On sene önce, Soma havzasındaki Eynez Karanlıkdere ocağında, 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan, Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı ve maden faciası yaşandı. Şirketin yargılanması 2015 ve 2021 yılları arasında belli aralıklarla devam etti.[1] Yargılananlar arasında şirketin patronları, yöneticileri, mühendisleri, vardiya amirleri vb. yer aldı.
Madenci ailelerinin ve hukuk mücadelesini sürdüren aktivistlerin ilk günden itibaren politika yapıcı ve uygulayıcılarının yargılanmasının gerekliliğine yaptığı vurgu, 2016 yazında Akhisar Ağır Ceza Mahkemesindeki heyete sunulan raporla da doğrulandı. Buna göre, şirketin sorumluluğunda olan havalandırma sisteminin, işçi eğitimlerinin, oksijen maskelerinin ve kalitelerinin yetersizliği ve sahanın jeolojik sınırlarını zorlayan miktarda kömür üretmesi gibi sebeplerin yanı sıra devletin kömür politikaları ve uygulayıcı kurumlarının hataları da katliamın sebepleri arasındaydı. Başta, havzanın doğal sınırlarıyla çıkarılan kömür miktarı arasındaki uyumsuzluk olmak üzere genel olarak havza planlamasının yetersizliği, rödovans uygulamasına dair sorunlar, devlet kurumlarının teftiş konusunda yetersiz kalması ve madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliğine dair mevzuattaki sorunlar katliamın sebepleri arasında sayılıyordu. Yine de, bütün bu süreçte tek bir politika yapıcı yargılanma sürecine dahil edilmedi. Dahası, yargılama sürecine, başta karar aşaması yaklaşırken davanın hakiminin değiştirilmesi olmak üzere ciddi siyasi müdahaleler yapıldı.[2] Çünkü şu çok açıktı: Soma katliamının adil bir yargılanması sadece katliamın olduğu şirketi değil, bütün kömür, madencilik sektörünü ve hatta Türkiye kapitalizminin sermaye birikim modelini etkileyecekti.
Korunan tek bir şirket veya sektör değil; Türkiye’nin, ucuz ve örgütsel olarak zayıflatılmış işgücünün sömürüsüne, doğanın talanına ve piyasa ilişkileri dışında yaşamı üretme ve yeniden üretme mekanizmalarının gaspına dayalı sermaye birikim modeliydi. Nitekim Türkiye’nin ekstraktivizmi geçtiğimiz on yılda giderek güçlenip sermayenin bütün fraksiyonları bundan müthiş karlar elde ederken; yatırım yapılan bölgelerdeki halklar yaşam alanlarını kaybetmeye, maden işçileri ölmeye devam etti. Soma’dan İliç’e, Zonguldak’tan Yatağan’a, Ermenek’ten Ordu’ya, Şirvan’dan Kaz Dağları’na, Amasra’dan Akbelen’e çıkarılan maden farklılık gösterse de değişmeyen tablo: toprağını kaybeden köylüler, son derece güvencesiz koşullarda çalışan maden işçileri, üretim ve toplumsal yeniden üretim araçlarının (toprak, yakacak, temiz su, temiz hava) erişimine piyasalar tarafından el konmuş bölge halkı, bu halk bütün bu sömürü ve gaspa direnip de sermayenin huzurunu kaçırmaya kalkarsa sermayeyi korumak için tetikte bekleyen devletin güvenlik güçleri.
***
Bu kadar çok boyutlu bir sömürü ve gasp sürecinin bütünlüklü bir değerlendirmesi, Türkiye’nin ekstraktivizminde[3] devlet-sermaye-emek-doğa ilişkilerine odaklanmakla mümkün. Bu da dört temel dinamiğe odaklanmayı gerektiriyor[4]: (i) çıkarılan doğal kaynağın küresel ve ulusal sermaye birikim süreçleri ve kalkınma stratejileri içindeki yeri ve önemi, (ii) yatırımların yapıldığı bölgelerdeki toprak gaspları ve bunların hem tarımsal üretime hem doğal yaşama etkileri, (iii) yerel emek piyasalarının kompozisyonu, (iv) üretim noktasında ve yerel ölçekte doğal koşulları ve işgücü kompozisyonunu göz önünde bulundurarak örgütlenen emek denetim mekanizmaları veya yerel emek rejimi.
Bu ilişki ağlarının en tepesinde Küresel Kuzey’in sermayesi veya büyük ölçekli ulusal sermaye olabilir. Ancak burada devlet ve yerel iktidar ağlarının kurdukları ilişki ve bu ilişkinin sermaye birikimi için gerekli istikrarı sağlamak için doğayı ve emekçileri zapturapt altına almak için geliştirdiği iktidar ilişkilerini anlayabilmek de önemli. Örneğin, Kanadalı bir maden şirketinin Türkiye kırında yaptığı altın madeni yatırımı için çok boyutlu ve çok ölçekli bir sömürü sistemini güvence altına alması gerekiyor ve bunun için ihtiyaç duyduğu denetim ağlarının çeşitli ölçeklerde tesis edilmesine ihtiyaç duyuyor. Nitekim yerin altına el koyabilmesi için önce gıdanın üretildiği, yaşamın üretildiği toprağa el koyması gerekiyor, ucuz emek gücüne el koyması gerekiyor… Fakat şunu da unutmamak gerekiyor, doğa bir yatırım fırsatı (sömürülen unsur) olabildiği kadar üretim sürecine sınırlar ve baskı getiren bir aktör de olabiliyor. Dolayısıyla, sermayenin doğayı da denetlemesi; metan riskine, göçük riskine, patlama riskine karşı da mekanizmalar geliştirmesi gerekiyor. Dolayısıyla ekstraktif yatırımların olduğu bölgelerde devlet ve sermayeyi diğer yatırımların olduğu bölgelerden biraz daha zor bir görev bekliyor: hem işgücü kompozisyonuna hem de doğal koşulların özgüllüklerine uygun bir yerel emek rejimi kurmak.
Emek süreci teorisinde sıkça ele alındığı gibi, üretim sürecinin örgütlenmesi ve yerel emek denetim stratejileri işçilerin ve sermayenin ekonomik coğrafyayla kurduğu ilişkiye göre düzenlenir. Ekstraktif sermayenin buradaki özgüllüğü, doğal koşullara yüksek bağımlılığı ve yer değiştirme kabiliyetinin sınırlılıklarıdır. Ve dolayısıyla doğal kaynak çıkarımı, metaların mekânsal sabitliği sebebiyle yerel koşullara son derece bağımlı bir sektördür. Kriz durumlarında yatırımların yer değiştirmesi çok kolay değildir. Dolayısıyla Marksist ekonomi politikte doğa çoğunlukla bir yatırım fırsatı olarak değerlendirilse de doğa aynı zamanda üretim koşullarını baskılayan bir etkendir. Örneğin, metanlı sahada kömür çıkarma konusunda ısrar edilirse, 301 işçi ölebilir. Ve bu “kriz” karşısında kömürden elde edilen ranttan vazgeçmek istemeyen devlet ve sermayenin yerel ölçekte etkili emek denetim ve disiplin mekanizmalarının yanı sıra rızayı örgütlemenin yollarını bulması da elzemdir. Örneğin, Soma katliamdan sonra yapılan bir düzenlemeyle yer altı madenlerinde en düşük ücretin çift asgari ücret düzeyine çekilmesi işçi sınıfının bir kazanımı olmaktan çok, sermaye birikiminin istikrarlı sürekliliğini rıza yoluyla garantiye alma işlevi görmüştür.
Burada, doğal kaynak çıkarılan yerelliklerde emek gücünün nasıl oluşturulduğu, örneğin madenlere emek arzının nereden ve nasıl sağlandığına, yani işçileşme süreçlerine odaklanmak gerekli. Uluslararası ekstraktivizm yazını burada dikkatleri, toprakları istimlak edilmiş köylülere, ekstraktif sömürünün derinleştiği döneme denk gelen tarımda neoliberalizm sonucu toprağının mülkiyetini kaybetmese de emeğini satmak durumunda kalan kır nüfusuna, emek piyasalarındaki etnik köken, toplumsal cinsiyet, ırka dayalı çeşitlenmeye dikkatleri çekiyor. Nitekim uluslararası ve ulusal sermaye için yatırım yaparken, bir yerellikteki sömüreceği, el koyacağı doğal kaynağın ne olduğu kadar en ucuz ve optimal işgücünü nasıl bulacağı da önemlidir. Örneğin Kanadalı bir maden şirketi için veya yerli büyük sermaye için toprağından yeni koparılmış köylü optimal işgücü olabilirken, bu profil Zonguldak’taki kaçak maden işletmesi için pahalıya gelecektir. Dolayısıyla kayıt dışı çalıştırabileceği göçmen işçiler onun için daha ideal bir işgücüdür. Burayı aşağıda açacağım.
Bütün bu sömürü, talan ve gaspa dayalı ilişki ağlarının ortasında kapitalist devletin merkezi rolünün altını özel olarak çizmek gerekir. Yeni ekstraktivizm veya ekstraktif emperyalizm olarak tanımlanan süreçte, Hindistan gibi örneklerde devlet işletmelerinin ağırlığı devam etse de, çoğunlukla özel sektör yatırımları yaygın. Devletin buradaki rolü, yatırımı yapanın kim olduğundan bağımsız olarak merkezidir ve Nicos Poulantzas’ın kavramsallaştırmasıyla, kapitalist devletin çelişkili rolünün tipik bir örneğidir. Nitekim kapitalist devlet bir yandan sermaye birikimi için uygun koşulları yaratmalıdır. Bunlar, sermaye lehine yasal düzenlemeler, teşvikler, ruhsat/ÇED süreçlerinde kolaylıklar sağlamak olabilir. Diğer yandansa, yerelde emek denetimini ve belirli bir rıza örgütlenmesini, emek içerme mekanizmalarını sağlamak için yerel ölçekte çeşitli politik, kurumsal, geleneksel dinamikleri kullanmaya çalışır. Bunlar, cemaat ve tarikat ağları, hemşeri dernekleri, yerel büyük toprak sahipleriyle çeşitli işbirlikleri olabilir.
****
Türkiye’de, 2000’lerin başlarından itibaren AKP hükümetlerinin yüksek büyüme oranları, büyük ölçekli özelleştirmeler, emek piyasalarının esnekleşmesi ve güvencesizleşmesi, inşaat ve doğal kaynak sektörlerine yaptığı mega-yatırımlarla karakterize olan radikal neoliberal programıyla İslamcı bir otoriterliği başarıyla bir araya getirdiğini gözlemlemek ne yazık ki mümkün. Örneğin, 2000’li yıllardaki büyüme modelinin cari açığı arttırdığı gerekçesiyle, 2010’lu yıllarda başlatılan “kömüre hücum” politikaları enerji arz güvenliği tehdidine bir çözüm olarak ortaya atıldı. Aynı dönemde benzer bir hücum da HES’lere oldu. Nitekim elektrik üretiminde ithal kaynaklara olan yüksek bağımlılığa çözüm olarak bir “milli enerji ve maden[5]” politikası gerekiyordu. Dahası, bu yatırımların kırda istihdam yaratacağı ve kır yoksulluğu ve işsizlik sorunlarına çözüm teşkil edeceği de iddia ediliyordu.
Bu dönemde devlet, yerli ve yabancı ekstraktif yatırımcıya müthiş teşvikler sağladı. Örneğin 10. ve 11. Kalkınma Planlarında ekstraktivizmin öncelikli rolü açıkça görülebilir. Bu planlarda “stratejik sektör” olarak tanımlanan kömürün aranması, çıkarılması, kömürlü termik santrallerin kurulması için yapılacak destekler ciddi yer buldu. Böylece 2010’lu yıllarda rödovans sözleşmesi devletin kömür yatırımcısını adeta ihya ettiği bir özelleştirme örneği oldu, devlet Soma katliamından sonra başlattığı çift asgari ücret uygulamasının sermaye üzerinde bir yüke dönüşmemesi için işgücü maliyeti için destekler yaptı[6], ÇED süreçlerinde ciddi kolaylıklar sağladı… Ancak sonuçta ekstraktif yatırımlara sağlanan devasa desteklere rağmen bu sektörler ne cari açığın kapanmasında ne de istihdam yaratmada etkili olabildi.[7] Buna karşın, altına hücumla karakterize olan bir döneme denk gelen 12. Kalkınma Planı “daha da fazla maden” dedi. Ulusal ve uluslararası maden sermayesine, maden izin süreçlerinde bürokrasinin azalacağına ve yatırım güvencesinin arttırılacağına dair sözler vermeye devam etti. Bütün bunlar, tam da hedeflendiği gibi, dış sermaye girişlerini de hızlandırdı, daha da hızlandıracağının sinyalleri de ortada.[8]
Bugün Türkiye’deki tabloya baktığımızda: Soma’da 301 madenci öldürüldükten sonra havzada da ülke genelinde de kömür madeni ve kömürlü termik santral yatırımları artarak devam etti; ülke sınırlarındaki madenler yabancı sermaye için daha da cazip hale getirildi ve uluslararası sermaye için İliç, Kazdağları, Ordu, Giresun toprakları “altın” değerinde… Yukarıda kapitalist devletin çelişkili rolüne değinmiştim. Peki ulusal ve uluslararası sermayeye yatırım ortamı sağlayan devlet bu yatırımlar için toplumsal rızayı nasıl örgütlüyor? Bugünün iktidar blokunun fraksiyonları olan sınıf oluşumu erken cumhuriyete uzanan laik ve büyük sermaye, AKP döneminde holdingleşmiş sermaye ve uluslararası sermayenin her biri için AKP’nin madene hücum politikaları müthiş faydalar sağlıyor. Kanada sermayesi İliç’te, Kaz Dağları’nda altın çıkarırken; Soma’da 2005’te rödovansın başlamasıyla yereldeki küçük şirketler holdingleşme şansı buldu, bu arada seküler büyük sermaye de ülkenin maden ve enerji pastasından kendine düşen dilimi fazlasıyla aldı.
Emekçinin rızasının nasıl örgütlendiği sorusunun yanıtı çok daha karmaşık olmakla birlikte, tarımda neoliberal dönüşümün rolüne özel olarak değinmeyi gerektiriyor. Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte küçük ölçekli tarım kırda ailelerin geçimini sağlayan bir ekonomik etkinlik olmaktan büyük ölçüde çıktı ve bu aileler kentte veya kırda tarım dışında gelir arayışına girdiler. Bu dönem ciddi bir kentleşme dalgasına sahne olmakla birlikte; Türkiye kırında tarımın tasfiyesinden ziyade kırsal yaşamın çeşitlenmesinden söz etmek mümkün.[9] Bu dönemde, aile tarımı ve tarımda ücretli iş hızla kadınlaşırken; kır hanelerindeki erkekler inşaat gibi maden gibi sektörlerde iş arayışına girdiler. Bunun iktidar ve sermaye tarafından “istihdam olanağı” olarak sunulması emekçilerde ciddi bir karşılık buldu. Örneğin Soma katliamı davasında şirket patronu olarak yargılanan Can Gürkan, dönemin enerji bakanı ve havzadaki maden işçileri durumu benzer cümlelerle açıklıyordu.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir unsur, iktidar ve sermayenin ekstraktif yatırım yaptığı bölgelerde yerel dinamikleri nasıl kullanabildiği. İliç’teki katliamdan sonra Bahadır Özgür,[10] yerel iktidar ilişkilerini açıklarken ABD, Avustralya, Kanada gibi ülkelerin sermayesi, AKP hükümeti ve sermayesi ve yerel oligarşinin işbirliğini ortaya koydu. Ve bu yerel oligarşinin altın madenciliğini nasıl güvenceye aldığını, nasıl karmaşık bir çıkar ağı ördüğünü anlattı. Soma’daki tablonun da buna oldukça benzer olduğunu havzada yaptığım yıllara yayılmış saha araştırmasında gözlemledim. Oldukça karmaşık yerel ilişki ağlarının bir yanında önemli bir kısmı Alevi olan yerli madenci aileler var, tarımsal üretimi çeşitli biçimlerde sürdürebiliyorlar. Diğer tarafta, Zonguldak, Bartın, Ordu, Kütahya vb. maden bölgelerinden Soma’daki iş memleketlerinden “daha güvenceli” (yüksek ücretli ve kayıtlı) olduğu için Soma’ya göç etmiş işçiler var. Geçmişte bu işçileri dayıbaşı ya da taşeron denen aracılar işe alıyordu, daha sonra bu sistemin yasal olmadığı iddiasıyla biçimsel olarak ortadan kaldırıldı, ancak halen işlevli olduğunu iddia etmek mümkün. Farklı üretim birimlerinde ve ekiplerinde, işçi servislerinde, mahallelerde toplumsal farklılıklarına göre ayrışmış bir işçi topluluğundan ve taşeronlar, yöre dernekleri, yandaş sendika ve dini ağların oynadığı önemli rolle kurgulanmış yerel emek denetim, içerme ve disiplin mekanizmaları mevcut.
Diğer taraftan, tüm bu benzerliklere karşın, farklı yerelliklerin işgücü kompozisyonunun farklı emek denetim mekanizmalarını da gerektirebileceğini yukarıda vurgulamıştım. Bunun en tipik örneği şu sorunun cevabında bulunabilir: Şubat ayında İliç’te yaşanan katliam bugün Kanada’da yaşanabilir mi? Küresel kapitalizm bu soruya kesin bir hayır cevabı vermeyi zorlaştırsa da uluslararası işbölümünde Kanada’nın ve Türkiye’nin konumları bu yanıtı mümkün kılıyor. Nitekim Küresel Kuzey’in sermayesi ana akım sosyal bilimciler ve siyasetçilerin iddia ettiği gibi demokratik rejimlerin olduğu bölgelere yatırım yapmıyorlar. Ucuz ve disipline edilmiş işgücünü sömürebileceği, toplumsal muhalefeti ve yasal engelleri güçlü bir siyasal iktidar sayesinde kolaylıkla aşabileceği, gerektiğinde işçileri aylarca siyanürlü toprağın altında bırakabileceği koşulları tercih ediyor. Ve bu koşulları sağlayan devlet biçimi, otoriter neoliberalizmden başkası değil. Diğer taraftan, Soma’da yatırım yapan Türkiyeli büyük sermaye için de tarımdan geçinemez hale gelmiş köylüler ve Zonguldak’taki, Kütahya’daki madenlerden daha iyi koşulları arayan madenciler optimum işçi olabiliyor. Örneğin ben Soma’daki araştırmam sırasında Zonguldaklı işçilerden şöyle bir anlatı duyuyordum:
“Zonguldak’ta devlet yeni personel almıyor, yatırım çok az ve küçük ölçekli ve hatta kaçak işletmeler ağırlıkta. Bu yüzden Soma’ya geldik. Soma’da büyük şirketler var, daha kurumsal.”
Burada özellikle devletin sermayeye sağladığı alım garantisi gibi destekler, finansal belirsizliklerini büyük ölçüde azaltıyor. Ve işçiler daha yüksek ücretlerin düzenli ödendiği bir işte, sektörün erken emeklilik gibi haklarından vazgeçmek zorunda kalmadan çalışabildiklerini anlatıyorlardı. Ve sıkça şu tür ifadeler kullanıyorlardı:
“Zonguldak’ta küçük şirketler veya kaçak ocaklar var. Maaşlar düşük, düzenli ödenmiyor. Ölsen kaydın yok…”
Peki Zonguldak’taki küçük ölçekli şirketlerin veya kaçak ocakların ucuz işçisi kimler? 2023’ün Kasım ayında bunu Vezir Mohammad Nourtani isimli Afgan maden işçisinin yaşadıkları gözler önüne serdi. 55 yaşındaki maden işçisi, Zonguldak’ta bir kaçak ocakta öldükten sonra cenazesi ocak sahipleri tarafından bir araziye götürülüp yakıldı.[11]Dolayısıyla ekstraktif sermaye, çıkaracağı doğal metanın nerede olduğu kadar en ucuz ve zapturapt altına alabileceği işgücünün nerede olduğuyla da ilgilendiğinden hem doğal koşullar hem de işgücü kompozisyonunu göz önünde bulundurarak yatırım yapıyor.
Sonuç olarak, Soma Faciası’nın 10. yılında İliç’te korkunç bir maden felaketi oldu. Soma’da 301 işçi öldürülmüştü, İliç’te 9 işçi göçük altında bırakıldı. Bu rakamlar arasındaki fark, İliç’te yaşananın daha küçük bir felaket olmasından değil altın ve kömür çıkarma teknikleri arasındaki farktan kaynaklanıyor. Kömür daha emek yoğun, altınsa daha kimyasal yoğun yöntemlerle çıkarılıyor. Ve fakat, Soma’dan sonra milli yas ilan edilirken, genel greve gidilirken, İliç birkaç istisna dışında toplumsal muhalefetin dahi gündemini çok meşgul etmedi. Bu sadece bugün 2014 yılından daha otoriter bir rejim olduğu için olabilir mi? Olabilir elbette ama 301 değil 9 işçinin canına mal olmuş olmasının da bunda etkisi olduğunu düşünmek mümkün. Halbuki İliç’in orta ve uzun vadedeki hasarı çok daha ölümcül olabilir.
İnsan merkezli olmamak gerekir ama şu da ortada ki, ekolojik tahribatın, toprağın ölümünün yaratacağı sonuç da insanlık için ölümcül olacak. Bu bize, emek ve ekoloji mücadelelerinin asla iki ayrı gündem olamayacağını gösteriyor bugün. Maden yatırımları doğal kaynağa, ucuz emeğe, toprağa, yaşamı üretme ve yeniden üretme mekanizmalarının hepsine birden çok boyutlu olarak el koyuyor ve sömürüyor. Bunlara karşı örgütlenecek mücadelenin de bu boyutların her birini kapsaması hiç olmadığı kadar yaşamsal.
[1] Dava sürecindeki eksiklere ve özellikle siyasal müdahalelere karşın yakınlarını kaybeden aileler ve avukatlarının muazzam emeğiyle 2024 yılı itibariyle kamu kurumları da yargılama sürecine dahil edildi. Ancak politika yapımında karar alma yetkisi olan devlet görevlileri buna dahil edilmedi. https://t24.com.tr/haber/soma-faciasi-kamu-gorevlileri-10-yil-sonra-yargilaniyor,1163890 [2] https://artigercek.com/emek/soma-katliaminin-7-yil-donumu-hukuk-mucadelesi-devam-ediyor-164170h [3] Madencilik değil de ekstraktivizm kavramını kullanmamın nedeni kavramı doğanın sömürüsüne dayalı kalkınma ve/ya büyüme modeli olarak kullanıyorum. Buna, enerji, maden, inşaat ve endüstriyel tarımı da dahil ederek tanımladığım için madencilik demeyi tercih etmiyorum. [4] https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/08969205211046287 [5] https://enerji.gov.tr/haber-detay?id=226 [6] Rödovans uygulamasında ve işgücü teşviklerinde son dönem önemli değişiklikler söz konusu. Bunların mevcut kriz ve “adil geçiş” planlarıyla ilişkisine dair değerlendirme bir sonraki yazının konusu. [7] https://ipc.sabanciuniv.edu/Content/Images/CKeditorImages/20240516-11054259.pdf [8] https://umutsen.org/index.php/2024/02/buyuk-anadolu-yagmasi-emperyalizm-ve-madencilik-sektoru-kansu-yildirim/ [9] https://onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1111/joac.12535 [10] https://www.gazeteduvar.com.tr/altin-siyaset-ticaret-ilicteki-yerel-oligarsi-makale-1671000 [11] https://artigercek.com/emek/afgan-isci-vezir-mohammed-nourtaninin-yakilarak-katledilmesi-ailesinin-305940h