19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından ortaya çıkan halk hareketlenmesi ikinci haftasını doldurdu. Öğrenci hareketlerinden boykot girişimlerine, tutuklu öğrenci ve eylemcilere destek kampanyalarından CHP’nin düzenlediği meydan mitinglerine, dayanışma sandıklarından mahalle eylemlerine kadar uzanan eylem repertuarı her gün genişliyor; buna rağmen hareket, şimdilik bütünlüğünü korumayı başarıyor.
Bir Yönetim Mantığının İflası
Bu hareket, AKP iktidarı açısından yalnızca geçici bir siyasal çıkmaz değil, tarihsel bir krizin dışavurumu olarak görülmeli. Mart 2025, AKP’nin Gezi sonrasında devletin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını seferber ederek inşa etmeye çalıştığı özel bir yönetim mantığının ve buna eşlik eden toplum anlayışının geri döndürülemez biçimde hüsrana uğraması anlamına geliyor.
Gezi direnişi, başka pek çok şeyin yanı sıra, Türkiye toplumunun yukarıdan dayatılan sentetik “milli kimlik” kurgularına ihtiyaç duymadan adalet, özgürlük ve hakikat etrafında kurulan ortak bir mücadeleyle güçlü bir birlik duygusu yaratabileceğini gösterdi. Gezi sonrası AKP’nin siyasal ve ideolojik stratejisi toplumun tümünde rıza üretecek bir hegemonya projesini inşa etmek değil aşağıdan mücadele ve dayanışma içinde gelişen bu ortaklık bilincini bezdirici bir güç gösterisi ile dağıtmak, insanların ülkenin geleceğinde söz ve pay sahibi olacağına dair inancını kırmak yönünde gelişti. Türkiye’de rejim dönüşümüne yönelik son on yılda atılan hiçbir adım, bu hedefin dışında düşünülmemelidir.
Böyle bakıldığında AKP iktidarı boyunca yaşanmakta olan şeyi, basitçe, – farklı siyasal eğilimlere ve kültürel kodlara sahip iki geniş bloğunun mutlak uzlaşmazlığından kaynaklı olarak toplumun ortadan ikiye ayrılması, birbirine yabancılaşması ve siyasal iktidarın da kendi otoritesini sürekli bu “kutuplaşmaya” dayanarak koruması olarak göremeyiz. Yapılmak istenen şey daha ziyade AKP iktidarının dayattığı toplumsal düzene inşasına karşı aşağıdan gelişebilecek bir direncin zeminlerini siyasal olarak daraltmak, ideolojik olarak tasfiye etmekti. İstenen şey toplumun, “kutuplaştırılarak”, birbirlerine yabancılaştırılarak yönetilmesinden öte ülke insanının kendi “yurdunu” kolektif iradesiyle dönüştürme umudunun elinden alınması, bunun bir seçenek, ihtimal olmaktan çıkarılmasıydı. AKP’nin son 10 yıldaki yönetim mantığı bu ülkede yaşayan insanların kendi kolektif iradeleriyle ülkelerinin gidişatını değiştirebileceklerine dair inancı kırmaya, yani yurttaş sorumluluğuna dayalı bir kamusal duyarlılığı siyasal tahayyülden çıkarmaya dayanıyordu
Siyasal iktidarın toplumun genelini ikna eden, heyecanlandıran bir ortak ülkü tarif edememesi yirmi üç senelik iktidarında toplumu sarıp sarmalayacak ortak bir değer, figür ya da sembol üretememesi, herkesin vicdanını sarsan bir hadiseyi bir ulusal yasa, tüm toplumun yüzünü güldürebilecek bir başarıyı ise ülkenin ortak kıvancı hâline getirememesi yalnızca benimsediği ideolojinin buna elvermemesiyle ilgili değildi. Bu aynı zamanda bilinçli bir tercihti. Belirli ortak etik-politik değerlere riayet eden bir toplumun, yarın aynı referanslarla ülkenin sürüklenmekte olduğu yere bir set çekeceği ve hesap sorabileceği yönündeki endişeden doğan bir tercih.
Mart 2025’te başlayan eylemlilikler, AKP’nin uzun yıllardır toplumsal bellekten silmeye çalıştığı bu kolektif bilincin —yeniden ama farklı bir içerikle— sahneye dönüşünü ve yurttaşlık bilincini aşındırmaya yönelik yıllara yayılmış stratejisinin boşa düşmesini ifade ediyor. Onlarca TV kanalı ve gazete, devasa bütçelere sahip iletişim stratejileri, “yerli ve milli” kültür-sanat yaratmak için harcanan milyarlar, el altındaki baskı ve zor aygıtları, eğitim kurumları… Mart 2025 eylemlilikleri, bütün bunların hiçbir işe yaramadığını, “başarısız” ve zorlama olanın cumhuriyetçi yurttaşlık fikrini toplumsal bellekten silmeye çalışanların dayattığı toplum anlayışı olduğunu bir kez daha tescil ediyor.
Cumhuriyetin Yokluğunda Doğan Direniş
Fakat bugün söz konusu olanın halen hakim durumdaki bir cumhuriyet paradigmasının elden gitmesi tehlikesine karşı bir savunma refleksi olmadığını görmek gerekir. Söz konusu direniş cumhuriyet paradigmasının devletin yönetim anlayışından da resmi ideoloji sahasından da bilinçli müdahalelerle elendiği bir dönemde, yani esasen cumhuriyetin fiilen hükmünün geçmediği bir dönemde gerçekleşiyor. Yani direniş kurulu bir cumhuriyetin içinde değil, onun denklemden çıkmasıyla ortaya çıkan boşluğun içinde şekilleniyor.
2000’li yılların başındaki tepkilerden farklı olarak “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılmıyor çünkü Türkiye artık laik değildir; cumhuriyetin savcılarına çağrı yapılmıyor çünkü anayasa mahkemesinin kararlarına bile uyulmamaktadır; “cumhuriyetin bekçisi” olduğu düşünülen kurumlardan medet umulmuyor çünkü artık partinin kendisi devlet haline gelmiştir. Eylemlerdeki sol/sosyalist marşlar ve sloganlar yanında baskın Mustafa Kemal vurgusu, Onuncu Yıl Marşı’nın ve öğrenci andının meydanlarda her fırsatta okunuyor olması var olan cumhuriyeti koruma içgüdüsünün değil, cumhuriyetin terk ettiği sahaya yerleşmek isteyen otokratik rejime karşı bir set örmeye çalışanların ortak bilinç arayışının sonucu olarak görülebilir. Bu, henüz geleceğe dönük bir ortak sosyal program belirmediğinden el altındaki ritüellere yönelişin ifadesidir; bir odağa, bir programa ya da stratejiye tekabül etmez.[i] Bu yüzden hareketin karakterini, eylemler içinde görünen simgelerden ve sloganlardan çok, cumhuriyetin geri çekilmesiyle oluşan boşluk üzerinden anlamlandırabiliriz.
Harekete, içine doğduğu bağlamın bu özgün niteliği üzerinden baktığımızda onun devletin herhangi bir kanadıyla ya da organıyla bağ kuramayacağını, halkın verdiği enerjiyle yoluna devam etmek zorunda olduğunu, ortada muhafaza edilecek bir “eski” olmadığından mutlaka “yeniyi” kurma iddiasını öne çıkarmaya ve eninde sonunda bir kurucu irade olarak kendini inşa etmeye yazgılı olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu hareketin, aşağıdan ve kurucu olmak dışında bir seçeneği yoktur[ii]; aksi hâlde sonuç elde etmesi de imkansızdır. CHP’nin bugüne dek, hem hareketin bütünlüğünü koruma hem de sosyalist öznelerce başarıyla aktarılan aşağıdan gelen basınca uyum sağlama konusunda titiz davranmış olması da bahsettiğim boşluğun nesnel bir sonucu olarak görülebilir. CHP mevcut liderliğiyle varlığını ancak bu dengeye riayet ederek koruyabilir. Bu sayede, hareketin aşağıdanlığı ve kendiliğindenliği ile CHP’nin kurumsallığı ve ihtiyatlı tavrı arasındaki gerilim şimdilik bir dengeye kavuşabilmiştir. Bu gerilimin içinden bugüne kadar yoluna bütünlüklü biçimde devam eden ve sürekli yenilenen bir ortak irade şekillenebilmiştir.
Ortak Duygunun İzinde
Eğer böyleyse —yani hareket “aşağıdan” gelişmeye ve kurucu bir karakter kazanmaya yazgılıysa— o hâlde doğduğu boşluğu dolduracak, toplumun ahlaki-politik önderliğini temsil edebilecek bir siyasal-sosyal programla eninde sonunda donanmak zorundadır. “Böyle bir sosyal-siyasal programın ana hatları ne olmalıdır” sorusu gündeme geldiğinde, akla hemen evrensel ideolojik referanslarımızın gelmesi doğaldır. Fakat dünyanın herhangi bir yerinde, kapitalizmin herhangi bir zamanında pekala geçerli olabilecek ilkelerin sıralanmasından ibaret bir sosyal-siyasal programın yukarıdan telkinle bugün bir aciliyet duygusu içindeki halka mal edilmesi, halkın buradan kazanılması mümkün değildir. Programdan kasıt soyut ilkeler beyanı değildir. Böyle bir program, ancak gidişata karşı ayağa kalkmış halkın acil özlem ve beklentilerini, harekete katılan insanların “ortak duygusunu” temel alarak, onların katılımcısı olduğu ve sahiplendiği bir sürecin içerisinden doğabilir. Bu ortak özlem ve talepler, bugün hareketin içinde belirginleşmiştir; katılımcılarını kuşatan ortak bir duygu ve arzu ise şimdiden olgunlaşmıştır. Üstelik bu arzu ve arayışlar, dünyanın içine girdiği karanlık tünel düşünüldüğünde yalnızca meşru değil, aynı zamanda gururla sahiplenilecek bir karaktere sahiptir. Harekete siyaseten renk çalmak, onu bir siyasal-sosyal programla buluşturmak öncelikle bu ortak duygu, arzu ve taleple hemhal olmayı, ondan beslenmeyi ve onu işlemeyi gerektirir. Peki nedir bu ortak duygu/arzu/talep?
“Yurt Hakkını” İstemek
“Ben size söyleyeyim, ben hayal denilen bir şeyi kuramıyorum. Bu ülkede durduğum zaman ileride ben şunu olurum diyemiyorum mesela” “12-13 yaşındaki çocuklar bile şu an yurtdışı hayali kuruyor. ‘Neden?’ diye soruyoruz kendimize. Güzelim ülkemiz varken neden yurtdışı olsun ki? Bunu düşündüren bir hükümet var başımızda ve bunu düşündürmeyecek bir adam varken onu da içeri atıyorlar.”
“İmamoğlu meselesi tabii ki sembolik ama o sembolün arkasında kaybolma tehlikesi yaşayan bir gelecek var. Ben yedi sene Fransa’da yaşadım ve kendi isteğimle Türkiye’ye döndüm. Burası benim anavatanım ve kalabileceğim bir Türkiye’yi yaratmak istiyorum. Kalabileceğim bir Türkiye’de yaşamak istiyorum.”
“Kardeşlerin birbirine düşman olduğu bir Türkiye’yi istemiyoruz. Kardeşlik olsun, sükunet olsun istiyorum. Geçinebilelim, rahat oturup rahat kalkalım”
“Türkiye’de farklı kültürlerin bir arada zaten yaşama kudreti ve iradesi olmasa, siyasetçiler Türkiye’yi paramparça edecekler. Farklı görüşten insanların birbiriyle temas etme, alışveriş yapma, aynı bayram sofralarında oturma durumu zaten var. Ama Türkiye’de sofranın hepsine sahip olmak isteyen bir takım yapılar tezahür ediyor.[iii]
Eylemlere katılan insanlarla yapılan görüşmelerde ortaya çıkan —ve eylemleri uzaktan destekleyen herhangi biriyle temas ettiğinizde kolaylıkla duyabileceğiniz— bu ifadelerde ortak bir talep/duygu kendini gösteriyor: “yurt hakkı”. Bugünkü toplumsal direnç, bu ülkede yaşayan, çalışan ve kaynaklarını üreten; fakat bugününde ve geleceğinde söz sahibi olması sistemli biçimde engellenmiş insanların, bu ülkeye ortak bir bütünün eşit parçası olarak ait olma arzusunu dile getiriyor. Yurt hakkını kazanma arzusu.
Eylemlerin ortak duygusuna tekabül eden “ülkeyi yurt edinme” arzusu, geleceğe ertelenmiş bir beklenti değil. Sokakta öncü rol oynayan gençlerin ve meydan mitinglerine katılanların yanı sıra, Türkiye’nin dört bir yanından memlekette söz ve pay sahibi olmak isteyen insanlar boykot çağrılarına katılarak, dayanışma sandıklarında oy kullanarak ya da sosyal medyada tepki göstererek bu aşağıdan mayalanan ortak duygunun ve arzunun bir parçası hâline geliyorlar.
Bu aşağıdan gelişen toplumsal direncin, dünyanın gerici otokrasiler tarafından boğulduğu bir dönemde, küresel ölçekte tarihsel bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle yıldırım hızına ulaşan gerici ve emperyalist saldırı, Avrupa’nın dört bir yanında yükselişini sürdüren göçmen karşıtı ırkçı siyasal hareketler, tüm bunlara rağmen neoliberal gündemlerine ve İsrail yandaşlığına sıkı sıkı sarılmaya devam eden, halktan kopmuş merkez partileri, ve tüm bu belirsizlik ortamında kendi oligarşilerinin gücünü maksimize etmenin yollarını arayan demagog liderler… İradesini yeniden eline almak üzere Türkiye’deki halk hareketine katılanlar, siyaset teorisi metinlerinde soyut bir ideal-tip olarak tarif edilen “aşağıdan” yurttaşlığı, dünyanın en gerici dönemlerinden birinde gerçek anlamda ete kemiğe büründürüyorlar.
Ortak Arzu, Ortak Program
Bugünkü halk hareketine eşlik edecek kurucu bir sosyal-siyasal programın çıkış noktası, toplumda yakıcı bir şekilde dışa vuran arzuda yatıyor: Ülkeyi, içinde yalnızca üretip tükettiği değil; birlikte dönüştürdüğü, değiştirdiği ve bu sayede sahiplendiği bir yurda kavuşturma arzusu.
Bu arzu, hareket içerisinde şekillenmek zorunda olan kurucu iradenin ve söz konusu programın dayandığı toplumsal tabanı belirginleştirebilir: Bu ülkede çalışarak, üreterek hayatını sürdüren ama buna rağmen ülkeyi birlikte şekillendirme iradesi —yani yurt hakkı— elinden alınmış herkes. Ayrıca “yurt hakkı” temelindeki bir program Kürt meselesini, patriyarkal tahakkümü ve diğer özgürleşme eksenlerini ilişkilendirmenin[iv] bir zemini, bir ortak çerçevesi olarak işleyebilir.
Böyle bir programın içeriğini şekillendirecek hedef de bu temelde tanımlanabilir: Bu ülkede üreten ve çalışan insanların, toplumun tamamını ilgilendiren kararlara eşit bir biçimde katılabileceği kamusal sahaların açılması, bunu işletecek demokratik mekanizmaların tesisi ve her yurttaşı birer özneye dönüştürecek sosyal hakların hayata geçirilmesi.
Böylesi bir siyasal-sosyal programın somutlaştırılması, hareket içerisinde gündemleştirilmesi ve toplumsallaştırılması bugün Türkiye solunun, tüm ideolojik ve siyasal birikimini seferber etmesi gereken en hayati mesele olarak önümüzde duruyor.
[i] Ebru Pektaş, “Direnişe Kenar Notları” https://www.ayrim.org/guncel/direnise-kenar-notlari/, 1 Nisan 2025. [ii] Yaren Selin Acar, “Bastırılmış Olanın Sesi, Kurulmamış Olanın Boşluğu”, https://www.ayrim.org/guncel/bastirilmis-olanin-sesi-kurulmamis-olanin-boslugu/, 2 Nisan 2025 [iii] https://www.bbc.com/turkce/articles/c62g882xj0go [iv] Can Atalay, “Yatay ve Dikey Analizleri Birleştirmek”, https://www.ayrim.org/guncel/yatay-ve-dikey-analizleri-birlestirmek/, 3 Nisan 2025.