Bir sosyalizm hayaliyle yaşamanın kişiliğimin en güvendiğim yanlarından olduğunu düşünürüm. Hayal kurmadan yaşadığım bir hayatım olmadı. Nereye gidersem gideyim, dönüp yeniden oraya geliyorum. Böyle bir düşünme biçimi soyutlama yetisinin de kendiliğinden oluşacağı ortamı hazırlıyor. Soyutlama yapmadan nasıl hayal kurulabilir ki?
Bir sosyalizm diyorum, yani nasıl bir sosyalizm olacağını bugünden tam olarak kestirmek oldukça zor. Üstelik bildiklerimiz o meşum yıllarda kendilerini unutturmak için gereksiz bir çaba göstermişken. Demek ki gelecekte nasıl bir dünya kurmak istediğimizi yeniden tasarlamaya başlamalıyız. O bilinmeyen ülke bizim ütopyamız. Karl Marx o kısa ömründe gerçek hayata o kadar bağlıydı ki, ütopyalarla uğraşmaya gönül indirmedi. Marx‘ta ister istemez ütopyaları yadsıma düşüncesi vardı. Ütopya ile gerçeğin gücü birbirini yadsıyan bir çarpışma yaratıyor gibi düşünüldü. Gelgelelim bizim sosyalizm tasarımız var olan hayatın külliyen reddine dayanan bir büyük ütopya olarak nesnel karşılıklar yaratmaya yatkın olduğu için, kendi ütopyamızı yaratmaktan vazgeçemeyiz. Biz onu yaşadığımız zamanın gerçekliğinin distopyaya çevrilmesine karşı öne sürüyoruz. Hep yapmak istediğim de bu.
Üstelik bir sosyalizm ütopyası –ben ona tasarısı da diyorum– yaratmak kolay değil. Buna istekli bir grubun birlikte çalışması için ne kadar zaman gerekir? Büyük yapıtları okumak, görmek, anlamak için gereken vakitten daha çok olmalı. Michael Haneke’nin Beyaz Bant filmini yüz kırk dört dakikada izleyebilirsiniz, ben bu düzeydeki filmleri bazen durdurarak, düşüne taşına, not alarak izliyorum; en çok merak ettiğim resimlerden biri olan Anatomi Dersi’ni Den Haag’daki Mauritshuis Müzesi’nde gördüğüm zaman belki en çok on dakika bakmışımdır ama döndükten sonra niçin bir saat bakmadığıma hayıflandığımı hatırlıyorum; peki Marx’ın Kapital’inin yaklaşık 2.200 sayfa tutan üç kitabını iyi anlamaya çalışarak kaç ayda okuyabilirsiniz?
Kendi ülkemize özgü bir sosyalizm tasarısı yaparken bugüne dek olanlar alınacak, şimdi içinde yaşadığımız hayata göre yeniden tasarlanacak, olmayanlar düşünülecek –ki bu tek başına olanaksız–, bir araya getirme, eksiltme, ekleme, sentez… Demek bu hem bir ekip işi hem de yeterli vakit –belki altı ay– gerekiyor.
Bu düşündüklerimin fantazi olarak görülmemesi için hemen boyutu değiştiriyorum.
Yıkıntının Üstüne Yeni Bir Toplum Biçimi Kurulacak
Neoliberalizmin kararmış bayrağını kendini tanrı katına çıkaran az görülür bir tutkuyla taşımaya karar vermiş bu tek adam rejiminin yarattığı devasa sorunlara çare, krizlere çözüm olarak bildiklerimizin üstüne yeni koyduğumuz taşlarla bir büyük tasarıyı örmeliyiz.
Aslında 1960’ların dünyada ve Türkiye’de bir ütopyalar dönemi olduğu yadsınamaz. Devrim ve sosyalizm düşüncesi gezegenimizin dört bir yanını hiçbir zaman o yıllarda kazandığı heyecan ve enerjiyle kuşatmamıştı. Ne ki bu arada İkinci Büyük Savaş’ın ertesinde hem dünyanın oldukça sert biçimde iki kutba ayrılması hem bir kutbun kışkırttığı Soğuk Savaş düşmanlığı hem de bu yakadakinin ikinci büyük kuruculuk dönemini gerilim içinde sürdürmek zorunda kalışı düşünce üretimini neredeyse dondurmaya başlamıştı. Bu durağanlık, sosyalizmin güçleri bakımından düşünsel bir geri çekilme dönemine dönüştü ama uzun sürmedi. Donukluğun kolaycılığı devrimci romantizmle kırılırken somut kazanımlar da yaşanıyordu. Önce Küba’da, sonra Portekiz ve İspanya’da, Afrika’daki faşizmle özdeşleşmiş sömürgecilikten kurtuluş savaşlarında, sonra Nikaragua’da… Dünyanın pek çok adası özgürlük mücadelelerinin ve devrimlerin ateşleriyle aydınlanıyor, yeni düşünceler ve hayaller körükleniyordu.
Ütopyalar belirsizlik taşıyor ya da gerçeklikten uzaklaştırıyor muydu? Böyle düşünmeye hiç mi hiç gerek yoktu. Gerçekleşmediği sürece ütopik görünen sosyalizm, kazanıldığı zaman ütopya olmaktan elbette çıkacaktı. Ve sonra bir gün, uzun yıllar boyunca ufukta görünen sosyalizm gerçekleştiğinde, bu kez önümüzde uzayan yılların sonunda beliren yeni ufukta komünizm görünmeye başlar. Böyle anlatırken bazen bana da acaba kurgu mu yapıyoruz gibi bir düşünce gelmiyor değil. Ama o gelecek olanı hem biliyor hem görüyoruz.
Pek çoğumuz o ufuk çizgisine ulaşır mıyız, işte bunda kendi kuşağım için hayalci değilim ama bu yol er geç oraya çıkacak, oraya gelindiğinde onun bir efsane olmadığını görecek, belki yüz yıldır beklediğimiz dünyaya ulaşmış olacağız ama yolun sonu olmadığını da göreceğiz, çünkü o aşamada bu kez komünizm ütopyaları örülmeye başlanacak, kazanıldığında o da elbette ütopya olmaktan çıkacak. Tarihin sınıf mücadelelerinin rolüne bağlı olarak böyle seyredeceğine, bu değişime inanıyor muyuz? Elbette inanca gerek duymadan, onun toplumsal ve tarihsel bir gerçeklik olduğunu inandırıcı biçimde ortaya koyabiliriz.
Kapitalizm Yaşadığı Gibi Ölecek de…
Bazı önemli düşünceler oluştukları koşullardan bambaşka zamanlar içinde farklı anlamlar kazanır. Yaşadığımız ülkenin kıyameti içinde hayal kurmak, ütopyalarımıza gerçeklik kazandırmak onlar için mücadele etmeyi zorunlu kılıyorsa öyle düşünmekten ve yaşamaktan kaçınamayız. Bir sosyalizm tasarısının nasıl olması gerektiğine ilişkin akıl yürütmeler gece gündüz hiç durmadan işleyen soyutlama yetilerimiz içinde ete kemiğe dönüşecek bir kimya yaratıyorsa, kendimize yakıştıracağımız güzel anlamlar vardır.
Kapitalizmin son vahşi dönemi olarak gördüğüm ve neoliberalizmin sermayeden devlete uzanan terörü içinden çıkacak sosyalizm tasarımı elbette bizim yaşadıklarımızın yaşanmadığı bugünlerden de farklı olacaktır. Neoliberalizmin yarattığı dünyanın, gelecek on yıllar içinde yeni milyonların onun karşısına geçtiğine tanık olacağından kuşkumuz var mı? Dünyanın hali nicedir… Bu dünyanın hayasız neoliberal kapitalizminde her yıl on bir milyon çocuk yetersiz beslenmeden, eksik tıbbi bakımdan, tedavi edilebilir hastalıkları tedavi edecek destek olmadığı için ölüyor; her gece 800 milyon insan aç yatıyor; dünyada iki milyar insan en temel hizmetlere sahip olmadan yaşamaya çalışıyor; onların dünyasında 200 milyondan çok işsiz var; kapitalizmin doğduğu yıllardan bugüne geçirdiği yüzlerce yıl boyunca binlerce hayvan ve bitki türü yok edildi; bu ülkede artık çalışanların yarısı kendilerine reva görülen asgari ücretle uçurumun kıyısına sürüldü ve dahası…
Bu dünyada ve reel sosyalizmin yaşadığı deneyimden sonra yüz yıl önceki modeli ne kadar havalandırmaya çalışırsak çalışalım, pistin sonunda duvara çarpmaktan kurtulamayız. Bunun tersine düşünen var mı? Arada denebilir ki, şimdi her günümüz içinde yaşanan onca yakıcı sorun ve öyle görünüyor ki tırmanma eğilimi gösteren devlet terörü altında, ancak ufukta gördüğümüz sosyaizmin nasıl olacağı üstüne kafa yormak vakitsiz olmaz mı?
Hiç kuşku yok ki bir adım sonrasını düşünmekten kurtulamıyoruz ama attığımız her adım sonunda bizi o ufka yaklaştırmak için. Demek ki nasıl bir sosyalizm istiyorsunuz, sorusuna karşılıklar vermeye çalışmak, politika üretmek için zorunlu olduğu gibi, bu ülkede aklımızı yitirmemek için, düşünce üretmek için de gerekiyor. 1990 yıkımından sonra bu ülkede kendisini komünist olarak görüp ona on yıllarını vermiş sayısız nitelikli kadro, artık sosyalizmin boşuna olduğunu, sosyalizmin dünyada gerçekliğinin kalmadığını tam da buna benzer sözlerle anlatıp savunduktan sonra mezarlarını kendileri kazıp kendi kürekleriyle attıkları toprakla üstlerini örttüler. Demem o ki, düşünmemek öldürür, işleyen kafa ışıldar.
Bir Sosyalizm Tasarısı Yapmak İçin
Bizim mücadelemiz her zaman işçilerin, emekçi halkın, yoksulların alanlara yürüdüğü günlerin özlemine gerçeklik kazandırmaya çalışıyor. Bunun bir gün Gezi Direnişi’nden de bambaşka bir dalga yaratacağını biliyoruz. Yoksa düşünemeyiz. Bu halkın büyük çoğunluğunun insanlık düşüncesi çevresinde toplanan bir aileye dönüşmesiyle gerçekleşecek devrim. Yürüyüşümüz birbirini tamamlayan katmanlar arasında yükselerek ilerleyecek.
Önce şunu içselleştirmeliyiz: Neoliberal kapitalizmi emekçi halkın çıkarları doğrultusunda adım adım kemirerek uzun zaman içinde bile olsa zayıflatmak için kazanılmış reformlar özünde devrimcidir. Çünkü sonunda insanlık düşmanı kapitalizmin pılını pırtısını toplamak zorunda kaldığı, dolayısıyla onun radikal bir değişimle sosyalizme açıldığı bu ilerleme yol üstündeki deneyimlerle beslenir.
Demek ki verili demokrasinin yerine bir yeni demokrasi, adına ne dersek diyelim, yepyeni bir demokrasi tasarımı ortaya koymalıyız. Tam Fredric Jameson’ın sözündeki gibi, “reform barışçıl devrimdir ya da öyle olmak ister.”1 Yeni demokrasi barışçıl bir devrim olacaktır.
Evet, bundan otuz yıldan uzun süre önce sosyalizm bir sistem olarak dünyamızdan çekilirken boşluğu ABD ve Avrupa emperyalizmine bağlı rejimler doldurdu ama bir on yıl bekledikten sonra bu kez dünyamızın çeşitli bölgelerinde, özellikle Latin Amerika’da yaşanan değişimler yeni kazanımları önümüze getirdi.
1990’dan bir on yıl sonra, yani yirmi birinci yüzyıla girerken yeni sosyalizm düşünceleri somut deneyimlere dönüşmeye başladı. Venezuela’daki Bolivarcı devrim kendini “yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi” olarak tanımlıyordu. Sosyalizmin bilinenlerden farklı tasarımı ve pratiği içinden yükselmeye başlayan Venezuela deneyimi –Chavez’den sonra Maduro ile yoldan çıkmaya başlamış olsa da–, karşı propagandaların etkisinden kurtulanlar için, doğruları yanlışlarına her durumda baskın bir deneyimdi. Chavez hakkında söylenen yalanların çoğunun kara propaganda oluşu da ihmal edilmemeli. Ruhunu Latin Amerika’nın devrimci geçmişinden, sonra Allende Şili’sinden alan bir yeni sosyalizm dalgası pek çok Latin Amerika ülkesini demokratik yollardan kuşatınca, gözler oraya çevrildi.
Gelgelelim dünya, kapitalizmin yol açtığı derin yarıklar ve yıkımlarla o denli parçalandı ki başka halkların kazanımları bizim sosyalizm mücadelemize ve sosyalizm tasarımıza ışık tutmakla, bazen somut alışverişlere de yolları açmakla birlikte, sonunda büyük ölçüde kendimize özgü bir tasarı yapmayı gerektiriyor. Her ülkenin sosyalizm deneyimi kendine özgü olmayacak mı?
Her şeyden önce Parti’nin kendini tanımlama biçimi var, önemli. Düşünsel, yani politik bakımdan öncü olmak, elbette, Parti’nin varlık nedenidir bu ama mücadelenin öncülüğünü hele böyle bir ülkede kendi başına yapma iddiası, kendine gerçekliği kuşkulu bir misyon atfetmek anlamına gelir. Aslolan birleşik bir devrimci güç yaratmak, onun içinde doğru politik önermelerle yer almak, dolayısıyla mücadelenin yolunun doğru çizilmesine belirleyici katkılarda bulunmaktır.
Parti düşünsel, poitik doğrularından aldığı güçle, Marta Harnecker’in Latin Amerika solunun deneyimi için vurguladığı gibi,2 emekçi halkı dinlemeyi, ondan öğrenmeyi bilmeli, halkın ruh durumunda yaşanan büyük bozulmayı doğru anlamalı, işçi sınıfının mücadele içinden çıkan önerilerini göz önünde tutmalı; 15-16 Haziran’lardan, 1970’lerin olağanüstü büyük yığınsallığından, madencilerin 1991’deki büyük Zonguldak-Ankara yürüyüşünden ve öteki büyük toplumsal hareketlerden dersler almalı, mücadele tarihimizden aldıklarını bilgece kullandığı bir mücadele biçimi yaratmalı, birbirinden farklı mücadele alanlarını birleştirdiği büyük bir tasarı oluşturmalı.
Sosyalizmin bir sistem olarak çöküşünden sonra dünyanın neredeyse her yerinde işçi sınıfının ücretlerinde düşüş olduğu, sendikalı işçilerin oranının azaldığı biliniyor. Pek çok ülkede olduğu gibi, ülkemizde de bugün işçi sınıfı ülkenin siyasal hayatında öne çıkıyor değil. Demokrasinin ve insan haklarının varlığına güvenenlerin oranı halkın en çok üçte biri kadardır; gelecek ümidini taşıyanların oranı herhalde yüzde yirmiye ulaşmıyordur; muhalefetin kendisini yok oluşa sürükleyen Saray Rejimi’ne bir seçenek olduğuna inanların oranı da yüzde 30’u ancak buluyordur. Demek böyle bir aşamadayız.
Muhalefetin güçlü bir seçenek oluşturamaması AKP-MHP iktidarının gevşekliğine değil, daha da sertleşmesine yol açıyor; sol ve sosyalist güçler birbirleriyle ilişkilerinde geçmişte sürekli yaşadığımız olumsuzluklar içinde olmasalar da birleşik bir güç ve ittifak oluşturma enerjisine yeterince sahip değil. Öte yandan neoliberalizmin bütün halk üstündeki yıkıcı sonuçları, öteden beri bilinen, savunulagelen demokrasiye karşı ciddi bir güvensizlik yaratmış oldu. Bu arada Beşli Çete’nin ve büyük sermayenin vergiden muaf tutularak, teşviklerle, dibe vuran asgari ücret zamlarıyla, aşağıdan yukarıya her yıl daha da artırılan sermaye aktarımıyla, her şeyi özelleştiren anlayış ve bölüşüm oranlarını yukarıdakiler lehine tırmandıran politik ekonomiyle ülke aynı zamanda çokuluslu sermayenin önemli parçalarından birine dönüştürülüyor. Bu aşırı neoliberal politik ekonominin sonucu, demokrasinin kırıntılarının da yok edilmesini getiriyor.
Gerçek bir yeni demokrasi tasarımı ortaya koyduğumuzu düşünelim. Peki bunun somut sonuçları nasıl kazanılacak? Demek ki kuvveden fiile geçirilmesi gereken görevler var. Kuvveyi yaratmak için gözümüzü dışarıya çevirmemiz gerekiyor. Parti sahip olduğumuz ve kendimizi her şeyden daha çok ait gördüğümüz dünyamızsa sonunda bizi çaresizliğe düşürecek yanlış, her şeyi onun inisiyatifi ve gücüyle yapacağımızı düşünmektir. Ya da şöyle diyelim: Her şeyi Parti’yle yapacağımızı niçin düşünelim, o kadar aklımız var.
Demek ki yeni demokrasi mücadelesi –radikal değişiklikleri de içeren devrimci bir özü var onun– ve elbette ufukta gördüğümüz sosyalizmin kazanılması, fiilen işçi sınıfının kaldıracı olduğu, çok ama çok geniş bir hareketi, birleşik bir halk ittifakını gerektiriyor. Belirleyici karakteri sınıfsal olmak zorunda olan, toplumun çok çeşitli kesimlerinin içinde bulunacağı bir kuvvet yaratmak istiyoruz. İşçi sınıfının; hayatın içinde bir gizilgüç olarak saklı duran küreselleşme karşıtı antikapitalist hareketlerin (tıpkı Gezi Direnişi gibi); kadın hareketinin, emekli milyonların, işsiz ordusunun, elbette öğrencilerin dinamizminden beslenen gençlik hareketinin; topraklarının, ormanlarının ekolojisini korumak için direnen kır yoksullarının; ekonomik durumu her geçen gün daha kötüye gittikçe gri yakalıya dönüşen beyaz yakalıların; kamu emekçilerinin içinde bulunduğu halk ittifakının karakteri doğası gereği ileriye, sola dönük olacaktır. Bugün öyle değilse bile, kaçınılmaz olarak öyle olacaktır. Çıkarları böyle bir ittifakın içinde bulunmak olan yığınların bütüncül karakteri, onun önüne atılanların, temsilcilerinin, örgütlerinin karakteri sol olacaktır. Marta Harnecker, Latin Amerika’nın “21. Yüzyıl Sosyalizmi” deneyimini anlattığı kitabında buna toplumsal sol adını veriyor. Bana kalırsa yerinde ve ülkemizin gerçekliğini anlatan bir ad. Toplumsal sol adını kullanabiliriz. Bugün değilse bile, yarın bizimdir.
1 Marta Harnecker, 21. Yüzyıl Sosyalizmi ve Latin Amerika, Türkçesi: Barış Baysal, Kalkedon, Ağustos 2010, 132 s. 2 Fredric Jameson, “Sosyalistlerin Neden Ütopyalara İhtiyacı Olduğu Üzerine”, birdunyaceviriblog.wordpress.com.