Suriye Krizi Sonrası Türkiye Nereye: İdeolojik Dönüşüm ve Yeni Siyasal Rota

Cenk Saraçoğlu28 Ocak 2025

Son iki ayda ortaya çıkan gelişmeler gösteriyor ki Suriye’deki yeni durum AKP iktidarı için yalnızca bölgesel ve uluslararası ölçekte yeni hamleler yapma fırsatı tanımış değil. Aynı zamanda Türkiye’de siyasal ve ideolojik alanın sınırlarını yeniden tayin etme zeminini oluşturmuş ve hatta zorunluluğunu dayatmış durumda.

2011’de Suriye’de iç savaş patlak verdiğinde, buradaki müdahaleciliği meşru kılmak adına üretilen anlatı, siyasal iktidarın sözcüleri ve medyası tarafından bugün daha da özgüvenli bir şekilde, ancak yeni bir içerikle dolaşıma sokuluyor. O dönemde, siyasal iktidar topluma, Osmanlı bakiyesi topraklardaki tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek için Suriye’deki gibi çatışmalarda tarafsız kalamayacak ve müdahil olmaktan kaçınamayacak bir Türkiye portresi çiziyordu. Bu anlatıya göre, önceki hükümetler ve siyasi elitler, tarihsel bir şuura sahip olmadıkları için Türkiye’nin “jeo-kültürel havzası” olan eski Osmanlı topraklarına sırt çevirmiş ve bu coğrafyada “merkez ülke” olma potansiyelini göz göre göre heba etmişlerdi.

Neo-Osmanlıcılığın Ötesinde Yeni İdeolojik Hatlar

Bugün, bu söylemin, coğrafi anlamda daha geniş ölçeği temel alan, çok daha iddialı bir ideolojik çerçevenin içerisinde eritildiğine tanık oluyoruz. Bu yeni ideolojik çerçevede siyasal iktidar hedeflerini neo-Osmanlıcı bir söylemle yalnızca İslami-milliyetçi misyonlarla sınırlı tutmuyor. Türkiye, artık sadece tarihsel sorumluluk gereği bölgeye yüzünü dönen ve orada etkin rol oynayan bir ülke olarak değil, Suriye’de “kazandığı” savaştan elde ettiği kazanımları korumak ve bu zaferi, erişebileceği her coğrafyadaki paylaşım rekabetinde kaldıraç olarak kullanmak zorunda olan bir aktör olarak tarif ediliyor. Üstelik bu tarif, yalnızca bölgedeki ve dünyadaki karmaşıklığın yaratacağı varoluşsal risklere karşı bir savunma stratejisi değil, aynı zamanda bu karmaşadan en yüksek ekonomik ve stratejik faydayı elde etme hedefini içeriyor. Artık tartışılan şey yalnızca bugüne kadar ülke içinde değerlendirilmemiş “bize” ait madenler ve doğal kaynaklar değil; aynı zamanda Suriye’de, Akdeniz’de, Afrika’da ve Türkiye’nin elinin uzanabildiği her yerde elde edilmeyi bekleyen yatırım ve kaynak fırsatları. Örneğin, Suriye’deki hidrokarbon enerji kaynaklarının kullanımında Türkiye’nin nasıl bir rol oynaması gerektiği konuşuluyor; Afrika’daki siyasi etkinin potansiyel ekonomik getirilerinden bahsediliyor. Akdeniz’deki “sondaj rekabetinde” öne çıkabilmenin koşulları ise uzun süredir tartışılan bir meseleydi ve bugün bu koşulların artık oluşmaya başladığı ileri sürülüyor.

Bu yeni ideolojik çerçevede, Türkiye’nin bir güvenlik sorunu varsa bu artık yalnızca büyük güçlerin Türkiye’yi parçalayarak kendi emellerini gerçekleştirmek amacıyla ülkeye karşı giriştiği komplolardan kaynaklanmıyor. “Güvenlik” kavramı, artık Türkiye’nin kendi sınırlarının ötesinde giriştiği güç mücadelesinin yarattığı riskleri ve bu mücadelenin tetiklediği yeni kapışmalardan doğabilecek tehditleri de kapsıyor. Artık yalnızca Türkiye üzerinde oynanan oyunlardan değil, Türkiye’nin sınırlarının ötesinde, bölgesel ve küresel düzeyde kurduğu oyunlardan bahsediliyor. Bu durum, güvenlik algısının içe dönük bir savunma stratejisinden çok, sınır ötesi güç projeksiyonlarıyla şekillenen bir düzleme taşındığını gösteriyor.

Alt-Emperyalist Arayışlar ve Çelişkileri

Burada hakim kılınmaya çalışılan Türkiye söylemi, iktidarın ve onun ideolojik aygıtlarının yoğurduğu bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor ve muhakkak ki çarpıtmalar ve abartmalar içeriyor. Ancak, ne kadar çarpık ve yanıltıcı olursa olsun, belirli bir ideolojik çerçeve yalnızca onu mümkün kılan ve onunla irtibatlı olan nesnel koşulların varlığında anlam kazanabilir ve sürdürülebilir hale gelebilir. Türkiye’de bugün, bu ideolojik çerçevenin nesnel zeminini AKP döneminde giderek belirginleşen Türkiye kapitalizminin alt-emperyalist arayışlarına içkin olan çelişkiler oluşturuyor.[1] Peki, nedir bu çelişkiler?

Bir tarafta, sıradan bir yarı-çevre ülkede rastlanması zor ölçekte büyük bir üretim kapasitesine erişmiş ve belirli sektörlerde ulusal ve bölgesel düzeyde tekelleşmeyi başarmış şirketler; diğer tarafta ise neredeyse çevre ülkelerdeki koşulları andıracak derecede düşük ücretler, kayıt dışı istihdam ve kötü çalışma koşulları altında yaşam mücadelesi veren geniş emekçi kesimler. Bu çelişki, sermayenin ülke içindeki sömürü biçimlerini, dış pazarlara yönelik genişleme stratejileri ile entegre etme çabalarını açığa çıkarıyor. Bir yanda belirli sermaye gruplarının iç pazara dayalı birikim stratejilerini aşarak dış pazarlarda nüfuz elde etme, yani uluslararasılaşma arayışı; diğer yanda, bu sınıfın küresel finans sermayesine olan bağımlılığı ve bu bağımlılığın yol açtığı kırılganlıklar. Sermaye sınıfının bu kırılganlığı, yalnızca ekonomik bir mesele olarak değil, aynı zamanda devletin uluslararası düzeydeki manevra kabiliyetini sınırlandıran bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bir yanda, sermayenin dışa dönük uluslararasılaşma çabalarını desteklemek adına devletin caydırıcı bir askeri, diplomatik ve politik güç inşa etmeye çalışması; diğer yanda, bu gücün son tahlilde emperyalist ülkelerin belirlediği sınırlarda veya onların yarattığı güç boşluklarından faydalanarak bir etkinlik gösterebilmesi. Bir yanda, 2023’teki Karabağ Savaşı’nda ya da Suriye’deki rejimin devrilme sürecinde olduğu gibi bölgesel çatışmalarda dikkat çeken bir askeri-siyasi gücün varlığı; diğer yanda ise toplumun en temel ve acil sosyal güvenlik ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan, kriz anlarında yönlendirici veya eşgüdümlü bir varlık gösteremeyen bir devlet.

Suriye’deki Esad yönetiminin devrilmesi, her ne kadar AKP iktidarının bölgedeki manevra alanını alabildiğine genişletmiş olsa da aynı zamanda bu saydığımız yapısal çelişkilerin bir bütün halinde yansıdığı, AKP iktidarını hızlı hamleler yapmaya zorlayan bir sürecin başlangıcını işaret ediyor. Derinleşen yoksullaşmanın, iktidar partilerinin seçmen tabanını giderek aşındırdığı ve bir sonraki seçimde cumhurbaşkanlığı koltuğunda kimin oturacağının belirsizleştiği bir siyasi atmosferde, iktidar kendisini Suriye’nin yeniden inşa sürecinin kalıcı bir aktörü olarak uluslararası güçlere nasıl sunabilecek? Dahası, Suriye’nin bütününde siyasal ve ekonomik nüfuz elde etmenin ön koşulu olarak görülen kuzeydeki PYD varlığının ortadan kaldırılması gerekliliği, buna engel olabilecek ABD’nin muhtemel tepkileri karşısında nasıl bir hayata geçirilebilecek? Bu süreçte, Suriye’de genişleyen siyasi nüfuzun Türkiye sermayesi için açacağı öne sürülen yeni yatırım sahalarının, uluslararası finansman desteği olmadan değerlendirilebilmesi mümkün mü? Ortadoğu’da olabildiğince özerk ve belirleyici bir aktör olarak öne çıkma hedefi, Suriye’nin yeniden inşasının finansmanı için Körfez ülkelerinin, ABD’nin ve AB’nin kapısını çalmak gerektiği düşünüldüğünde, nasıl hayata geçecek?  Ayrıca, kendisine şimdiden tam destek sunulmuş Suriye’deki yeni yönetimin atacağı adımların bu ülkede tetikleyebileceği çatışma dinamikleri yeni göçmen akımları veya şiddet eylemleri şeklinde Türkiye’ye yansırsa, nasıl bir tavır alınacak?  Bütün bunlar Türkiye’nin AKP döneminde belirginleşen alt-emperyalist rotasının yapısal çelişkilerinin birer yansıması olarak ortaya çıkıyor. Bu rotanın Suriye’deki Esad yönetiminin devrilmesiyle bir yandan yeni imkanlarla bir yandan da yeni kriz dinamikleriyle karşı karşıya kaldığını gösteriyor.

İdeolojik ve Siyasal Kıskaç

“Kendi sınırları içinde hapsolması artık imkansız hale gelmiş ve çıkarlarını ve güvenliğini öte coğrafyalarda risk almak pahasına aramak zorunda olan bir Türkiye anlatısı” bu açmazların siyasal iktidar için doğurabileceği sonuçları yönetmenin bir ideolojik stratejisi gibi işleyeceğe benziyor. Öyle görülüyor ki siyasal iktidar içeride yaşanılan ağır yoksullaşma sürecinin karşısında büyük ülke olmanın getireceği nimetlere kavuşana kadar topluma “sabır” telkin edecek. Kürt meselesi başta olmak üzere “ayağına dolandığını” düşündüğü köklü pek çok sorunu “dışarıdaki” dinamiklere referansla ekarte etmeye çalışacak. Ve bu süreçte girilmesi muhtemel yeni çatışma dinamikleri karşısında ülke güvenliği adına toplumu iktidarın arkasında seferber olmaya çağıracak.

Bu ideolojik çerçeve, AKP’nin ekonomik darboğaz içindeki geniş kesimler üzerindeki aşınmış ‘hegemonik kapasitesini’ yeniden artırmaya yönelik sıradan ve bilindik bir hamaset gösterisine indirgenemez. Bunun ötesinde, sınır ötesindeki yeni yatırım ve pazar alanlarına erişim arzusunun, yani “uluslararasılaşmanın” sermayenin tüm fraksiyonlarının iştahını kabarttığı düşünüldüğünde bu yeni ideolojik yönelimin burjuvazinin iç bütünlüğünü sağlayacak ortak bir doğrultu sunma potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca İslamcı-milliyetçi nosyonlar etrafında değil, bundan daha baskın olarak uluslararası ortamın dalgalı yapısında ortaya çıkan fırsatlara yapılan vurgu üzerinden şekillenen bir ideolojik çerçevenin, sermaye sınıfının tüm kesimlerini kuşatabilecek bir çerçeve oluşturabileceğini öngörmek zor değil. Bu en genel itibariyle “resmi ideoloji” ile “burjuva ideolojisinin” belki de AKP iktidarının hiçbir döneminde olmadığı kadar birbirine yaklaştığı, iç içe geçtiği bir dönemin içinde olduğumuzu gösteriyor. Eğer bu yönelim başarıyla hayata geçirilirse, AKP’nin sermaye sınıfı için alternatifsiz bir siyasal aktör olarak konumunu daha da pekiştirmesi muhtemeldir.

Bununla ilişkili olacak şekilde, son aylarda yaşanan gelişmeler, bu ideolojik stratejinin toplumsal rızayı yeniden inşa etmeye yönelik olmaktan çok mevcut hegemonya boşluğunu doldurabilecek politik öznelerin söz ve eylem sahasını sistematik bir şekilde kurutmayı hedeflediğini ortaya koyuyor. Bugün Türkiye toplumunun geleceği, ülke sınırları dışına taşan ve yalnızca “devletin en tepesine erişimi olanların” anlayabileceği[2] dışarıdaki fırsatların değerlendirilmesi ve risklerin bertaraf edilmesine bağlı olarak tarif ediliyor. Bu; halkı siyasal kararların bırakın öznesi olmayı sorgulayıcısı olmaktan bile çıkararak, iktidarın içerideki ve dışarıdaki stratejilerinin meşruiyetini tamamlayan bir figürana indirgeme anlamına geliyor. “Dışarıya” odaklı böyle bir ideolojik çerçevenin hakimiyeti arttığı oranda, “içerideki” halkın iradesini temel alan herhangi bir siyasal anlayışın alanı kapatılıyor demektir. Ülkenin ve toplumun kaderinin kadir-i mutlak bir “devlet aklının” içerideki ve dışarıdaki hamlelerine bağlı olduğu düşüncesinin yaygınlaştığı bir ülkede halkın iradesine dayanarak politika üretmek isteyen tüm öznelerin siyasal alanını sistematik bir şekilde daraltan, onları baskı altına alan veya itaate zorlayan bir yönetim mekanizmasınının işlemesi kaçınılmazdır.

Türkiye toplumu bugün, modern demokratik siyasetin varoluş koşulu olan en temel ön kabulün, yani toplumun ortak geleceğinin ancak “halkın iradesi” ile şekillenebileceği düşüncesinin son derece iddialı bir siyasal ve ideolojik meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı bir dönemden geçiyor. Türkiye’nin bu yeni ideolojik ve siyasi rotasının sınırlarını, çelişkilerini ve risklerini anlamak, sadece bugünün iktidar stratejisini çözümlemek için değil, aynı zamanda muhalefet stratejilerini şekillendirmek adına da kritik bir önem taşıyor.

[1] Bu arayışlar daha önce Ayrım’da kapsamlı bir şekilde ele alınmıştı.  Bkz. İsmet Akça ve Barış Alp Özden, “Bölgesel Güç Türkiye: Askeri-İktisadi Politika”, 8 Ocak 2025,https://www.ayrim.org/dosya/bolgesel-guc-turkiye-askeri-iktisadi-dis-politika/
[2] Can Soyer, “Yeni Yılın En Önemli İşi”, Ayrım, 4 Aralık 2024,https://www.ayrim.org/dosya/yeni-yilin-en-onemli-isi/