde yükseldiğini ortaya koyuyor. Saray iktidarının baskıcı politikaları, yasakçı tutumları ve halkın iradesini hiçe sayan uygulamaları, özellikle gençlerin ön saflarında yer aldığı kitlesel eylemlere yol açtı. Ülkenin en büyük şehirlerinde sokaklar hareketlendi, üniversiteler boykotlara sahne olmaya başladı, kentin merkezi meydanlarında kitleler günlerdir toplanmaya devam etti.

Muhalefetin yıllardır sergilediği atıl duruş ise yer yer değişme sinyalleri veriyor. Ancak bu değişimin kalıcı ve etkili hâle gelmesi, tüm toplumsal kesimlerin ortak bir direniş hattında ve kararlı bir örgütlenme zemini üzerinde kenetlenmesine bağlı. Tam da bu yüzden, bugün yaşanan süreç, örgütlü halk direnişinin önemini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Gençliğin yükselen öfkesi ve üniversitelerin dirilişi

Uzun bir süredir üniversiteler, baskıcı politikalarla yönetilen rektörlüklerin, polisiye kontrol mekanizmalarının ve öğrenciyi “kariyer yarışı” dışında bir alana yöneltmek istemeyen bir düzeneğin etkisi altında soluksuz kalmıştı. Ne var ki, özellikle son dönem yaşanan gözaltılar, baskınlar ve muhalefet figürlerine yönelik tutuklama tehditleri, kampüslerdeki sessizliği patlatan bir kıvılcım oldu. İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve daha birçok büyükşehirin sokaklarını dolduran üniversiteli gençler, artık sözlerini yalnız kampüs sınırları içinde değil, sokaklarda ve meydanlarda da haykırmaya başladılar.

Bu gençlik eylemlerinin kendiliğinden bir nitelik taşıdığı, “eski dönem öğrenci hareketleri” ile kıyaslandığında ideolojik çeşitliliğinin çok daha fazla olduğu görülüyor. Eylemci kitleleri oluşturan gençler, geçmişteki örgütsel deneyimlere sırtını tümüyle dönmemekle beraber, yeni mücadele yöntemleri ve yeni söylemler geliştiriyorlar. Bugünün gençliği, daha önceki birçok sokak hareketinden daha öfkeli, daha inatçı ve sokaktan “bir kazanım elde etmeden” çekilmeyecek kadar kararlı görünüyor.

Muhafeletin zorlu dönemeçteki sınavı

Öğrencilerin boykot ve kitlesel yürüyüşlerle bu kadar hızlı ve güçlü bir şekilde harekete geçmesi, iktidar cephesini şaşırttığı gibi, muhalefet partilerinin de bakış açısını değişmeye zorladı. CHP, yıllardır sürdürdüğü “tepkileri yasal sınırlar içinde ve mümkün mertebe kontrollü tutma” stratejisinin artık işe yaramadığını anlamaya mecbur kaldı. Bilhassa Özgür Özel, sokak ve boykot çağrılarıyla toplumsal muhalefetin baskısı altında daha cesur açıklamalara yöneldi.

Buna karşın, sokakların artık “kendi başına da siyasetin öznesi olabileceği” gerçeğiyle yüzleşen muhalefet, bir yandan kitlesel eylemlere desteğini açıklamak zorunda kalırken, öte yandan “ayağa kalkan gençliği nasıl kontrol ederiz” ikilemi arasında bocalıyor. Ne yazık ki muhalefetin içine sinmiş kurumsal alışkanlıklar tam anlamıyla ortadan kalkmış değil. Mitingleri bitirip sokağa yayılan eylemlere geçmek yerine, “Etkinliğimiz bitti, şimdi herkes evine gitsin” yaklaşımı hâlâ sürüyor. Bunun özellikle genç kitlelerde yarattığı hayâl kırıklığı, muhalefete ve genel olarak siyasetin kendisine olan güvensizliği artırma potansiyeline sahip. Zira insanlar, polis saldırısına maruz kalırken, gözaltına alınırken, milletvekilleri veya parti yöneticilerinin ortada görünmemesi veya sadece kamera önünde “kınama mesajları” yayımlaması tepki çekiyor. Hâliyle mevcut durum, muhalefetin yalnızca açıklama yapmak yerine, gerçekten sokakta kalmayı göze alarak ve kitlenin fiili taleplerini sahiplenerek nasıl bir siyaset yürüteceğini göstermesi gereken bir sınav niteliği taşıyor.

İktidarın saldırı mekanizmaları

İktidar cephesi ise tek adam rejimini ayakta tutabilmek için yapabileceği tek şeyi yapıp baskı aygıtlarını devreye sokuyor. Polis şiddetinin her geçen gün artması, ülkenin en büyük şehri olan İstanbul’a giriş-çıkış kısıtlamaları getirilmesi, belediye başkanlarının tutuklanması, büyükşehirlerde tüm gösteri ve toplantıların yasaklanması, RTÜK’ün medya için yayımladığı muhtıra niteliğindeki tehdit mesajları… Hepsi bir tür darbe döneminin içinde olduğumuzu gösteriyor. En kötüsü ise bunun artık olağanüstü bir hâl olmaması.

İktidarın bu denli sertleşmesinin en önemli nedeni, elbette kendi geleceğinin tehlikeye girdiğini hissetmesi. Halkın son dönemde yaşadığı ekonomik yıkım, geçim sıkıntıları, günden güne artan yoksullaşma, “Şimşek programı” adıyla kitlelerin sırtına durmadan yeni vergiler ve zamlar bindirilmesi ve iki yıldır emekçilerin adeta boğazına bıçak çekerek toplanan tüm birikimin bir günde yakılması… Tüm bunların toplumda biriken bir öfke yarattığı ortada. Bu öfke, şimdi siyasal alanda kendi ifadesini buluyor. Dolayısıyla Saray, yönünü tamamen baskıyı artırmaya, toplumu sindirmeye doğru çevirmiş durumda.

Gençler tarafından yükseltilen genel grev talebi

Bu saldırıları geriletebilecek en güçlü silah ise örgütlü halk direnişinin yanında işçi sınıfının üretimden gelen gücüdür. Dolayısıyla iktidara asıl darbeyi, bir genel grevin örgütlenmesiyle hayatın durdurulmasının vuracağına şüphe yok. Bu talebin ilk olarak, toplumsal muhalefetin an itibarıyla öncüsü konumundaki öğrenci hareketinden gelmesi ise çok değerliydi. Ancak bu talebi cevap vermesi beklenen sendikaların büyük oranda iktidarın güdümünde olması, muhalif sendikaların da yeterli etkiye sahip olmaması, genel grev çağrılarının gerçek bir karşılık bulmasını zorlaştırıyor. Yine de işçi sınıfının sendikaları aşacak bağımsız taban inisiyatifleri kurarak hayatı durdurabilecek bir güce dönüşmesi elbette mümkün.

Üniversite mezunu olsun olmasın, bugün geniş emekçi yığınlar, boğazına kadar borca batmış, güvencesiz çalışmaya mecbur kalmış durumda. Bu kesimlerin, sokaktaki direnişlere katılımı arttığında mevcut rejimin en temel dayanaklarından biri olan ekonomik işleyiş sarsılacaktır. Milyonlarca insan üretimi, ulaştırmayı, dağıtımı ve hizmet sektörünü durdurma iradesini gösterebilirse, iktidarın arkasına saklandığı şiddet aparatı da etkisizleşecektir. Çünkü devletin kolluk kuvvetlerinin şiddeti ne kadar güçlü olursa olsun, topyekûn bir hayatı durdurma eylemine karşı çaresiz kalırlar.

Eylem, örgütlenme ve umudu büyütmek

Sokakta büyüyen öfkenin, yalnızca bir “anlık patlama” olarak kalmaması, uzun soluklu bir örgütlenme seferberliğine dönüşmesi gerekiyor. Günlerdir sürdürülen kitlesel yürüyüşler, her gece yarısı polis bariyerlerini aşmaya çalışmak, şiddete göğüs germek, kitleler için başlı başına bir cesaret örneği. Bu eylemlerin ardında hiç kuşkusuz büyük bir kararlılık ve fedakârlık yatıyor. Fakat her direniş dalgası, örgütsel bir omurgaya dayanmadığı takdirde, zamanla gücünü yitirme ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bugün ihtiyaç duyulan, boykotun, grevin, sokak hareketlerinin ve her türden alternatif eylem biçimlerinin koordinasyonunu sağlayacak, halkın gerçek söz ve karar sahibi olacağı bir örgütlülüktür.

Türkiye’nin demokrasi ve özgürlük mücadelesi, köklü bir tarihsel birikime sahiptir. Tanzimat döneminden Cumhuriyet’e, 1960’lardan 70’lere, 70’lerden 90’lara ve 2000’lere uzanan bir silsilede, farklı siyasî gelenekler ve dalgalarla zenginleşmiş bir mücadele pratiği mevcuttur. Bu pratiğin içinde sayısız bedel ödenmiş, kazanımlar elde edilmiş, tekrar kaybedilmiş ve yeniden inşa edilmiştir. Dolayısıyla bugünkü kuşak, önceki nesillerin bıraktığı bir mirası devralıyor. Önemli olan, bu mirası yeni koşullara uyarlayarak, mücadelede kalıcı mevziler oluşturmaktır.

Saray rejiminin çelişkisi

Saray iktidarının kendisini “tarihsel bir misyon” ile özdeşleştirip ülkeyi kendi tapulu mülkü gibi görmesi, halkın iradesini yok sayması, bu yolla tek adam yönetimini pekiştireceği yanılgısıyla hareket etmesi, bugünkü gerilimin ana kaynağı. Fakat toplumsal mücadeleler tarihinin bize öğrettiği bir şey varsa, o da, baskı ne kadar artsa da, halk hareketinin er ya da geç yeni yollar bularak geliştiğidir. Özellikle baskıyı “darbe” seviyesine çıkaran uygulamalar, ilk anda korku yaratsa da, zaman içinde kitlelerin ne kadar kararlı olduğunu da gösterecek bir turnusol işlevi görür. Bugün Saray’ın “korku dağları aştı” hâli, aslında toplumsal muhalefetin potansiyelinin ne denli büyük olduğunu kanıtlıyor.

Tarihin akışı, bazen bir süre sessiz gibi görünebilir. Ancak Marx’ın “yaşlı köstebek” metaforuyla ifade ettiği gibi, toprağın altında süren kazma faaliyetleri, en beklenmedik anda yüzeye çıkar. Bugün, uzun yıllar süren sindirme ve apolitikleştirme politikalarına rağmen, üniversite gençliğinin yeniden sokakları doldurması, emekçilerin giderek artan öfkesi, kadın hareketinin, ekoloji mücadelesinin, Kürt sorunu etrafındaki hak taleplerinin yeniden ve yeniden ortaya çıkması, bu “sessiz kazmanın” sonucudur.

Önümüzdeki görev: Birlikte inşa ve dayanışma

Toplumun çok farklı kesimleri, diller, kimlikler, inançlar, siyasal eğilimler artık aynı paydayı paylaşıyor: Bu istibdat düzeninden, bu tek adam rejiminden kurtulmak. Meselenin en can alıcı yanı ise, farklı eğilimler arasındaki ayrılıkların, ortak mücadele hedefine zarar vermeyecek biçimde yönetilebilmesi. Bugün sokağa çıkan herkesin, “Öncelikli amacımız özgürlük, demokrasi ve adalet için birlikte durmaktır” ilkesine sahip çıkması, bu bölünmelerin önüne geçmenin yegâne yoludur.

Bu açıdan, muhalefetin içinden geçtiğimiz gün Mansur Yavaş’ın yaptığı gibi zaman zaman yükselen şovenist veya ayrıştırıcı söylemler, haklı bir isyanı baltalayan en büyük tehlikeler arasında duruyor. Toplumsal muhalefetin gücü, onun çok farklı kültür ve kimlikleri bir araya getiren sahiciliğinde yatar; hamasetle, ırkçılıkla, şovenizmle bu mücadeleyi zehirlemek iktidar haricinde kimsenin işine yaramayacaktır. Aksine, halkların ve emekçilerin birlikteliği üzerine kurulacak bir gelecek inşası, bugünü aşabilmenin en güçlü reçetesidir.

Umut ve direniş iç içe

Gelinen noktada Türkiye, adeta “ya özgürlük ya kölelik” ikilemine sıkışmış durumda. Her gün yeni istibdat kararları çıkartan, medya üzerindeki hâkimiyetini mutlaklaştırmaya çalışan, şehirlerin giriş çıkışlarını tutan ve muhalefetin sembol isimlerini hapishanelerde toplayan bir iktidarın barışçıl veya reformist çağrılarla yola getirilemeyeceği âşikâr. Bu nedenle sokaklara çıkan insanlara yapılan itidal çağrılarının da hiçbir anlamı yok. Freni boşalmış bir şekilde üstümüze gelen bir kamyonla yüz yüzeyiz. Bu kamyonu durduracak tek şey, halkın sokaklarda örgütlülük ve kararlılıkla öreceği duvarıdır.

Gençlerin barikat başında, meydanlarda, sokak aralarında her gün yeniden tazelediği mücadele ruhu, içinden geçtiğimiz karanlık dönemde bir umut ışığı olarak önümüzü aydınlatıyor. O ışığın sönmemesi için, her gün farklı eylem biçimleri, her gün yeni bir dayanışma kanalı inşa etmek gerekir. Direniş tek bir merkeze, tek bir yapıya bağlanarak değil; ancak her yere yayılarak büyütülebilir.

Eğer bugün İstanbul’da halk belediyesini kayyuma teslim etmiyorsa, birçok büyükşehirde üniversiteliler yeniden ayaklanmışsa ve iktidar en sert önlemlere başvurduğu hâlde korkusunu gizleyemiyorsa, bu ülkede hâlâ bir dayanışma ve mücadele potansiyelinin diri olduğunu gösterir. Kutuplaştırma ve sindirme politikalarına karşı, toplumun farklı kesimlerinin yan yana geldiği, yaşam alanlarını birlikte savunduğu, sokak muhalefetini kalıcı örgütlülüğe dönüştürdüğü bir süreç, Türkiye’yi bekleyen en olumlu senaryodur. Bugün yapılması gereken, tam da budur.

 

İLGİLİ İÇERİKLER