Sosyalistler ve Barış: Hangi Çözüm?

1 Ekim 2024’ten beri Türkiye’de siyasal alan “şok” edici gelişmelerle şekilleniyor. Kürt meselesi bir kere daha siyasal alanı belirleyen ana unsur olarak gündeme oturdu. 1 Ekim Meclis açılışında Erdoğan ve Bahçeli’nin konuşmaları, 22 Ekim’de Bahçeli’nin TBMM Meclis Grubu konuşmasında örgütü lağvedecek ve silahları bırakacaksa Öcalan’ın DEM Parti grup toplantısında konuşması ve umut hakkından yararlanması çağrısı, İmralı’ya heyetlerin gitmesi ve nihayetinde 27 Şubat’ta Öcalan’ın mektubunun okunmasıyla devam eden yeni müzakere ve olası bir barış süreci içindeyiz. Ana muhalefet partisi lideri Özel’in de 28 Şubat’ta işaret ettiği üzere müzakere süreci yaklaşık bir yıldır sürmekteymiş. Bu süreci “neo-faşist” olarak nitelenebilecek özelliklere sahip mevcut siyasal iktidarın yürütüyor olması ise kafaları iyice karıştırıyor, sosyalistlerin sürece nasıl yaklaşması gerektiği önümüzde önemli bir mesele olarak duruyor.

Nereden Çıktı Bu Süreç?

Öncelikle böyle bir hamleyi tetikleyen ve hatta zorunlu kılan sürecin bölgesel gelişmelerden, özellikle de Suriye’de yaşananlardan kaynaklandığını hatırlamak gerekiyor. Sömürgecilik sonrası bölgesel ulus-devlet sisteminin dimdik ayakta olduğu yıllarda Türkiye, Irak, Suriye ve İran arasında Kürtlerin bölünmüş ve boyunduruk altında tutulması konusunda netameli de olsa bir mutabakat söz konusuydu. Bu dört devlet de zaman zaman muarızı saydığı devlete karşı o ülkedeki Kürtlerle pragmatik ilişkilere elbette giriyordu. Ancak konjonktürel ihtilaflar bir yana, bir bütün olarak mevcut devletler sistemi Kürtlerin parçalanmış ve devletsiz bir halk olarak kalmalarının adeta sigortasıydı.

Kürtleri boyunduruk altında bir halk konumunda tutan bu bölgesel devlet sisteminde açılan her gedik, Kürtlerin belirli ölçüde kazanımlar elde ettiği bir sürecin önünü açtı. Yakın geçmişte Irak’ta gerçekleşen de Suriye’de söz konusu olan da buydu. İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımı bir bölgesel savaşa evriltmesi ve Lübnan’da Hizbullah’ın konumunu zayıflatan saldırıları, Esad rejiminin HTŞ öncülüğündeki güçlerce devrilmesi ve böylece İran’ın bölgedeki tüm lojistik ve askeri varlığına ağır bir darbe indirilmesi, bölgesel güç dengelerini radikal biçimde değiştirdi. Esad rejiminin beklenmedik bir hızla çökmesi, İran’ın bölgesel gücünde yaşanan büyük kırılma, Kürtleri tabi konumda tutan bölgesel devletler sistemini bir bütün olarak erozyona uğrattı. Yeni Şam hükümetinin ülkenin tamamına hâkim olmakta sıkıntı yaşadığı, ABD ve özellikle İsrail’in bölgesel güvenlik perspektifinin Suriye’de PYD-YPG-SDG varlığını halen gerekli görmesi, İran rejiminin geleceğinin belirsiz olduğu koşullar, hem Kürtlerin manevra sahasını genişletti hem de Türkiye devletinin güvenlik kaygılarını tetikledi.

7 Haziran 2015 sonrası Kürt meselesinin silahlı çatışma boyutu dışsallaşmış, devletin askeri güvenlik değerlendirmesinde bu mesele artık Suriye ve Irak merkezli hale gelmişti. 2003 Irak işgal sürecinin hazırlık yıllarından başlayarak Kürt meselesinin gitgide daha geniş bir jeopolitik boyut kazanması, 2015 sonrasında iyice kemikleşmişti. İşte içinden geçilen yeni müzakere sürecinin ana tetikleyeni, Türkiye’nin hemen sınır ötesinde Kürt hareketine yeni mevziler, statüler kazandırma ihtimali barındıran bu bölgesel gelişmelerdi.[1] Bir yıldır sürdüğü söylenen, Haziran’da Rojava seçimlerini ertelemek üzere Türkiye’nin diplomatik-siyasi hamleleriyle hızlanan ve nihayetinde Ekim’de kamuoyuna açılan mevcut süreç bu bölgesel gelişmelerin bir sonucu. Yani Kürtleri tabi konumda tutan bölgesel sistemde açılmış ve tamiri zor gediklerin yarattığı duruma bir reaksiyon.

Türkiye devleti bir bölge gücü olarak pozisyonunu pekiştirmek arayışındayken başta Suriye’de olmak üzere Kürt hareketini pasifize etmek ya da hiç değilse tarafsızlaştırmak istiyor. Yani Kürt meselesinde militarist politikalardan içerik ve formu şimdilik belirsiz de olsa bir tür müzakereye tam istim dönüş, öncelikle ve aslen Kürt ulusal kimliğinin ve yönetsel özerkliğinin inşasının vardığı ve varabileceği daha ileri aşamayla, devlet politikasını belirleyen “tarihsel” sıfatını hak eden Kürtleri bölünmüş tutan devlet sisteminin çözülmesi gibi koşullarla alakalı bir durum.

İç Siyasette Konumlanışlar

Şüphesiz her dış siyasal süreç aynı zamanda bir iç siyasal süreçtir. Bu bakımdan Kürt meselesi bağlamında militarizasyon ve savaş da müzakere, silahlı çatışmanın sona erdirilmesi olarak barış da her siyasi aktörün kendi kazanımlarını artıracağı şekilde yürütmeye soyunacağı süreçlerdir. Bugün Saray Rejimi mevcut müzakerenin tüm karakterini belirleme kapasitesine sahip kadir-i mutlak bir aktör olmamakla birlikte, süreci hem Erdoğan’ın iktidarını daimileştirecek hem de siyasal rejim ve devlet inşasını konsolide edecek şekilde yürütmek istediği de aşikâr.

Saray Rejimi’nin aslında ta Özal’dan beri bir şekilde her daim masada duran, Kürt meselesini Türkiye’yi bölgesel bir güç haline gelmeye dönük “emperyal” bir saikle “çözme” kartına oynadığına şüphe yok. Ekim’den beri iktidarın diline pelesenk olmuş “iç cephenin tahkim edilmesi” yaklaşımının, içeride iktidara yönelik her türlü toplumsal, siyasal muhalefetin sesinin kısılması, düzen içi dahi bir iktidar alternatifinin oluşmamasını sağlamak üzere tam bir abluka siyaseti anlamına geldiği de ortada. Hem DEM Parti belediyelerine kayyumlar atanması, hem CHP belediyelerine yönelik operasyonlar ve kayyumlar, İmamoğlu’nun adaylığını engellemek üzere yapılan hamleler, muhalefet medyasına yönelik saldırılar, Bahçeli’nin 28 Ocak Meclis konuşmasında muhalefetin sokağa çıkma olasılığına karşı 12 Eylül darbe sopasını hatırlatması vb. örnekler içerideki baskı rejiminin hangi hatlarda ilerletilmek istendiğinin işaretleri. Buna “Erdoğan’a ömür boyu başkanlık garantisi veren bir yeni anayasa uzlaşısı” ihtimali, demokratikleşmenin önünde hâkim sınıfsal politikalar gibi başka nedenlerin varlığı, iktidarın Kürt hareketinin sol damarını zayıflatmak ve hatta CHP-DEM Parti ilişkisini koparmak istemesi de eklenebilir.[2]

Elbette hiçbir siyasal süreç, tek bir aktörün tek taraflı niyetleriyle şekillenmez. Müzakere süreci de bu açıdan salt iktidarın amaçları, heves ve fantezileri üzerinden okunduğunda hem eksik, yanlış hem de siyaseten paralize edici olur. Bu açıdan sürecin nasıl olsa hem dışarıda hem de içeride kaçınılmaz olarak mevcut siyasal rejimin ve Erdoğan’ın elini kuvvetlendireceğine dair şimdiden yapılan öngörüler yanıltıcıdır. Eylemsizliği, yani neticede sürece bigane kalmayı teşvik ettiği oranda da bu tür öngörülerin bir “kendi kendini doğrulayan kehanet” işlevi görmesi muhtemeldir.

“Gerçekte ‘öngörmek’, ancak kişi eylemde bulunduğu, gönüllü bir çaba sarf ettiği ve dolayısıyla ‘öngörülen’ sonucun yaratılmasına somut olarak katkıda bulunduğu ölçüde mümkündür” diye yazar Gramsci Hapishane Defterleri’nde. Ona göre, “insan ‘bilimsel olarak’ yalnızca mücadeleyi öngörebilir, ancak mücadelenin somut anlarını değil; bunlar, sürekli hareket halindeki karşıt güçlerin sonuçları olmaktan başka bir şey olamaz; bunlar, içlerinde niceliğin sürekli olarak niteliğe dönüşmesi nedeniyle, asla sabit niceliklere indirgenemezler.” Dolayısıyla Gramsci için öngörü, dar anlamda bilimsel/düşünsel bir faaliyetten çok mücadeleye dairdir ve ortaya konan devrimci/dönüştürücü pratiğin soyut bir ifadesidir. Koşullar ne denli namüsait olursa olsun mücadeleyi öngörmeyen her öngörü, ister istemez muktedirlerin apolojisine dönüşme riskini taşır.

Savaş ve Rejim

Her savaş ve müzakere süreci kendi bağlamı içinde siyasal alanı, devleti şekillendirir; Kürt meselesi de Türkiye’de hep böyle olmuştur. Erken Cumhuriyet döneminde ulus-devletin ve Türk milliyetçiliğinin politikaları Kürt kimliğini inkâr eder ve devletin şiddet aygıtlarıyla zapturapt altına alırken de, aslen işçi sınıfı hareketine ve devrimci sola karşı gerçekleşen 12 Eylül rejimi Diyarbakır cezaevinde Kürtleri en ağır işkencelerden geçirirken de, 90’larda neoliberal kapitalizmin hegemonya krizi ile Kürt meselesinin militarizasyonu ordu-merkezli otoriter devleti şekillendirirken de, 2000’lerin başında AKP iktidarı bölgesel ve iç siyaset dinamikleriyle müzakere ve çözüm süreçlerini bir adım ileri iki adım geri tavırlarla hep masada tutarken de, 2015 sonrasında Kürt meselesi yeniden militarize edildiğinde de…

Kürt meselesinde 2015 sonrasında güvenlikçi ve askeri politikalara dönüş, Erdoğan-AKP’nin o zamana kadar karşı karşıya kaldığı en ciddi krizi aşmasında belirleyici oldu. AKP savaş siyaseti aracılığıyla “devlet” katında yeni tutamaklar buldu; toplumsal düzeydeyse “millilik” ve “yerlilik” gibi temalar etrafında örülen yeni bir “bütünleştirici” ve seferber edici üst anlatıyı gündeme getirdi. “Türk tipi” başkanlık ve “mutlakiyetçi/şefçi hâkim parti rejimi”, Kürt meselesinin militarizasyonu içerisinde ve aracılığıyla, onun “dost ve düşman” mantığını en aşırı biçim ve sonuçlarına vardırarak gündeme geldi. Dahası, Kürt meselesi bağlamında gündeme gelen örneğin kayyum gibi idari-cezai baskı ve tedhiş mekanizmaları, Aimé Césaire’in “bumerang etkisi”ni andırırcasına giderek genelleşti, ülke çapına yayıldı.

Bir başka deyişle, Türkiye’de son on yılın savaş atmosferi ve ona bağlı ulusal beka kaygısının çeşitli münasebetlerle sürekli olarak ajite edilmesi, otokratik-şefçi tipte bir rejim inşasının kaldıracı işlevi gördü. İktidar blokunun yeniden örgütlenmesinde, muhalefetin hizaya çekilerek zaman zaman “majestelerinin muhalefeti” konumuna itilmesinde, ordunun bütünlüğünün sağlanarak kontrol altında tutulmasında özellikle “Kürt koridoru” tabiriyle özetlenen jeostratejik kaygının (Türkiye’nin Irak ve Suriye ile olan sınırlarının, bir Kürt teritoryal hakimiyetiyle çevrelenmesi tehdidinin) kışkırttığı militarist-şoven seferberlik belirleyici rol oynadı.

Dolayısıyla savaş politikalarının son bulması, rejimin karakteri üzerinde de ister istemez belirleyici etkide bulunması muhtemel bir gelişme olur. Pandora’nın kutusu her açıldığında sınırları ve imkânlarıyla yeni bir siyasal zemin oluşur. Buna bigâne kalmak doğru bir siyasal tutum olamaz ve siyasetsizliğe yol açar. “Sürecin” nihayetinde kaçınılmaz bir biçimde saray rejiminin elini kuvvetlendirmeye yarayacağı yönündeki her kestirim bu nedenle de acelecidir. Rejimin inşasında belirleyici bir rol oynamış militarist politikada en ufak bir gevşeme rejimin dengesini bozabilecek çatlakların oluşmasına yol açabilir, rejimin murat ettiğinin hilafına siyasal alanı daraltmaktansa genişleten bir etkide bulunabilir.

Bu çerçeveden bakıldığında Kürt hareketinin de devletin de belirli avantajlara ve dezavantajlara sahip olduğu bir müzakere sürecinin söz konusu olduğu unutulmamalıdır. Kürt hareketinin iktidarın süreci yönlendirmeye yönelik hamlelerine nasıl cevap vereceği çok önemli. Bu konuda aceleci kestirimler önce sosyalistler açısından tehlikelidir.  Öcalan’ın mektubu, Irak’taki gelişmeleri müteakip 2005’te önce Demokratik Konfederalizm ardından da Demokratik Özerklik tezinin Türkiye özelinde terk edildiği ve 1999 sonrası Demokratik Cumhuriyet tezine dönüş şeklinde okunabilir. Açıklama biter bitmez Sırrı Süreyya Önder’in “silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” ifadesini eklemesi de Kürt meselesinde çözüm sürecinin bir demokratikleşme ile ele ele gitmesi gerektiğine dairdir. Zaten 2015 sonrası Türkiye’de parlamenter Kürt siyasal hareketi de genel bir demokratikleşme siyasetini, önce Cumhur İttifakı’na karşı muhalefetle sürekli yan yana gelerek denedi, sonuç alınamadı. Şimdi de bölgesel gelişmelerle birlikte iktidarla bir müzakere-çekişme süreci içinde bunu deneyecektir. Dolayısıyla, bu müzakere sürecinin demokratikleşme ile bir arada yürütülmesi açısından DEM Parti’nin de belli bir mücadele içinde olması kaçınılmazdır. Kürt meselesine dair demokratik kimi talepler gündeme gelmeden, ne kadar sınırlı olursa olsun belirli demokratik kazanımlar olmadan sürecin ilerlemesi olası değildir. Bu bakımdan Kürt meselesi bağlamındaki demokratik kazanımların ülkede genel bir demokratikleşme ile birlikte yürümesi bugünün önemli siyasi görevlerindendir.

Sosyalist Siyasetin Görevleri

Bir etno-politik sorun olarak Kürt meselesinin nasıl ve ne yönde “çözüleceği” önümüzdeki dönemin mücadeleleri açısından tayin edici olacaktır. “Çözümün” gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kadar bu çözümün nasıl ve dolayısıyla hangi istikamette gerçekleşeceği kritik önemdedir. Barış yönünde (özellikle ülkenin batısında) aşağıdan bir basıncın olmadığı, böylesi bir basıncın oluşmasının önünün aktif bir biçimde tıkandığı koşullarda cereyan edecek bir müzakere süreci büyük oranda AKP-MHP’nin tayin ettiği koşullarda ve onun belirlediği terimlerle ilerleyecektir. Bu koşullarda gerçekleşecek “sürecin” muktedirler bakımından temel gayesi, Kürt hareketinin yarattığı ciddi toplumsal radikal birikimi soğurmak, onu akamete uğratmak, hatta mümkün mertebe yedeklemek olacaktır.

Bu bakımdan “sürecin” kendiliğinden ve neredeyse otomatik olarak bir demokratikleşme sürecinin önünü açacağına dönük her öngörü yanlıştır. İktidar “sorunu” demokratik ve toplumsal taleplerin önünü açmadan, hatta onları öteleyip bastırarak “çözmek” peşinde olacaktır. Hatta 2008 ve 2013 süreçlerinde de söz konusu olan havuç-sopa diyalektiğinin, bu süreçte çok daha sopa lehinde olacağını söylemek mümkün. Rejim, hele hele yoksulluğu derinleştiren bir ekonomi programı yürütürken, bu “sürecin” geniş kesimlerin kazanımlar elde ettiği ve kendi kolektif eylemine özgüven kazandığı bir şekilde deneyimlenmesinin önünü almaya çalışacak, muhtemelen genel bir “yumuşama” hissiyatının dahi oluşmasını istemeyecektir. Sürecin, geçmişte olduğu gibi toplumsal muhalefetin manevra alanını genişleten bir dolaylı etki yaratmasından bilhassa imtina edilecektir. İktidar DEM Parti’yi hem soldan hem CHP’den yalıtma siyasetine devam edecektir. DEM Parti’nin bu hususta nasıl duracağı önemli ama siyasi kaymalara set çekmek ve iktidara kazandırmamak için solun DEM Parti’nin yalıtılmasına karşı durması, iktidarın bu hamlelerini boşa düşüren, barış-demokrasi çizgisinde bir tutum alması da çok kritik.

Dolayısıyla sosyalistler soyut bir “çözüm” söylemini çoğaltmaktan imtina etmelidir. Sanki müzakere süreci maddi ezme-ezilme ilişkileri bakımından iki eşit “tarafın” masa başındaki görüşmelerinden ibaretmişçesine tutum almak, daha baştan eşitsizlikle malul bir “süreci” desteklemekle yetinmek yanlıştır. Bize düşen, “taraflar” arasındaki ulusal ezilmişlikten kaynaklı asimetriyi mümkün mertebe ezilen lehine ilga edecek, daha somut ifade etmek gerekirse, müstakil bir barış siyaseti aracılığıyla hükümetin otoriter çözüm formülü alanını daraltacak somut bir tutum içerisinde olmaktır. Süreci daha baştan Cumhur İttifakı’nın koyduğu parametreler içinde kabul edip kenara çekilmek ne kadar yanlışsa mevcut asimetriyi dikkate almayan bir “destek” de o kadar yanlış. Sosyalistlerin meseleyi bu destek-köstek ikileminden bir an evvel çıkarmasında büyük yarar var. “Süreci” değil Kürtlerin meşru demokratik taleplerini destekler bir tutum alınmalıdır. Bu destek, her ezilen halk hareketi için söz konusu olduğu gibi, elbette “eleştirel” bir destek olmak durumunda.  Solun vazifesi müzakere sürecinde Kürt hareketine üstenci bir tutumla “akıl öğretmek” değil, olmamalı elbette. Ancak “sürece” dair uyarıcı, eleştirel bir tutum geliştirmek tam da iktidarın yukarıda özetlenen niyet ve tutumu nedeniyle zaruridir.

Saray Rejimi’ni güçlü kılan aslında tam da Türkiye’nin batısında onu sıkıştırıp Kürt hareketinin talepleri karşısında geri adım atmaya zorlayacak toplumsallaşmış bir barış hareketinin yokluğudur. Kürt meselesinin çözümüne yönelik Kürtlerin meşru taleplerini Türkiye’nin batısındaki kamuoyunda anlatabilecek ve sahiplenecek bir barış hareketi inşa edilemediği için barış, AKP’nin faydacı günübirlik hamlelerinin rehinesi olarak kalabiliyor. Bütünlüklü, süreklileşmiş bir barış hareketinin yaratılmasını acil bir görev olarak önümüze bir türlü koyamayışımızın yarattığı boşluk nedeniyle Saray, “havuç ve sopa” siyasetinde tekrar tekrar ve nispeten kolayca başarılı olabiliyor. Bağımsız bir sosyalist barış siyaseti, bugün, Kürt meselesinin ne olduğunu, bu meselenin tarihsel ve güncel olarak bir kimliğin tanınması, siyasal temsiliyet ve katılım, demokratik yönetim boyutları olduğunu anlatmalıdır. Bu çerçevede anadilin kullanımından merkezi ve yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesine kadar çeşitli taleplerin meşruluğunun Türkiye’de tüm ezilenler tarafından kabul görmesini sağlamalıdır. İçeride toplumsal ve siyasal barışın aynı zamanda dış politikada da barış eksenli siyaset izlenmesiyle mümkün olduğunu anlatarak emperyal hevesler peşinde dış politikanın militarizasyonuna karşı durabilmelidir. Bu ve benzeri hatlarda inşa edilecek bir barış siyaseti Türkiye’de sosyalist bir demokrasi mücadelesinin de temel sütunlarından biridir.

Solun bir savaş karşıtı hareketin inşasında gösterdiği tereddüt ve tutukluğun tek bir nedeni yok elbette. Ancak fikri bir arazın da bunda ciddi bir payı olduğunu kabul etmek gerek. Bu fikri arazı, sosyalist hareketin Kürt meselesini bir yerde “kendi” meselesi addetmemesi, aslında daha yerinde bir deyimle, Kürt meselesinin yarattığı siyasal ve sosyal türbülansı devrimci müdahalenin alanını genişleten bir imkân değil de bu müdahale kapasitesini azaltan bir “sorun” olarak görmesi olarak özetleyebiliriz. Etno-politik meseleyi gelip geçici, tali, hatta “asıl” meselenin gündeme gelmesini engelleyen bir mani olarak gören bu anlayışın Kürt meselesinde inisiyatif almaktan çekinmesi, meseleyi bir biçimiyle “taraflara” havale etmesi ya da en iyi durumda kendi konumunu Kürt hareketiyle “dışarıdan” bir dayanışma içerisinde olmakla sınırlandırması doğal. Solun değişik çevrelerinde farklı biçimlerde dillendirilen bir akıl yürütme bu. Buna göre Kürt meselesi bir şekilde çözüldüğü, bu tarihsel “arıza” bir biçimiyle telafi edildiği vakit, ister istemez “sosyal-sınıfsal talepler” öne çıkacak, uzun zamandır ulusal meselenin gölgesinde kalmış sınıfsal ayrışma ve çatışmalar daha belirgin hale gelecektir.

Aslına bakılırsa, sınıflar arasındaki somut güç dengesinin etno-politik meselenin “çözümünden” nasıl etkileneceği, bizzat o meselenin nasıl ve ne eksende “çözülmüş” olduğuyla ilgili bir konudur. Bu anlamda etno-politik sorunun çözüm biçiminin, yarattığı koşullar itibariyle ezilenlerin başka mücadeleleri için alan açan, aşağıdakilerin kolektif eyleme kapasitesini ve özgüvenini artıran bir çerçevede mi yoksa tersine tabi sınıfların eyleme ve müdahale kapasitesini daraltan bir eksende mi gerçekleştiği kilit önemdedir. Dolayısıyla sorunun nasıl ve hangi güçler lehine çözüleceği meselesi, gelecekteki başka mücadelelerin de kaderini belirleyecek bir husustur.

Sınıf mücadelesinin önünü açan, potansiyellerini arttıran bir “çözüm” olabileceği gibi, sınıf hareketinin ve başka mücadelelerin hareket ve manevra kabiliyetini iyice daraltan “çözümler” de olabilir pekâlâ. Tam da bu nedenle etno-politik meselenin “çözümü”, bir başka ifadeyle “barış” meselesi, sadece Saray Rejimi’nin geriletilmesi bağlamında değil daha genel olarak da, tüm toplumsal muhalefet güçlerinin ve özellikle sosyalistlerin asli bir meselesidir. Yani “barış”, sosyalist hareketin savaşın taraflarına havale ederek geçiştireceği ya da en iyi durumda Kürt hareketiyle dayanışmasını ifade etmekle yetineceği bir meseleden ibaret değildir; bizatihi kendisinin müstakil bir barış siyaseti oluşturarak ve bunu tüm ezilenlerin siyasal özne haline gelmesi anlamında bir demokratikleşmeyle eklemleyerek “kurucu” bir rol oynaması gereken bir mücadele alanıdır.

[1] İsmet Akça, “İktidar Blokunun Hamlelerini Anlamak: İç ve Dış Siyasetin ve Dahi Muhalefetin Dizaynı”, https://www.ayrim.org/guncel/iktidar-blokunun-hamlelerini-anlamak-ic-ve-dis-siyasetin-ve-dahi-muhalefetin-dizayni/, 9 Ekim 2024.
[2] Can Soyer, “Bedbin ve Nikbin: Süreç Üzerine Notlar”, https://www.ayrim.org/guncel/bedbin-ve-nikbin-surec-uzerine-notlar/, 4 Mart 2025.