Mahallelerde, dar sokaklarda, rap müziğin ritmiyle yankılanan bir öfke var. Bu öfke, işsizlikle, güvencesizlikle ve umutsuzlukla yoğrulmuş gençlerin, hızlı yoldan zenginleşme arzusunu ve başıboş bırakılmış hayatlarını temsil ediyor. Devletin kendi elleriyle uzaklaştırdığı; eğitim, sağlık, sosyal tüm aygıtlarıyla piyasanın yıkıcılığına teslim ettiği sokaklarda gençler; Daltonlar, Redkitler, Casperlar, Gündoğmuşlar ve Anucurlar gibi çetelerde kendilerine bir yer bulmaya çalışıyor. Bu sadece bir güvenlik sorunu mu; yoksa daha derinlerde, neoliberal politikaların yarattığı bir çözülme ve çürüme hali mi?
Bu yazıda, gençlerin çeteleşmeye yöneliminin ardındaki toplumsal ve ekonomik dinamikleri çözülme-çürüme-devletsizlik ekseninde tartışacağım. Suçun sokaklara taşere edilmesi, devletin müdahalesinden uzak olduğu iddia edilen bir “raconsuzluk” düzeni, bugünkü iktidarın politikalarının yarattığı yeni gerçeklikler olarak karşımızda. Toplumsal olanın yeniden inşasını sadece bir düzen sağlama sorunu olarak değil; bu gençlerin sokaklarında var olmaları, onlara gelecek sunulması meselesi olarak ele almak zorundayız.
Toplumsal çürüme dediğimiz şeyi, hepimizin toplumsal varlığını tehdit eden, artık var olduğu somut şekilde görülen, sınırları aşan bir güvenlik zafiyeti ya da ahlaki bir bozulma değil; sokakta, her gün yaşadığımız güvencesizlik, geleceksizlik ve sıkışmışlık hissinin somut karşılığı olan toplumsal çözülme olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde burjuva ahlakı içerisinde bu çürümeyi yalnızca bir düzensizlik ve liyakatsizlik olarak görürken, asıl meseleyi gözden kaçırabiliriz. Ancak genel bir kabul ediş olarak meseleyi bir çürüme olarak değil, sınıf çatışmasının bir cephesi olarak ele almak daha isabetli olacak. Bu yazı bağlamında toplumsal çürüme, gençlerin adalet, iş ve gelecekten yoksun bir dünyada iktidar tarafından suça itilmesi ve bunun genel kanı hali dönüşmesidir.
“Tüm İstedikleri Bu: ya Yok Ol ya da Kul. Çünkü Bu Mahallelerde Yaşaman Bir Suç!”*[1]
Sokakta büyüyen çocuklar, varoşların dar sokaklarında umutsuzluk ve hayal kırıklığı ile yetişen gençler… Birçoğu, geçim mücadelesinin gölgesinde, geleceğe dair umutlarını yitirmiş durumda. Peki, onları çetelere sürükleyen şey ne? Yaptıkları “kötü tercihler” mi? Yoksa, onları hayatta tutacak tek yol olarak suçu işaret eden bir düzenin içerisinde tekil yalnızlıklarına mahkum olmaları mı?
AKP iktidarının büyük şehirlerin varoşlarında uyguladığı neoliberal politikaların etkisi altında derin bir dönüşüm yaşandı. Kamu kaynaklarının daralması, iş imkanlarının azalması ve sosyal güvenlik ağlarının yok edilmesi, bu mahallelerde yaşayan gençleri neredeyse tamamen kendi kaderleriyle baş başa bıraktı. Eğitim ve istihdam gibi temel haklardan yoksun bırakılan bu gençler, hayatta kalabilmek için sokakta kendilerine yeni bir düzen kurmak zorundaydı. Ancak bu düzen, hayatta kalma mücadelesi içinde suç örgütlerine katılımı cazip hale getiren bir alternatif olarak şekillendi. Neoliberal siyasetin yerel dayanışma ağlarını güvenlikleştirerek nasıl parçaladığı ve varoşları toplumsal destekten uzak, yalnızca hayatta kalma mücadelesine mecbur atomize bireylerden oluşan kitleler olarak dizayn ettiğini hatırlamak gerekiyor.
Dediğimiz gibi bu bir tesadüf değil, aksine planlı bir ekonomik ve politik stratejinin parçasıdır. Kentin varoşları, ekonomik servetin belirli sınıflara aktarılmasını kolaylaştırmak için neredeyse “görünmez bölgeler” haline getirildi. Gaziosmanpaşa, Sultangazi, Esenyurt, Fikirtepe gibi mahallelerde lüks konut projeleriyle oluşturulan rant sistemi inanılmaz bir servet transferiydi. Sosyal ve ekonomik eşitsizlik derinleştirildi; bu bölgelerde yaşayanların ekonomik kaynaklara erişimlerinin kısıtlanması, iktidarın gücünü pekiştirirken ekonomik olarak bağımlı ve çaresiz bir kitle yarattı. Yerel siyasetin dayanışma ağlarının tamamı güvenlikleştirildi ve dağıtıldı.
İşte bu durumda, gençler için suça karışmak ve çeteleşme, hayatta kalmak için bir yaşama stratejisi olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla bu yalnızca bireysel “kötü tercihlerin” değil; sistemli olarak uygulanan bir politik stratejinin ürünü olarak ortaya çıkan bir toplumsal çözülme hali olarak karşımızda.
“Bu Sokaklar, Evlerimiz Aynı! O Yüzdendir Belki de Aynı, İçimizdeki Nefretin Dizaynı.”*[2]
Neoliberal devlet, eğitimden sağlığa, işçi haklarından sosyal desteklere kadar toplumsal sorumluluklarını adım adım piyasalaştırarak, bu alanlardaki görevlerinden elini çekmeye başladı. Eğitim, artık herkesin erişebileceği bir hak olmaktan çıkarak, özel okulların ve ücretli hizmetlerin ağırlık kazandığı bir “piyasa ürünü” haline geldi. Sağlık hizmetleri, toplumsal yarar yerine kârlılık hedefleri doğrultusunda sunulurken, sigortasız veya güvencesiz vatandaşların temel sağlık hizmetlerine erişimi giderek zorlaştı. İşçi hakları, iş güvenliği ve sosyal güvenceler, devletin denetiminden çıkarılarak şirketlerin insafına bırakıldı; işçi haklarının zayıflatılması ve sendikasızlaştırma, çalışanların güvencesizliğini artırdı. Sosyal destekler ise yardıma muhtaç olanları desteklemekten uzaklaşarak, yerel düzeyde bile çoğunlukla siyasi güç ilişkilerine göre dağıtılan ve adil olmayan bir “bağımlılık” sistemine dönüştü. Bu piyasalaşma süreci, toplumu bir arada tutan bağların çözülmesine yol açarak, varoşlarda yaşayan gençleri ekonomik ve toplumsal olarak dışlanmış, geleceksiz bir konuma itti.
Yoksul mahallelerde, devletin neoliberal politikaları altında ezilen gençler, bir de kendi etnik ve kültürel kimlikleri nedeniyle toplumun önyargısıyla karşı karşıya kaldılar. Giyimleri, dinledikleri ve icra ettikleri rap müzik, konuşma tarzları, davranış biçimleri “varoş kültürü” adı altında aşağılandı, hor görüldü. Bu mahallelerin gençleri, yalnızca ekonomik olarak değil, kültürel olarak da dışlanarak, toplumda “malum şüpheli” ve potansiyel suçlu olarak görülmeye başlandı. Bu gençler için, yaşadıkları yoksulluk yalnızca maddi değil, aynı zamanda kendilerine biçilen bu damgalı kimliklerle de pekiştirildi. Kültürleri aşağılanarak, davranışları tehdit olarak algılanarak, sisteme entegre olma yolları tıkanan bu gençler, toplumsal hayatta yalnızca “problem” olarak tanımlandı. Gaziosmanpaşalı olmak sıkıntıydı, Esenyurt’ta yaşamak problem. Tas tıraşıyla faça şahine binmek bir malum şüphenin simgesi değil miydi? Böylece kelepçeye hep “kara çocuklar” layık oldu.
Uygulanan bu toplumsal çözülme pratiği, bu mahallelerde büyüyen gençlerin etik ve ahlaki değerlerinde derin bir çürümeye neden oldu. Hayatta kalmak için suça başvurmak artık bir seçenek değil, bir zorunluluk haline gelmişken; devletin kendilerine sırt çevirmesi, toplumun ise benliklerini aşağılayarak onlara malum şüphe ile yaklaşması, içlerindeki öfke ve nefreti besledi. Bu öfke ve nefret yalnızca bireysel bir tepki değil; toplumsal çözülmenin doğrudan bir sonucuydu. Dayanışma ağları, mahalle kültürü ve sosyal destek sistemleri dağıtılırken, gençlerin destek bulabileceği tek yer çeteler haline geldi. Toplum tarafından dışlanmış ve yok sayılmış bu gençler için basit insanı etik ve ahlaki değerler anlamını yitirdi; hayatta kalmanın, geçinmenin ve bir yere ait olmanın yolu artık genelin “etik dışı” gördüğü bu yollardan geçiyordu. İllegale düşmek, maraza dahil olmak, mevzu yapmak artık basit bir iş, yaşamanın etiği haline dönüşmüştü. Böylece toplumsal çürüme, tüm etik ve ahlaki değerleri aşındırarak derinleşti; çözülme, çürümeyi ve etik dışı davranışların yayılmasını tetikledi.
Birilerinin Adamı Olmak: “Nerede Bu Ali Baba’nın Çiftliğindekiler?”
Yoksul mahallelerde gençlerin umutsuzluklarının yarattığı bu boşluk, kısa sürede mahallenin “abileri” ve sokak sokak ayrılan ufak çeteler tarafından dolduruldu. Çete ağları, gençlere yalnızca ekonomik bir çıkış sunmakla kalmadı, aynı zamanda ihtiyaç anında ailelerinin yardımına koşacak bir “destek” olarak yerleşti. Ailesinde bir sağlık sorunu yaşayan bir gence gerekli parayı ve bağlantıyı sağlayan, mahallenin zeki çocuğunun okumasına destek verip onu kirlenmeden uzak tutmaya çalışan da yine bu mahalle “abileriydi”. Ancak bu dayanışma, yoksulluğun ve çaresizliğin sokakları sardığı bir ortamda hızla yeni bir “geçim ekonomisi” yarattı: Abinin etrafında toplanan gençler, küçük işler ve işletmeler üzerinden başlayan bu dayanışmayı, uyuşturucu ticaretinden gasp ve hırsızlığa kadar varan bir ticaret ağına dönüştürdü. Mahalleden kardeşler arasında örülen bu ağ, zamanla semtin en güçlü bağlarından biri haline geldi.
Ancak mahalle abilerinin himayesinde başlayan bu ticaret, giderek oluşan kalabalıkla birlikte yetmemeye başladı. Mahallelerde bakılması gereken “boğazlar” çoğaldıkça, artık yerelin sınırları da zorlandı; ülke geneline yayılan hatta uluslararası boyuta ulaşacak bir uyuşturucu ticaretine ve silah kaçakçılığına yönelmek zorunluluk haline geldi. Bu genişleyen çete ağları, aynı zamanda onları koruyan yeni bir siyasi ilişkiler ağı da gerektiriyordu. Böylece, mahallelerin sınırlarını aşarak devlete ve daha büyük çıkar gruplarına taşınan bu yapıların desteğiyle, siyasi cinayetlerden mekan kurşunlatmalara, talimatla yapılan suikastlara kadar uzanan bir şiddet zinciri ortaya çıktı. Devletin “boş bıraktığı” bu sokaklarda, güç ve çıkar mücadelesi, her geçen gün daha da büyük bir şiddet sarmalına dönüştü.
Sedat Peker’in işaret ettiği üzere, geleneksel mafya yapıları belirli “raconlar” ve ahlaki kodlar etrafında şekillenirken, yeni nesil suç örgütleri bu kuralları hiçe sayan bir “raconsuzluk” düzeni içinde hareket ediyor. Geleneksel mafya liderleri, milliyetçi ve dini değerlere atıfta bulunarak kendilerine göre bir etik çerçeve geliştirmiş, bir tür hiyerarşik sistem kurmuşlardı. Oysa bugün, yoksulluk ve gelir adaletsizliğiyle büyüyen gençlerin yöneldiği bu yeni nesil mafya yapıları, toplumsal çözülmenin en belirgin yansımalarından biri olarak, etik ve ahlaki sınırları tamamen aşmış durumda.
Bu raconsuzluk düzeni, bir yandan burjuva ahlakı çerçevesinde değerlendiriliyor ve toplumdaki çürümenin suç dünyasında daha açık hale geldiğini gözler önüne seriyor. Devletin varlığını burjuva ahlakı içerisinde düşünenler, bu durumu “düzensizlik” olarak algılarken, çözümü yeniden adalet ve düzen sağlama adına müdahalede arıyor. Oysa, Peker’in de belirttiği gibi, bu gençlerin içine düştükleri koşullar göz önüne alınmadan, onların suça bulaşmasını yalnızca “kötü seçimler” olarak görmek ve bunun çözümünü burjuva etikin yeniden inşası olarak düşünmek eksik bir yaklaşım olur. Bugün gecekondularla gökdelenlerin yan yana yükseldiği bu gelir adaletsizliği ortamında, devlet müdahaleleri sadece düzen sağlama iddiasında kalırsa; bu “raconsuzluk” düzeni güçlenmeye ve toplumsal çürümeyi derinleştirmeye devam edecektir.[3]
Aslında ortada gerçek bir raconsuzluk falan da yok; aksine, günümüz gençlerinin yaşadığı bu düzenin yeni bir raconu var: Hayatta kalmak. Eskiden belirli değerler ve sınırlar çerçevesinde şekillenen racon anlayışı, artık “vur, çünkü başka çaren yok” düşüncesine evrildi. Bu düzende gençler, hayatta kalmak ve geçim sağlamak için suç dünyasında sınır tanımaksızın hareket ediyor. Artık amaç belirli değerlere bağlı bir saygı ve itibar kazanmak değil; sistemin dayattığı koşullarda, sorgusuz sualsiz bir savaşın parçası olarak kendine bir yer bulmak. Onlar için racon, sadakat veya hiyerarşi değil, yalnızca hayatta kalma mücadelesi içinde her şeyi yapabilecek duruma gelmekten ibaret. Bu yeni raconda, “değerler” yerini şiddete, dayanışma ise yerini çıkar ilişkilerine bıraktı; çünkü onlara baştan “başka bir yolunuz yok” denmişti.
Bu yeni racon düzeni, özellikle çeteleri kontrol eden ve suç yapısını organize eden liderler için bir suç ihale sistemi olarak işliyor. Yukarıdan aşağıya doğru inen emirlerle, cinayet, suikast veya mekan kurşunlatma, çökme ve haraç gibi suçlar bu gençlere normalleştirilmiş bu düzen içinde pay ediliyor. Bir iş adamına yönelik suikast, çetenin alt kademesindeki gençler için “abileri” tarafından ödüllendirilecek, başı okşanarak tebrik edilecek bir başarı sahnesine dönüşüyor. Bu gençler için işlenen suç, bir güç ve sadakat gösterisi olarak görülüyor; ancak çete liderleri için bu durum daha stratejik bir anlam taşıyor. Onlar açısından, yukarıdan talep edilen işin kimden geldiği, suçun kimin adına işlendiği ve bu ihale düzeninin nasıl bir denge oluşturduğu kritik öneme sahip. Böylece, suçun sipariş edilmesi ve racon adına aşağıya doğru yayılması, çetelerin yalnızca hayatta kalma mücadelesini değil, büyük çıkarların ve güç oyunlarının bir parçası haline gelmelerini sağlıyor.
Sedat Peker’in büyük sahnenin dışına itildiği gerçeği, Türkiye’de çetelerin iktidara yakın çevrelerin bir aracı olduğunu açıkça gösteriyor. Peker’in ima ettiği ama doğrudan dile getirmediği bu yeni düzen, suç örgütlerinin yalnızca kendileri için değil, iktidarın sokakları kontrol altında tutma stratejisinin bir parçası olarak işlediğini ortaya koyuyor. İktidar, sokaklardaki huzursuzlukları bastırmak veya toplumsal tepkiyi yönlendirmek için çeteleri tıpkı bir inşaat ihalesi verir gibi suç ihaleleriyle görevlendiriyor. Artık, Alaattin Çakıcı gibi bilinen isimlerin bile en yakınındaki adamlarına yönelik suikastlar, dedikoduların ötesinde bir güç oyununa işaret ediyor. Bu suçlar, iktidarın elini kirletmeden toplumsal tepkiyi bastırmak ve kontrolü sağlamak adına “sipariş usulü” veriliyor; işlenen cinayetler ve yapılan suikastlar, ihale edilen bir inşaat işi gibi gençlere devrediliyor. 15 Temmuz gecesi meydanlarda silahlarla boy gösteren çetelerin başındaki isimlerin, bu yeni ihale sistemini yönettiği ve iktidarla ilişkileri olduğu iddiaları da dava süreçleriyle belirginleşiyor. Bu yeni düzende suç, çetelerin bireysel çıkarından çok, iktidarın çıkarları için yönlendirilmiş bir baskı mekanizmasına dönüşmüş durumda; toplumsal çözülme ise yukarıdan aşağıya doğru yayılan planlı bir strateji olarak toplumu derinlemesine sarmalıyor.
Yeni nesil çeteler, raconsuzluğu değil, sokakta kalmayı ve her şeye rağmen kendi başının çaresine bakmayı bir racon olarak benimsemiş durumda. Daltonlar çetesinin başındaki Can Dalton’un, diğer çetenin semtinde dolaşırken açtığı instagram canlı yayınında “Nerede bu Ali Baba’nın çiftliğindekiler?” sözleri, rakip çetelerin kendilerinden kaçarak Sarallar, Çakıcı grubu gibi “ağa babaların” kanatları altına sığınmasını namustan yoksun bir davranış olarak değerlendirmesi bir örnek olabilir. Bu yeni racona göre sokakta kalmak, çatışmaya hazır olmak ve ağa babalara sığınmamak esas. Savaştan kaçıp “koruyucu” bir güç arayanlar, sokak raconunda zayıf, korkak ve namussuz olarak damgalanıyor. Daltonlar gibi yeni nesil çeteler, kralına bir kurşun atmaktan çekinmeyeceklerini belirterek, ağa babaların himayesinin bile rakiplerini koruyamayacağını ima ediyor. Bu mobilize olma hali, hem yeni nesil çeteler arasında yaygın bir cesareti simgeliyor hem de geleneksel mafya yapıları için düşündürücü bir tehdit oluşturuyor. Artık, vatan ya da millet gibi büyük idealler değil; kardeşlik hukuku, dayanışma, sokakta hayatta kalma cesareti, gerektiğinde çatışmayı göze alma ve hapse düşenlere sahip çıkma bu yeni raconun temel değerleri olarak öne çıkıyor.
Bu yeni düzende, aslında devletsizlik veya raconsuzluk değil; aksine, sınır tanımaksızın ihale edilen her işi sorgusuz, sualsiz ve kontrolden uzak yapabilecek mobilize bir güç olma durumu hakim. Sokaktaki gençler, çoğu zaman farkında olmadan yukarıdan aşağıya akan emirlerin bir parçası olarak, kimden geldiğini sorgulamadıkları görevleri yerine getiriyorlar. Cinayetlerden suikastlara kadar her türlü suç, belirli bir etik veya ahlaki sınır gözetilmeksizin alt kademelere devrediliyor; bu gençler ise hayatta kalmak adına kendilerini bu sistemin içine entegre ediyor. Bu durum, yalnızca bir güç mücadelesinin değil, aynı zamanda yaşanan toplumsal çözülmenin yarattığı derin bir çürümenin ürünü. Devletin resmi kurum ve kuruluşları da dahil, belirli kişi ve grupların emirleriyle çalışan bu yeni racon, toplumsal çözülmenin getirdiği çürümenin, etik değerleri ve toplumsal sınırları tamamen aşarak yayılmasının ta kendisi.
“Sapa Sokaklarda Katı Kurallar Var. Okuduğun Kitaplarda Yazmıyor Buralar.”[4]
Ancak bu tartıştığımız toplumsal çürüme denen şey, yarattığı öfkeyle aslında birçok fırsatı da beraberinde getiriyor; mahallelerde hissedilen çaresizlik ve sıkışmışlık, doğru bir bilinçle ve ortak bir hedef doğrultusunda örgütlenebilirse dönüştürücü bir güç olabilir. Sermaye düzeninin dayattığı yozlaşmanın karşısında, mahallelerimizde inşa edeceğimiz bu kolektif irade, çürümenin ötesinde bir yaşam inşa etmemizi sağlayacak en güçlü araçtır.
Bu toplumsal çözülme ve çürüme karşısında, sol sosyalist hareketlerin tüm düzen içi faaliyetlerinin yanında yapması gereken şey, burjuva ahlakının temel değerlerini yeniden inşa etmek için bir çağrı yapmak değil; aksine, sokaklarda çetelerin yarattığı geçim ekonomisinin gerekliliğini ortadan kaldıracak bir yaşamı inşa etme cüretini ve ciddiyetini ortaya koymaktır. Bu ne yazık ki oluşturduğumuz programlarımız, söylemlerimiz ve faaliyetlerimiz değildir. Bugün sokakları saran güvencesizlik ve umutsuzluk, ancak gerçek ve sert bir alternatif yaratılarak aşılabilir. Sosyalistlerin, bu gençlerin aidiyet duygusunu ve yaşama mücadelesini suça ve çetelere mahkum eden düzeni değiştirme yönünde somut çözümler geliştirmeleri, bu mücadelede temeli olacaktır.
Sokakların sert gerçekliği, yalnızca kitap okuyarak veya gençleri okuma gruplarına, örgüt faaliyetlerine davet ederek çözülemez. Zaten biraz bu eğitimlere, okuma gruplarına gidiyorsanız orada kara çocukların olmadığını da görüyorsunuzdur. Hatta muhtemelen orada bu çocukları görseniz içinizi tedirginlik kaplayacağını kendinize itiraf etmeniz için bir fırsattır bu yazı. Köşe başlarını tutmak gerekir. Bu sayede orayı torbaya teslim etmezsiniz. Semtinizin gençlerini tanımak, sokakta oynamalarına ve kavga etmelerine müsaade etmek gerekir. Kahveleri, parkları ve bankları yalnız bırakmamak, oralarda üşümek gerekir.
Bu tür entelektüel hamlelerin kıymetli olduğunu bilmekle birlikte, açlık ve güvencesizlikle yüz yüze olan bu sokaklarda örgütlenmenin, artık böyle bir faaliyet olmadığının farkında olmalıyız. Beşiktaş’ta, Kadıköy’de ve hatta üniversite kantinlerinde kahve içip tartışacak ne paramız ne de zamanımız var. Ailemize bakmak, işe gitmek ve hayatta kalmak zorundayız. Bu yüzden sokaklarda ihtiyacımız olan, bir etik ve ahlaki tüketim bilinci ya da entelektüel bir Marksizm tedrisatı geliştirmek değil; doğrudan dayanıştığımız, birbirimizin derdini bildiğimiz ve gerektiğinde yanındaki insan için kendimizi riske atacağımız örgütlenme halidir. Gerçek bir dayanışma, ciddiyet ve cesaretle kurulmuş, hayatta kalmaya odaklı bir düzeni birlikte inşa etmenin zorunluluğu var artık.
Kiminle ve ne için savaştığımızı, ancak birlikte bu sokaklarda öğrenebiliriz. Sermayenin yıkıcılığı ve bizi içine düşürdüğü bu durumda mahallelerimizde biriken öfkeyi ve nefreti, sosyalist bir ahlak ve etik çerçevesinde harekete geçirmekten başka bir çıkış yolumuz yok. Bu öfke, bireysel başkaldırıların ötesinde, toplumsal çürüme karşısında kolektif bir bilinç ve dayanışma gücü olarak kullanıldığında gerçek bir değişim yaratabilir. Hatta bazen bu öfke aklımızın direttiğini aşacak kadar bizi irade göstermeye iter. Antonio Gramsci’den atıfla, “her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna düşmeyecek ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”
[1] Heijan x Muti - Suç https://www.youtube.com/watch?v=fOjdCb2osyE [2] Ceg - Sokaklar https://www.youtube.com/watch?v=VLrafK_Ci7k [3] https://www.sozcu.com.tr/turkiye-de-afgan-ve-suriyeli-suc-kartelleri-olusacak-p91958 [4] Heijan x Muti - Suç https://www.youtube.com/watch?v=fOjdCb2osyE