Türkiye’nin Uzun Üç Ayı: İktidar Cephesi Ne Yapmaya Çalışıyor?

Cenk Saraçoğlu15 Mart 2025

31 Mart yenilgisinin ardından AKP’nin siyasal ve ideolojik alanı yeniden dizayn etmeye girişmesi, Türkiye’nin yakın tarihini bilenler için sürpriz olmadı. Ne var ki, bugün bu yeniden inşa sürecini ihtiyatlı bir tempoyla, ustalıkla işlenmiş adımlarla zamana yaymak yerine, ani ve risk yüklü bir ivmeyle hayata geçirme telaşı uluslararası ve bölgesel siyasetteki sarsıntıların tetiklediği bir eğilim olarak okunmalı. AKP, başta Suriye olmak üzere çatışma coğrafyalarında, muhataplarının karşısına “belirsiz bir geleceğin sallantıdaki aktörü” olarak değil, Türkiye’nin kaderini belirleme yetkisini tekelinde tutan, alternatifsiz ve kalıcı bir otorite olarak çıkmak istiyor. Bu iddia, Saray’ın mutlak egemenliğini tehdit edebilecek herhangi bir muhalefet unsurunun daha filizlenmeden bertaraf edilmesini zorunlu kılan bir siyasal mimariyi beraberinde getiriyor.

Bugün bu çaba, Saray’ın tayin ettiği sınırları aşarak söz ve eylem üretmeye cüret eden tüm siyasal oluşumlara karşı yargı eliyle sürdürülen bir taarruz şeklinde kendisini gösteriyor. Bu taarruz, yalnızca sol ya da sosyalist çevrelerle sınırlı kalmıyor; sermaye düzenine kökten bir başkaldırısı olmasa dahi Saray’ın çizdiği çerçeveyi zorlayan düzen içi aktörler de bundan nasibini alıyor. Son aylarda, birbirinden farklı muhalif kümelere yönelik –yüzeyde bağımsız görünen– tasfiye girişimleri, devlet içi hesaplaşmaların bir yansıması olmaktan çok, Saray’ın, kendi hudutlarını aşmayan bir muhalefet mimarisi inşa etme yönündeki bütüncül tasarımının tezahürleri olarak okunmalı. Ekrem İmamoğlu’nun potansiyel adaylığına karşı devreye sokulan hukuki manevralar, Ümit Özdağ’ın hapsedilmesi, Dem Parti’li belediyelere kayyım atanması , CHP’li belediye başkanlarının tutuklanması, muhalif gazetecilere açılan davalar, HDK soruşturmaları ve sendika önderi Mehmet Türkmen’in tutuklanması gibi vakalar, her biri kendine özgü saiklerle şekillense ve birbirine eşitlenemese de, Türkiye’nin siyasal muhalefet alanını halktan yalıtılmış ve Saray’ın iradesine tabi bir çerçeveye hapsetme gayesine hizmet eden birbiriyle uyumlu unsurlar olarak beliriyor.

Muhalefet Alanının Yeniden Kurgulanması

Bu gidişatın Cumhur ittifakının siyaset alanında tamamen tekleşeceği, hatta seçimlerin bile imkansızlaşacağı bir noktada sonlanacağını ve  ve AKP iktidarının özünde bu uç hedefi gözettiğini öne sürmek kestirme bir yorum  olur. Böylesi bir tablo, mevcut düzenden rahatsızlık duyan ve toplumun ağırlıklı kesimini oluşturan geniş halk yığınlarını, öngörülemez ve yönetilemez hale getirme riski taşır; bu ise, sermaye düzeninin pürüzsüzlük arayışıyla bağdaşmayan, rasyonel bir seçenek olmaktan uzak bir senaryodur. Siyasal iktidarın bugünkü hakimiyeti, yalnızca toplumsal itirazları kaba bir baskıyla susturma becerisinden değil, aynı zamanda bu itirazları muhalefet alanındaki siyasal aktörler üzerinden ustalıkla yönlendirme ve Saray’ın çizdiği sınırlar içinde etkisiz bir döngüye hapsetme maharetinden beslenir. Bu bağlamda, iktidarın düşlediği gelecek, devletin kimliğini kendi varlığıyla özdeşleştiren ve ulusal çıkarları küresel sahnede temsil etme yetkisini tekeline alan Saray’ın, bu hegemonik pozisyonunu tartışmasız kabul eden bir “akredite muhalefet” düzenidir—kendi iradesinden yoksun, Saray’ın mutlak otoritesine gölge düşürmekten kaçınmaya zorlanmış, onun onayıyla varlığını sürdürebilen ve belirlenen sınırları asla zorlamayan bir siyasal figüranlar topluluğundan ibaret bir yapı.

Erdoğan’ın “Türkiye’de bir muhalefet sorunu var” ve “Bu sorun çözülecek” ifadeleri, ilk bakışta bir serzeniş gibi algılansa da, daha derinde, ince işlenmiş bir siyasal tasavvurun ipuçlarını taşır: Halkın kolektif iradesini bağımsız bir güç olarak örgütleme ihtimalinden tümüyle kopmuş, toplumsal hoşnutsuzlukları Saray’ın merhametine sunmakla yetinen, en fazla sert bir tonda “uyarı”da bulunarak kendini sınırlayan bir muhalefet yaratma isteği.. Hatta kendi içindeki çelişkileri ve ihtilafları hal yoluna koyarken hakemliğine başvurulacak bir muhalefet.

Böylesi bir kurgunun aktörleri, yalnızca sağ muhafazakâr pozisyonları temsil edenlerle sınırlı olmak zorunda değildir; hatta  bir tekdüzelikten özellikle kaçınılması gerekir. Siyasetin özünden arındırıldığı bu sahnede, laiklik, gelir adaletsizliği, Kürt sorunu gibi başlıklara duyarlılık sergileyen  siyasal kümeler de rahatlıkla yer bulabilir—hatta bu gruplar, mevcut meseleleri en yüksek perdeden, keskin söylemlerle dile getirme özgürlüğüne bile sahip olabilir. Halkı siyasetin aktif bir öznesi kılmaya dönük herhangi bir çabaya girişmedikleri, stratejilerini bu radikal potansiyelin üzerine inşa etmedikleri ve dış kaynaklı tehditler ya da çatışmalar bahane edilerek dayatılan “hizaya gelme” çağrısına riayet ettikleri sürece siyasal muhalefet alanında her kökten aktör yer alabilir. Dahası, bu görünürdeki çoğulculuk, belirlenen sınırlara sadakat gösterdiği ölçüde, “muhalif” etiketli bir medya ve sivil toplumun da varlık göstermesine izin verebilir—tabii ki, iktidarın gölgesinde soluk alıp veren, zararsız bir dekor olarak.

Otoriterleşmenin nihai durağının mutlaka muhalefetsiz, parlamentosuz bir tek parti rejimi biçiminde kristalleşmesi gerekmediğini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren örneklerden biri, Putin’in Rusya’sıdır. Burada, Rusya Federasyonu’nun dışarıda çatışma ve savaşlarla dolu bir jeopolitik arenada boy göstermesi, içeride ise yalnızca “makbul muhalefetin” nefes almasına izin verilen, özenle budanmış bir siyaset sahnesinin kurulması süreciyle el ele ilerlemiştir. Bugün Duma’da sahnelenen tabloda, bir komünist parti, bir sosyal demokrat oluşum, bir aşırı milliyetçi grup ve gençliğe hitap eden liberal-muhafazakâr bir yapı yer alır. Ancak bu aktörlerin hiçbiri, Rusya’da sahici bir toplumsal muhalefeti ayağa kaldırmaya yeltenmez; Putin’in ördüğü rejimin meşruiyetine gölge düşürmeyi akıllarından geçirmez; ne de Birleşik Rusya Partisi’nin ve Putin’in siyasal hegemonyasını sarsacak bir stratejiyi ufuklarına yerleştirir. Onların rolü, daha çok, yolsuzluklar, gelir eşitsizlikleri ya da dış politika gibi meselelerde iktidara ölçülü eleştiriler yöneltmekle sınırlıdır—nihayetinde seçmenlere, gerçek bir alternatiften çok, bir seçenek yanılsaması sunan kontrollü bir vitrin oluştururlar. Türkiye’de ise iktidar cephesi, anlaşıldığı kadarıyla, muhalefet meselesini  bu Rus modeline öykünen bir yaklaşımla, yani muhalefeti yok etmektense evcilleştirip kendine tabi kılma yoluyla “çözme” gayretindedir.

Aceleciliğin Uluslararası Boyutu

Türkiye’de siyasal muhalefet alanını yeniden yapılandırmaya yönelik bu stratejinin, Suriye’de Esad rejiminin çöküş sürecinin ivme kazandığı ve Donald Trump’ın ikinci kez ABD başkanlığına seçildiği bir konjonktürde adeta yıldırım hızıyla hayata geçirilmesi, tesadüfi bir zamanlama değil. Bu daha çok, küresel ve bölgesel dinamiklerin kesişim noktasında şekillenen bilinçli bir hamleyi yansıtmaktadır. Trump ve ekibi, gerek ilk döneminde gerekse seçim kampanyası boyunca sergiledikleri tutumla, uluslararası siyasette muhataplarını “liberal demokratik” normlara uyum veya “demokrasi açığı” gibi ölçütler üzerinden sıkıştırmayı amaçlayan geleneksel “Batı müdahaleciliği” araçlarını büyük ölçüde ter etmiş; bunun yerine liberal-demokratik kılıflardan arındırılmış pragmatik, güç ve çıkar odaklı bir rekabet anlayışını benimsemiştir. Bu yaklaşım, yalnızca bir yönetim tarzı değişikliği değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal dünya düzeninin temel varsayımlarına indirilen yapısal bir darbe olarak okunmalıdır. Söz konusu düzen, Batı bloğuna katılımı finansal entegrasyon, güvenlik garantileri ve normatif meşruiyetin bir bileşimi olarak sunarken, Trump’ın iktidara dönüşü, bu paradigmanın çöküşünü hızlandıran son dönemeçlerden biri olarak tarihe geçebilir. Uluslararası siyaset, bugün kendi devletinin sahibi gibi davranan, ulusal çıkarı kendi şahsında temsil etme idddiasını taşıyan ve bu özellikleri sergilediği oranda itibar gören “liderlerin” güçleri oranında rekabet ve müzakere içerisine girdiği bir eksene yerleşmektedir.

AKP iktidarı, böyle bir uluslararası bağlamda Rusya ve İran’ın bölgesel nüfuzlarının geri çekilmesiyle Suriye’de ortaya çıkan stratejik fırsatları değerlendirme ve olası riskleri bertaraf etme çabasına girişmiştir. Ancak bu boşluğu doldurabilmenin, yalnızca jeopolitik bir hamleler dizisiyle değil, aynı zamanda yeni ABD yönetimiyle asgari düzeyde bir uyum zemini inşa ederek ve bu uyumu diplomasi masasında pazarlık gücüne tahvil ederek mümkün olduğunun farkındadır. Trump yönetiminin normatif demokratik standartlara kayıtsızlığı, AKP için kritik bir avantaj sunmaktadır: Artık liberal demokratik değerlerle uyumsuzluk, uluslararası arenada bir kusur veya meşruiyet zaafı olarak değil, aksine otoriter rejimlerin pragmatik bir aktör olarak tanınmasının önünü açan bir gerçeklik olarak işlev görmektedir.  Bu durum, AKP’nin hem içeride siyasal alanı yeniden dizayn etme cesaretini hem de dışarıda bölgesel bir hegemon olarak konumlanma iddiasını pekiştiren bir katalizör rolü oynamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’deki otoriter konsolidasyon sürecinin hız kazanması, yalnızca iç dinamiklerin bir sonucu değil, aynı zamanda küresel liberal düzenin çözülüşünden beslenen bir oportunizmin ürünüdür.

Süreç ve Demokrasi

Bu bağlamda, Bahçeli’nin önayak olduğu barış sürecinde kayda değer bir ilerleme kaydedilmesi, yüzeysel bir bakışla, otoriterleşmenin baskın tablosuyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilir. Ancak, siyasal iktidarın söylemlerinin ve eylemlerinin dikkatle çözümlenmesi, bu sürecin evriminin, muhalefet alanını yeniden yapılandırma gayesiyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olmadığını gözler önüne seriyor. Zira iktidar, geçmişteki girişimlerden farklı olarak bu  kez süreci “demokrasi ve özgürlüklere” dayalı bir söylemsel çerçeve ile süslemekten bilinçli bir şekilde imtina etmektedir. Bunun yerine, Saray’ın devletin özüyle birleştiği “yeni Türkiye” paradigmasını mutlak bir mihenk taşı olarak yerleştirme hedefi, sürecin meşruiyetini temellendiriyor. İktidar, bu paradigmanın koşulsuz kabulünü ve onun ötesine geçilmemesini, sürecin temel bir önvarsayımı olarak dayatmaktadır—öyle ki, bu çerçeve, daha en başından, sürecin kurucu dokusuna nakşedilmiştir.

Siyasal iktidar ve bilhassa Bahçeli, Öcalan’ı meşru bir siyasal aktör ve Kürt hareketini bir anlaşmanın tarafı olarak tanıyan—yakın tarihin tahayyül sınırlarını zorlayan ölçüde cüretkâr—jestlerle sahneye çıkarken, bu adımlara eşlik eden söylemler, DEM Parti’nin Saray’ın çizdiği hudutların ötesinde bir siyasal varoluş sergileme olanağının kesin bir şekilde son bulduğuna dair keskin bir ihtar işlevi görmektedir. Sürecin sürdürülebilirliği, hareketin muhalif bloktan ayrışarak bağımsız bir eksende konumlanmasına öyle sıkı sıkıya raptedilmiştir ki, bu, adeta sürecin varlığının bir önkoşulu haline getirilmiştir. Ancak, iktidarın bu süreci mutlak bir kontrol altında yürüttüğünü ve kaçınılmaz olarak kendi belirlediği nihai noktaya ulaştıracağını düşünmek eksik bir okuma olur.; zira iç dinamiklerin kırılgan yapısı, Kürt hareketinin ulusalrarası ölçeğe taşınmış hedefleri ve bölgesel-küresel sahnedeki kaygan zemin, farklı ihtimallerin kapısını aralık bırakmaktadır. Bununla birlikte, “yeni Türkiye” paradigması, sürecin genetiğine öyle derin bir şekilde kök salmıştır ki, AKP-MHP ittifakının muradının aksine—otoriter eğilimin yumuşaması ya da siyasetin Saray’ın tayin ettiği sınırları aşması gibi—bir dönüşümün, yalnızca devletle özdeşleşmiş Saray ile Kürt hareketinin temsilcileri arasındaki müzakere döngüsünden kendiliğinden filizlenmesi, ihtimal dairesinde görünmemektedir. Böyle bir dönüşüm, sürecin kendi iç mantığından değil, onun yerleştiği geniş toplumsal ve siyasal bağlamdaki değişimlerden doğabilir. Bugün ise süreç, mevcut iktidarın ülkenin bütünü üzerinde kurduğu tahakkümü bütüncül bir şekilde karşısına alan ve böylelikle de toplumun bütünün özgürleşmesi ile Kürt sorununun çözümü arasındaki bağı tesis edebilecek kuruculuk iddiasındaki bir demokratik mücadelenin yeterli ağırlığa sahip olmadığı bir dönemde gerçekleşmektedir. Barış sürecini çevreleyen toplumsal ve siyasal bağlamın değişimi böyle bir mücadelenin örülmesine bağlı gözükmektedir. Bu mücadelenin de sahası “barış sürecinin” ötesinde Türkiye’nin tamamını kuşatan ve Kürt meselesini de içine alan özgürlükler ve emek gündemidir.

Şüphesiz, bugün bu unsurların yokluğunda devam eden sürece dudak bükmek söz konusu olamaz. Silahların susması ve savaşın ülkenin siyasal alanını biçimlendiren bir araç olmaktan çıkma olasılığı –bir başka deyişle, barış ihtimali– tek başına yaşamsal bir dönüm noktasını temsil eder. Ne var ki, mesele ülkedeki otoriter yapının çözülmesi ve demokratikleşmeye dair bir beklenti olduğunda, yalnızca temkinli bir iyimserlik değil, aynı zamanda keskin bir gerçekçilikle hareket etmek ve sürecin kuruluş mantığında içkin olan otoriter damarı göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’de otoriterleşmenin ne yegâne dayanağı Kürt meselesidir ne de bunun tek uygulama biçimi savaş yoluyla sindirme politikasıdır. Zira egemenlerin asıl meselesi, Kürtlerin kimlik ve tanınma taleplerinden ziyade, sermaye düzenini kökünden sarsma potansiyeli taşıyan ilerici toplumsal dinamiklerin –hangi yolla olursa olsun– denetim altına alınmasıdır.

Dahası, ülkedeki Kürt siyasal dinamiği, tarihsel olarak yalnızca egemen ulus milliyetçiliğine bir meydan okuma olarak algılandığı için değil, aynı zamanda sol ve sosyalist bir karakter sergileyerek genel sol siyasetle ve emek muhalefetiyle güçlü bir sinerji yaratabildiği için tehdit olarak kodlanmıştır. Bu niteliklerinden soyutlanmış  bir Kürdi yapı varsayımsal olarak Türkiye’nin mevcut paradigması içinde kendisine bir yer edinebilir; ancak bu, sürecin demokratikleşme yönünde kendiliğinden bir dönüşüm vaat ettiği anlamına gelmez.

Muhalefeti Uysallaştırmanın Sınırları

Elverişli bir uluslararası konjonktürün mevcudiyeti ile ülke içindeki demokratik muhalefetin dağınıklığı ve programsızlığı, siyasal muhalefet alanını yalnızca “akredite” aktörlerin sahne aldığı bir yapıya dönüştürme hedefinin sorunsuzca ve tam anlamıyla hayata geçeceği anlamına gelmiyor. Bugün siyasal iktidarın hamlelerine karşı bu süreci engelleyecek bir toplumsal itirazın kristalleşememesi ve toplumda hâkim olan genel kayıtsızlık görüntüsü, söz konusu stratejinin hedefine kolaylıkla ulaşacağı izlenimini doğurabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, yargı eliyle siyaseti yeniden şekillendirme girişimleri, AKP iktidarı altında dönüşen devletin, toplumun bütünü adına asgari bir meşruiyet görüntüsü bile sergileyemediği bir dönemde gerçekleşmektedir. Bu koşullar altında, ‘devlet’ adına alınan kararlar ve uygulanan politikalar, giderek artan bir şekilde AKP’nin dar çıkarlarına hizmet eden hamleler olarak algılanmakta ve toplumun geniş kesimleri nezdinde meşruiyetten yoksun görülmektedir.

Bu bağlamda, siyaset sahnesinden tasfiye edilmek istenen aktörlerin toplum nezdinde otomatik olarak itibarsızlaşacağı ve halkın kaçınılmaz şekilde Saray tarafından onaylanmış siyasal figürlere yönelmek zorunda kalacağı varsayımı yanıltıcıdır. Aksine, iktidarın bu tasfiye hamlelerinin içerdiği aşikâr adaletsizlikler, gerçek bir toplumsal muhalefetin ancak AKP’nin çizdiği sınırların ötesinde inşa edilebileceğine dair kolektif bilinci pekiştirmekte; bu sınırlar içinde kalmaya mahkûm bir siyaseti ise halk gözünde giderek değersizleştirmektedir.  Dolayısıyla, Türkiye’de mutlak hâkimiyet kurmuş bir Saray rejimi ile onun meşruiyetini sorgulamayan, onaylanmış sembolik bir muhalefetten oluşan, Rusya’dakine benzer bir siyasal düzenin yerleşmesini ve “normalleşmesini” mümkün kılacak ideolojik koşullar henüz tam anlamıyla mevcut değildir.

Mevcut toplumsal refleksler—kayıtsızlık, kendini koruma ve içe kapanma eğilimi—bu sınırların ne kadar geçerli olduğunu sorgulamaya açık bir tablo yaratıyor olabilir. Ancak bu yaygın kayıtsızlık hali, 2023 seçimlerinin yarattığı derin hayal kırıklığının doğurduğu kalıcı bir teslimiyet ya da umursamazlık olarak okunamaz; nitekim 31 Mart seçim sonuçları, bu varsayımı açıkça çürütmüştür. Bugün, mevcut düzenin yarattığı yapısal tahribatın toplumsal yaşamda yol açtığı krizler, bu krizler ile siyasal iktidar arasındaki bağı net bir şekilde kuran ve hesap sorma arzusunu diri tutan milyonlarca insanı halen taraf olmaya zorlamaktadır.

Eğer bir kayıtsızlıktan söz edilecekse, bu daha çok AKP iktidarını geriletme iddiasını üstlenen CHP’nin, 31 Mart sonrasında halkın beklentileriyle taban tabana zıt bir “normalleşme” rotasına sapmasıyla ilişkilidir. CHP’nin siyasal mücadeleyi elitler arası müzakereyle ikame etmesi ve bu tercihiyle halk ile siyaset arasına mesafe koyması, mevcut kayıtsızlık görüntüsünün başlıca sebebidir. Ancak gelinen noktada, halkı siyasetten uzaklaştıran bu “normalleşme” sürecinin artık toplumsal karşılığını yitirdiği ve fiilen sona erdiği görülmektedir.

Bugün, toplumda kayıtsızlık görüntüsünün ardında derin bir hoşnutsuzluk ve taraf olma isteği yatıyor. Asıl mesele, bu sessiz huzursuzluğu gerçek bir siyasal enerjiye dönüştürmek ve geçmişte defalarca olduğu gibi boşa harcamamak. Bunun yolu, Saray iktidarının çizdiği dar sınırları aşan, toplumsal dayanışmayı ve ortak mücadeleyi esas alan yeni bir siyasal hattın inşasından geçiyor. Bu hat, belli kişilere ya da adaylara bel bağlayan geçici çıkışlarla değil, güçlü, örgütleyici ve kapsayıcı bir siyasal-toplumsal programla şekillenebilir.

Önemli olan, toplumun gasp edilmiş haklarını geri kazanmayı amaçlayan bir dönüşüm programını yalnızca dile getirmek değil, onu gerçek bir siyasal güç haline getirmektir. Böylesine kritik bir görev, siyaseti yalnızca güç odakları arasındaki pazarlıklar olarak gören, halkı siyasetin öznesi haline getirme iddiasını taşıyamayan ana muhalefetin insafına bırakılamaz. Türkiye’de sosyalist siyasetin önündeki en büyük sorumluluk, işte bu boşluğu doldurmak ve siyasetin rotasını, yeniden halkın iradesiyle belirlenen bir zemine taşımaktır.