Toplumsal “Çürüme”ye Çocuk Hakları ve Sınıf Perspektifinden Bakmak

Özgür Atlas17 Aralık 2024

Toplum, bir arada yaşayan bireylerin oluşturduğu bir yapı olarak, içindeki bireyler arasında kurulan ilişkilerle var olur ve bu ilişkilerin doğasındaki sınıfsal ayrışmalar, ekonomik ve politik güç dengeleri toplumsal yapıyı şekillendirir ve bu şekillenme de hem bireylerin iç dünyalarına hem de iç dünyadaki çatışma-problem ve ilişki alanlarına derin etkiler yaratır. Bireylerin yaşamlarını ve ilişkilerini belirleyen bu en önemli ilişkilerin niteliği, özellikle sömürü ve eşitsizlikler, toplumsal yapıda derin yaralar açar ve bireylerin ruhsal dünyasında da ciddi parçalanmalara yol açar. Tıpkı organların canlı kalabilmek için sürekli işbirliği ve hareket içinde olması gerektiği gibi, akışkan olmadıklarında “ölüm” dediğimiz durum meydana geliyorsa toplumsalın içinde insanın da yaşadığı çağ tüm özellikleriyle kendisine yansır. Bu yansımada içinde yer aldığı sistem insanı büyüten-geliştiren ve ruhsallığına katkı sunan şeklinde örgütlenebildiği gibi sistemin yarattığı eşitsizlikler-krizler-sömürü ve yabancılaşmayı büyüten ilişkilerle bireylerin iç dünyasında parçalanma, bölünme ve çürüme gibi psikolojik süreçlere yol açar.

Birey, bu ilişkiler ağı içinde ya büyüme ve olgunlaşma yolunda adımlar atar ya da sınıfsal baskılar ve adaletsizlikler sonucunda kendine ve topluma yabancılaşarak toplumsal çürüme sürecinin bir parçası haline gelir. Toplumsal sistemde de sınıfların birbirinden koparıldığı, emeğin sömürüldüğü ve eşitsizliklerin derinleştiği bu süreç çürüme ve yozlaşma yolunu daha da genişletir, insanlar yabancılaşarak ruhsallıklarında yaşadığı gerilim-endişe ve parçalanma-bölünmeyi gündelik hayatlarına yansıtırlar. Bu karşımıza tam da karakterleri parçalanmış, ilişkileri bozulmuş, etkileşimleri azalmış ve toplumsallıktan kopmuş insanların varlığını sürdürdüğü bir yapılanma içinde herkesin bundan etkilenebildiği bir sistem ortaya koyar. Sınıfı fark etmeksizin herkes bu çürüme-yozlaşma ve bozulmadan nasibini alır.

Bu meseleler yalnızca ekonomik ya da politik bir mesele ile başlıyor gibi dursa da aslında içten içe, elmanın içinde kurt misali, demirdeki pas, evdeki nem vb. gibi çelişkiler tırmandıkça, belirginleştikçe toplumsalın içinde kendine yer bulur, bu olgu aynı zamanda toplumun en savunmasız-dezavantajlı ve yetişkin bakımına-ilgisine ve dikkatine ihtiyaç duyan bebek-çocukları-engellileri doğrudan etkileyen bir sorun olarak karşımıza çıkar. Özellikle çocuklar, bu yozlaşmanın en ağır bedelini ödeyen kesimlerin en başında gelir.

Ülkemizde son dönemde yaşananları sıraladığımızda çocuk haklarının ihlali, ihmal ve istismar vakaları, kadına şiddet ve kadın cinayetleri, çeşitli alanlarda görülen hukuksuzluklar, toplumsal kamplaşma ve çatışmanın yoğunlaştırılma stratejileri, eğitimdeki ‘’değişim’’ adı altında sunulan müfredat değişiklikleri ve erişilebilir-ulaşılabilir olmayan temel haklar, göçmenlerin durumu, yetersiz beslenme gibi konular, toplumsalın içinde bulunduğu sınıfların derin krizine dair derin çatışma kaynaklarıdır. Aslında çürüme-yozlaşma ve gericileşme diye nitelendirebileceğimiz sürecin pekiştireçleri olarak bu olgular toplumsalın içindeki çatışma kaynaklarını büyütüp derinleştirir. Savunmasız ve dezavantajlı bireylerin hayatlarına ihmal, istismar, şiddet, hak ihlali, adaletsizliğin sıradanlaşması, sıradanlaşan bir yabancılaşmış bilinci sokar. Büyümenin, yani insanlık kültürünün bir parçası olmanın önündeki engelleri artırır.

Emeğin ve hakların metalaştırılması da bu sürecin bir başka yabancılaştıran ya da çürüten sonucudur. Çünkü sistemi oluşturan en temel çabanın insan eksenli değil de pazara-piyasaya uygun alınıp satılabilir birer mal gibi görmeye zorladığı sürece dönüştürür. Emeğin bu gaspı ve kişinin kendine yabancılaştıran yarılma-bölünme-parçalanma, sağlık, eğitim ve barınma gibi temel insan haklarını da erişilebilir, ulaşılabilir halden çıkarır. Piyasada ticarileşen emek aynı zamanda ruhsallığında kiralandığı çocukların hayatlarının ve büyümelerinin en büyük engeli haline dönüştürür.

Çocukların en temel hakları yaşam-eğitim-sağlık-barınma-güvenli-temiz ve doğal çevre bazılarının yararlanabildiği bazılarının ulaşamaz olduğu eşitsizliği körükler.  Bu süreç, emeğin yaratıcılık ve kendini gerçekleştirme aracı olmaktan çıkıp yalnızca bir kazanç aracına dönüşmesine ve temel hakların maddi güce bağlı ayrıcalıklar haline gelmesine yol açar. Sonuç olarak, bireyler kendi emeklerine, haklarına ve topluma yabancılaşırken, gelir eşitsizliği ve toplumsal adaletsizlikler derinleşir. Çocukların büyüme ve hayatta kalma pratiklerine darbeler vurur. Görece özgür ve demokratik ülkeler bunlara birazcık da olsa nefes aldırarak,  temel hakları çocuklara ve ailelerine verirken; bizim gibi sorunlarını şiddet-güçle ve sermayenin komprador yapısı nedeniyle eşitsizliği daha perçinleyerek çözen; sömürünün çok hissedildiği, hakların ihlali ve istismarın kurumsallaştığı ve örgütlü kötülüğün çete-mafya ve kaba güç dengeleriyle palazlandığı bir yapıya dönüştüğü ülkelerde taciz, tecavüz, ihmal, istismar ve çürümenin sarıp sarmalandığı toplumsal ilişkiler açığa çıkar.

Kısaca, sınıfsal eşitsizliğin derinleştiği durumlarda, sınıf çatışmalarında egemenlerin topluma bir şey veremedikleri dönemlerde, sermayenin el değiştirdiği ve egemen çıkarlar arasındaki kavganın büyüdüğü ilişkilerde “Toplumsal çürüme veya sosyal çürüme bir toplumun değerlerinde, normlarında ve kurumlarında yaşanan bozulmayı, zayıflama ya da aşınma halini ifade eder” diye tanımlanan olgu sistemin her tarafına bulaşır. Tabi sanki toplum bunu bile isteye yapar gibi bir algı sunular ama biz biliyoruz ki toplumsal yapıda sınıflar vardır ve bu zaten toplumsalın dinamiği, temeli ve çatışmanın başıdır. Egemen sınıfın etkili ve yetkili kişileri de artan-genişleyen ve büyüyen sınıfsal eşitsizlik koşullarında gerekli önlemleri almayıp, yeterince müdahale ve önleyici-koruyucu yaklaşımlarla, daha demokratik yöntemlerle çözmek istemediklerinde eşitsizlik-adaletsizlik ve kardeşlik, yani burjuva ahlakı gözle görülür ve sınıfların bilinçdışı süreci anlaşılır hale gelir ve bireylerin üzerindeki derin ruhsal yaralar iyice kangrenleşir. Ancak bundan en çok zarar görenin de dezavantajlı konumda olan, en ihtiyaçlı bireyler, çocuklar olduğu unutulmamalıdır. Hele ekonomik, politik istikrarsızlık bu durumları iyice perçinlendiğinde bu çürüme daha da hızlanır.  Bu durum yalnızca bireylerin psikolojisini değil, toplumun kolektif bilinçaltını da işgal eder. Tuhaf ve problemli davranışlar günlük yaşamın bir parçası haline gelir, travmalar normalleşir, insanlar hastalanmamak için savunma mekanizmalarına ve hatta kişilik bozukluklarına yönelir. Böylece ruhsal ve psikolojik sorunlar sokakta, iş yerinde ve evde kendini gösterir. Toplumun en temel yapı taşları olan insan ilişkileri, iletişim ve güven kangrenleşir; ilişkilerde bozulma kaçınılmaz hale gelir. Çocuklarını büyütemeyen, ona gereken dikkat-ilgi ve sevgi ortamı oluşturamayan yetişkinler dünyası oluşur.

Çocuk İhmal ve İstismarı: Görülmeyen Yara

Elindeki verileri egemen yapıya uygun açıklamayı seven ve olanı biteni inkar bile edemeyen Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, çocuk istismarı vakaları son yıllarda artış göstermektedir. Her yıl binlerce çocuk, fiziksel, duygusal ve cinsel istismara maruz kalmakta, bu da onların hem fiziksel hem de ruhsal gelişimlerini olumsuz etkilemektedir. UNICEF’in raporlarına göre, Türkiye’de çocukların %25’i, yani her dört çocuktan biri, ihmal veya istismara maruz kalmaktadır. Bu istatistikler, yukarıda bahsettiğimiz etkinin, yani egemen sınıfların kendisi dışındaki toplumsala katkı ve alan açmamasının yarattığı çürümenin çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne sermektedir.

İstismarın yanı sıra çocuk ihmalinin de ciddi boyutlarda olduğu bilinmektedir. Türkiye’de birçok çocuk, temel ihtiyaçlarına ulaşamamakta; yeterli beslenme, güvenli barınma ve sağlıklı bir yaşam hakkından mahrum kalmaktadır. Sokak çocuklarının sayısındaki artış, uyuşturucu kullanım yaşının düşmesi, sosyal hizmetlerin yetersizliği ve aile içi sorunlar yaygınlaşmakta ve egemen yapı bu sorunlara küçük ölçekte müdahale ederek, yoksulluk üreterek, gizli işsizliği teşvik ederek, tüm sistemi ben size uygun bir toplumsal yapı kuracağım diye kandırmakta, sözlerle uyutmakta ve şükür-lütuf ve hizmet minnettarlığıyla ve yardımlarla kendine bağlamakta ve trajik sonlu çatışma-gerilim ve şiddet sarmalını büyütmektedir. Bu kısır döngüyü üreten ve yayan bizzat egemen sistemin egemen sınıfın çıkarları olduğu ortadadır. Ama her seferinde yarattığı mağdurlarla krallığını sürdürmektedir. İhtiyaçlarıyla yönettiği toplumsal yapıyı kötürüm bırakmaktır.

Gericiliğin Genişlemesi : Eldeki Birkaç ‘’Yeniliğin’’ Tasfiyesi

Türkiye’de eğitim sistemi, başlarda laikliği kavramsal olarak kabul etse de kendi sisteminin hiçbir zaman koruyucusu ve temel ilkelerinden biri haline getirmemiştir, bu yüzden de laiklik, ilk uzaklaştığı-vazgeçtiği bir yaşam ilkesine doğru evrilirken, özellikle son dönemde yaptığı değişikliklerin çocuklar üzerindeki etkileri de bizim açımızdan endişe verici boyutlara ulaşmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından uygulanan müfredatlar, çağdaş, bilimsel ve yaratıcı, eleştirel düşünceyi teşvik etmek; çocukları rızası olan, seçimler yapabilen, kararları olan özerk, bağımsız bireyler olarak gören çağdaş anlayışı benimsemek yerine, eşit yurttaş-vatandaş ve halkın bir parçası olarak görmekten uzaklaşan bir yapıya evrilmiştir. “Kul” ile “tebaa” arasında efendisine hizmetkar olmasının garanti altına alındığı, şükür etmesi gereken, verilenlerle yetinen, minnet etmesi gereken itaatkâr nesil olarak kodlanmakta, kendi içine kapanması desteklenen, cinsel olarak kendi türünden (kadın-erkek) koparılıp, yabancılaştırılmasının yaygınlaştırıldığı ve kapalı-düzensiz bireyler olarak yetiştirmeye odaklanmaktadır.  Bu durum, çocukların özgür düşünme becerilerini, sorgulama yeteneklerini ve toplumsal olaylara karşı eleştirel bir bakış açısı geliştirmelerini, ezcümle insan olmalarını ve yaşamla bütünleşmelerini engellemektedir. Çocuğu büyük oranda ruhsal olarak hastalandırmaktadır.

Dahası çocukların inanç-his ve korkularının alt yapılarına nüfuz ederek orada kendi özgür iradelerine göre seçemedikleri “dini”  ya da ideolojik temelleri “dindar nesil” etrafında örgütlemeye çalışmaktadır. Tabi buralarda bilinçdışının ve bastırılanın geri dönüşü diyeceğimiz bir olguyla istismar, taciz ve hak ihlallerinin normalleştiğini, ensest, pedofili ve tecavüz vakalarıyla yetişkin sapkınlığının ergen ve çocuklara kadar indiği, çocukların daha da baskı altına alındığı, şiddetin normalleştiği bir süreç görülmektedir. Toplumun her yeri, gündelik hayat sıradan şekilde çocuğun istismar edildiği yetişkin dünyasının çıkarlarına kurban edildiği ritüellere dönüştürülmektedir. Tüm bu durumlar çocukların güvenli ve sağlıklı bir yaşam hakkının, sağlık, eğitim alma, barınma, güvenlik, temiz ve doğal kapsayıcı çevre-güçlü yönlerine uygun bağımsız yaşam hakkının ihlal edildiğini göstermektedir. Laik ve bilimsel eğitimden uzaklaşıldıkça, çocukların maruz kaldığı bu tür ihlallerin artması kaçınılmaz hale gelmektedir.

Yoksulluk ve Beslenme: Çocukların Temel İhtiyaçlarına Ulaşamaması

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2023 yılı sonu itibariyle 22,2 milyon 0-17 yaş arası çocuğun 7,6 milyonunun göreli yoksulluk sınırında yaşadığı belirtilmiştir. Çocukların %10’u ise, aşırı yoksulluk seviyesinde olup temel ihtiyaçlarına dahi ulaşamamaktadır. Özellikle kırsal kesimlerde ve yoksul mahallelerde yaşayan çocuklar, yeterli ve dengeli beslenme imkanından mahrum kalmaktadır. Türkiye’de çocukların %23’ü, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, yetersiz beslenme nedeniyle büyüme geriliği yaşamaktadır. Bu durum, yalnızca fiziksel gelişimlerini değil, aynı zamanda zihinsel ve bilişsel gelişimlerini de olumsuz etkilemektedir.

Açlık ve yetersiz beslenme, sadece fiziksel bir sorun değil; aynı zamanda çocukların ruhsal ve duygusal sağlığını da etkileyen bir faktördür. Çocuklar, bu koşullar altında büyüdüğünde, özgüven eksikliği, kaygı bozuklukları ve depresyon gibi ruhsal sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedir. Yeterli besine ulaşamayan çocuklar, eğitimde de geri kalmakta, sosyal hayata katılımda zorluklar yaşamaktadır. Tebalaşması istenen, yardımlarla ve verilen zekatlarla yetinmesi gereken bir kitle elde bulundurarak oy deposu haline getirilmesi ve çocukların kimliklerinin bozulması sağlandığından yetişkin dünyasının karakter-kişilik bozukluklarının temelleri atılmaktadır. Devşirilen bir kitle yardıma muhtaç bırakıldığında kendisine sunulanla yetinmekte ve şükür ile suçluluk-değersizlik ve acziyeti normalleştirmektedir. Tabi bu durumda yine ruhsallığını bağımsız yaşamaya dönüştüremeyen bir kitleyi oluşturmaktadır. Bozulma ve çürüme en çok çocukların yetişkin dünyasına duyduğu alanları genişletmekte, ergen-genç nüfusun kendi bireysel çözümleri yetişkin dünyasının sınırlı alanlarını aşarak başka yerden şiddet sarmalı oluşturmaktadır. Yetişkinlerin gençliğe karşı da üsten bakan, ihtiyaçlarına duyarsız, onları nesneleştiren ve mekanik bakan yaklaşımlarıyla parçalanma derinleşmektedir.

Çözüm: Kapsayıcı, Adil ve Erişilebilir Bir Toplum İnşa Etmek

Toplumsal çürümenin önüne geçmenin yolu, adaletin ve insan haklarının tüm bireylere ulaşmasını sağlamaktan geçer. Ancak bu adalet anlayışı, yalnızca mahkemelerde sağlanacak bir adalet veya egemen sınıfın bir gün sabah uyanıp yurttaşları için eşit-adil ve barışçıl şekilde inşa edeceği sosyal ilişkilere inanmak değil; eğitimden sağlığa, sosyal hizmetlerden çocuk haklarına kadar her alanda kapsayıcı ve eşitlikçi bir yaklaşımla buna ihtiyacı olan ve bunun bedellerini göze alabilenler tarafından inşa edilebilecek bir adalettir. Bugünün burjuva ahlakı ve temel çıkarları bunları kabul etmek istemese de bizler bu konuya yaklaşımında birkaç temel önermeden hareket edebiliriz:

  1. Demokratik, Laik ve Bilimsel Eğitim
  2. Çocuk Koruma Sistemlerinin Güçlendirilmesi
  3. Yoksullukla Mücadele
  4. Çocuk Haklarının Güçlendirilmesi

Toplumsal ‘’çürüme’’, sınıfsal ayrışmalar ve ekonomik eşitsizlikler üzerine kurulu kapitalist düzenin kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak bu sürecin en ağır bedelini ödeyenler, toplumun en savunmasız kesimleri, özellikle de çocuklardır. Sınıfsal eşitsizliğin derinleştiği ve toplumsal çürümenin hızlandığı bu ortamda, bireylerin kendilerine ve topluma yabancılaşması kaçınılmazdır.

Adalet ve hukuk, bireylerin yalnızca yasal güvencesi değildir; aynı zamanda ruhsal dengelerini de koruyan bir kalkan görevi görür. Demokratik burjuva hukuk sisteminin zayıfladığı, adaletin rafa kaldırıldığı bir toplumda bireyler güvende hissetmez ve bu güvensizlik derin ruhsal çöküntülere ve sorunlu yetişkin dünyasına yol açar. Çünkü adalet, yalnızca adliye koridorlarında değil, sokakta, okulda, evde, her yerde hepimize lazımdır. Adaletin yokluğu, bireylerde korku, öfke ve güvensizlik yaratır; bunlar birer travma olarak toplumsal belleğe kazınır. Bu tür bir ortamda, insanlar sağlıklı kalabilmek için patolojik savunma mekanizmalarına sığınır ve sonuçta ruhsal hastalıklar yaygınlaşır.

Bu yozlaşmış düzenin normalleşmesi, tıpkı kangrenleşen bir yaraya benzer; tedavi edilmediğinde çevresindeki tüm sağlıklı dokuyu da yok eder. Böyle bir toplumda ilişkiler çözülmeye başlar, güven duygusu yok olur ve insanlar birbirlerine yabancılaşır.

Toplumun en savunmasız kesimlerini korumak, adil ve eşitlikçi bir düzen inşa etmenin temel şartıdır. Türkiye’de çocuklar, toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın en savunmasız mağdurları olarak acil müdahale beklemektedir. Çocukların haklarının, eğitimlerinin ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, yalnızca geleceğe yapılacak bir yatırım değil; aynı zamanda toplumun sağlıklı, güvenli ve dayanışma içerisinde bir yapıya kavuşmasının da ön koşuludur. Toplumsaldaki bu çözülmenin önüne geçilmezse bağlayıcı olan bütün sözleşmeler meşruiyetini yitirir. İhmal, istismar ve taciz sıradanlaşır bunu doğru algılamamız gerekiyor.

Çocuklarımızın güvenli ve sağlıklı bir çevrede, özgürce düşünerek ve eşit haklarla büyüyebilecekleri bir Türkiye inşa etmek, özellikle sınıf temelli paradigmanın unutmaması gereken hepimizin sorumluluğudur. Çocukların haklarının güvence altına alındığı bir yapının inşası ve sınıf dayanışmasının güçlendirilmesi hayata girerse bireylerin ve toplumun sağlığı korunabilir, adalet ve eşitlik sağlanarak çocukların güvenli, sağlıklı ve özgürce büyüyebilecekleri bir gelecek inşa edilebilir. Bu mücadele, herkesin sorumluluğunda olan toplumsal bir görevdir. Bu kısır döngüden çıkış için herkes için adil ve eşit bir hukuk sisteminin tesisi, adaletin her bireye hakkıyla ulaşması ve herkesin nitelikli, bilimsel ve çağın gerektirdiği ruhsal, eğitsel ve koruyucu ruhsal tedavi, terapilere erişilir olması da sağlanmalıdır.