Klasik liberalizmin en ünlü sömürü kılıflarından biri, eğitimin toplumsal adaleti sağlamakta belirleyici bir rol oynayabileceği düşüncesi. İddia özetle şu: Yeterince akıllı ve çalışkan olursanız belki bir gün siz de zengin çocuklarının içine doğduğu yönetim katlarını görebilirsiniz… Belki… Bir gün…
Kapitalizm gibi acımasız bir ekonomik sistemin vatandaşlara hayal satmadan ayakta durabilmesinin elbette imkânı yok. Tıpkı insanlara imanlı olurlarsa cennetle mükafatlandırılacaklarını müjdeleyen dinler gibi, sistem de vatandaşlarına çalışkan olurlarsa zengin ve ünlü olabilecekleri ihtimalini anlatıp duruyor. Bu ihtimalin heyecanı, nam-ı diğer Amerikan rüyası, birkaç istisnai örneğin durmadan parlatılmasıyla diri tutulurken, sanki koca bir toplumdan tekerlekte koşan milyonlarca hamster yaratılıyor. Nasıl sınıf atlanır? Sınıf atlamak için ne yapmak gerekir? Nereye koşuyoruz? gibi soruların cevabı ise meçhul.
Adorno’nun en hafif tabiriyle “tehlikeli” olarak nitelendirdiği Hollywood ve onun küçük bir kopyası olma hevesindeki Yeşilçam’ın bu sınıf atlama hayalleriyle dolu hikayelerden geçilmemesi tesadüf değil. Oysa işin komiği, bu anlatıların çoğu da aslında “çok çalışılarak” değil evlilikle, şansla, mirasla kazanılan zenginliği konu ediniyor. Propaganda bile içten içe çok çalışarak zengin olunamayacağının farkında. Sabancı’lardan Elon Musk’a, zenginliğiyle gündeme gelen herkesin bir anda nereden çıktığını anlamadığımız yoksulluk hikayeleri satmaya başlamaları da tam olarak bununla ilgili. Ama bu “Bir zamanlar ben de sizden biriydim” fikrine tutunmaya çalışan lafların yalandan empatisi, Hacı Sabancı’nın karantina döneminde yaptığı “Sakin ol champ… evdeyim” gibi çıkışlarla gün yüzüne çıkıveriyor.
Sınıf atlama hayali, çok daha temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılan yoksullar için artık bir lüks olsa da “orta sınıf” için takıntılı derecede gerçek bir heyecan. Güç sahipleri, bu gerçekliğin diri tutulması için elinden geleni yaparken “orta sınıf” da onlara benzeyerek onlara dönüşebilecekleri yanılgısının peşinden koşuyor. Zenginlerle aynı restoranda yemek yiyebilmenin, aynı dili öğrenebilmenin, aynı markadan alışveriş yapabilmenin, aynı tatil beldesine gidebilmenin, hatta çocuğunu aynı okula gönderebilmenin sınırlarını zorlarken atılan her adım “orta sınıf”ın hayallerini, sermayenin ise ceplerini besliyor. Oysa aslında aynı restorana gitmeleri aynı parayı harcayabilecekleri, aynı dili bilmeleri aynı şekilde konuştukları, aynı mağazadan alışveriş yapmaları aynı giyindikleri, aynı yerde tatil yapmaları aynı deneyimi yaşadıkları anlamına gelmiyor. Birinin ekonomik sınırlarını zorlayarak güç bela edindiği parayı buraya yönlendirmesiyle ancak gerçekleştirebildiği, diğerinin gündelik hayat pratiği.
Kapitalizm kimseye doğrudan “Buraya gel, sınıf atla” demediği gibi, nasıl sınıf atlanacağı konusunda da “çok çalışmak” dışında bir yol yordam göstermiyor. Hal böyle olunca, “orta sınıf”ın sınıf atlayabilme hayalleri öncelikli olarak çalışma ideolojisi ve eğitim tercihleri üzerinden şekilleniyor. Yakasını maviden beyaza döndüren, işçilikten ve onunla bağdaştırdığı yoksulluktan sıyrıldığı yanılgısına düşüyor. Bu yüzden avukat, doktor, mühendis, öğretmen, bankacı gibi meslek grupları aldıkları maaşları görece daha az eğitim gerektiren temizlikçi, tesisatçı, boyacı, inşaat işçisi gibi meslek gruplarıyla karşılaştırıp anlamsız bir hayal kırıklığına uğruyorlar. Aslında bu hayal kırıklığı, cebe giren paradan ziyade sınıf atlayamamış oldukları gerçeğinin gün yüzüne çıkmasıyla ilgili. Zira eğer mesele cebe giren paranın orantısızlığıyla ilgili olsaydı kendilerini asıl karşılaştırmaları gerekenler sermayedarlar, bakanlar, güç sahipleri olurdu.
Konu eğitim olunca ise, sınıflar arasındaki bu uçurum giderek açılıyor. Laik, bilimsel ve parasız eğitim Türkiye için her geçen gün daha da uzaklaşılan bir hayal. Sistematik olarak gericileştirilen, itibarsızlaştırılan devlet okulları ve yeni güncellemelerle öğrencilerin adeta zorunda bırakıldıkları İmam Hatipler ile baltalanan eğitim sisteminde yoksul emekçi çocuklarına en başından yer yok. “Orta sınıf”ın büyük çoğunluğunun tek çaresi ise bakkal şubesi gibi açılıp duran özel okullar. Akıl almaz paraların talep edildiği özel okullarda sistem basit: Bütçen ne kadar yüksekse eğitim o kadar laik ve bilimsel, çocuğunun sınıf atlama ihtimali o kadar yüksek. Aslında konuşulan ücretlerin arkasında yatan fikrin eğitimle ilgisi bile yok çünkü onların gözünde birer veliden çok müşterisiniz. Lafı dolandırmanın gereği yok. Özel okullar size özetle şunu söylüyor: “Bana para verirsen çocuğunun şirket sahibi sınıf arkadaşı olur.” Sanki o zaman şartlar eşitlenecekmiş gibi…
Sınıf atlama hayallerinin size bahsetmediği en önemli gerçeklerden biri kültürel sermaye. Bourdieu’nun kültür sosyolojisi tartışmalarına dahil olmak adına ortaya sürdüğü bu kavram, bize ekonomik sermayenin ötesinde bir kapı açıyor, meselenin cebinize giren paradan ibaret olmadığını hatırlatıyor. Ailenizin eğitim durumundan seyahat ettiğiniz ülkelere, oturduğunuz semtten sahip olduğunuz kitaplara kadar birçok unsurun bir araya gelmesiyle kapsamlı bir çerçeve çizen bu entelektüel birikim, çoğu zaman ekonomik birikimle el ele yürüse de aslında onunla aynı şey değil. Kültürel sermayenin ediniminde ve aktarımındaki sosyal koşullar, ekonomik sermayede olduğundan çok daha gizli ve kalıcı. Dil öğrenebilmek, seyahat edebilmek, kültürel etkinliklere katılmak, bir kütüphane kurmak ve hatta sosyalleşmek başlı başına para gerektiren durumlar. Ancak nesiller boyu artarak ve aktarılarak edinilen kültürel birikime sahip olabilmek ebeveynlerinizden daha çok para kazanabilmek kadar kolay değil. Kaba tabiriyle büyük bir vurgun bile yapsanız, yine de sınıf atlayamayabilirsiniz.
“Daha kültürlü” ailelerden gelen çocuklar, dil becerisi, beğeni, kavrayış ve anlayış gibi nitelikler konusunda hayata 1-0 önde başlarken aslında eğitim sisteminin eşitlemekten çok eşitsizliği meşru kılan yapısının da kanıtı oluyor. Özel okullar kültürel sermayeyi çocuğunuza parayla kazandırabileceğini iddia ededursun, nesiller boyu giderek açılan bu uçurum aynı sınıfta okumakla kapanmıyor. Orta ve üst sınıfa mensup iki farklı çocuk aynı okulda, aynı öğretmenden, aynı dersi dinlese bile hem bu bilgiyi gündelik hayata taşıyışları hem de okul hayatı deneyimleri birbirlerinden oldukça farklı kalıyor. Okul çağındaki çocuklar arasında başlı başına bir problem olan zorbalık, burada sınıfsal bir hal alabiliyor. Okula verilen ücretlerin dışında kalan, çocuğun giydiği kıyafet, gittiği tatil, akrabalarının yaptığı iş gibi genellikle kültürel sermayeyle ilişkili birçok durum buna altyapı hazırlıyor. Öte yandan çocuğun sosyal açıdan uyum sağladığı senaryolarda bile bu fark mezun olunca ortaya çıkabiliyor. Çünkü lise ve üniversite sonrasındaki iş hayatı sürecini, eğitim geçmişinden çok yine kültürel sermayeyle doğrudan ilişkili olan network belirliyor. Mesele artık para kazanmaya gelince ortaya çıktığı üzere, ailesi daha fazla insan tanıyan her zaman sınavlarda daha yüksek puan alandan daha avantajlı konumda oluyor.
Özetle, kendi ebeveynlerinizden daha fazla para kazanabilmeniz sınıf atlayabileceğiniz ya da en azından çocuğunuza sınıf atlatabileceğiniz anlamına gelmiyor çünkü kapitalizmin işçilere, zenginlere olduğundan çok daha fazla ihtiyacı var. Bu oyuna en başında giren bir avuç ayrıcalıklı insanı beslemek için milyonlarca insanın çalışması gerektiği bir düzende, kimse pastadaki payını paylaşmak istemiyor.
California Üniversitesi’nden Gregory Clark, 1086 yılında İngiltere’deki zengin toprak sahipleri listesinde yer alan isimlerin daha sonraki yüzyıllarda ne kadar tarih sahnesine çıktığını incelediği araştırmasında, toplumun en alt ve en üst kesimindeki bir ismin “orta sınıf”a yükselmesi ya da düşmesinin yaklaşık olarak 10 kuşak aldığı bulgusuna ulaştı. İşte size iyi bir eğitimle ve çok çalışmakla kapatılabileceğini söyledikleri fark aslında bu.
Üstelik nüfus giderek artıyor ve kapitalizm doğası gereği krizlere sürükleniyor. Eğitim sistemi ayaklar altında, işsizlik hat safhada, liyakatten söz etmek mümkün değil, barınma krizi ve enflasyon büyüyor… Türkiye özelindeki dinamikleri göz önünde bulundurursak, “orta sınıf” için sınıf düşmek artık sınıf atlamaktan çok daha olası. Hatta son yıllarda giderek artan beyin göçünün temel sebebi de bu. Çünkü yakın kişisel tarihimiz bize daha çok çalışarak ve daha iyi bir eğitim alarak değil ebeveynlerimizin şartlarını aşabileceğimizi, onların sahip olduğu temel şartlara bile sahip olamayacağımızı depresif bir gerçeklikle gösterdi.
İşte tam da bu yüzden sınıf atlama hayali ne kadar imkansızsa, sınıfla dayanışma ihtiyacı da bir o kadar elzem. “Orta sınıf”ın gelir paylaşımına dair kavgasının muhatabı sermaye sahipleri ve iktidarlar değil, mavi yaka olduğu sürece sınıf atlamak mümkün olmadığı gibi sınıfının içinde daha insani olanaklara sahip olmak da mümkün olmayacak. “Orta sınıf”ın kendi gerçekliğiyle olan kavgası zenginin zenginleşmesinden, fakirin fakirleşmesinden başka bir işe yaramayacak.
Oysa sahip olmak istediklerimizin rüyasını görmek yerine onları güç sahiplerinden talep etmenin daha somut sonuçlar verdiğini tarih bize defalarca gösterdi ve göstermeye de devam ediyor. Yanıbaşınızdaki işçi direnişlerinde, kampüslerdeki öğrenci eylemlerinde ya da başını sokacak bir ev uğruna ömür boyu çalışanların solup giden hayatlarında hepsi saklı. Ancak bakan gözün artık gören göz olabilmesi için önce sınıfını kabul etmeye ve tanımaya, sonra da bir yerinden dayanışmaya omuz vermeye başlamaya ihtiyacı var. Yalnızca kendi hayatlarımız için değil, aynı zamanda bizden sonraki nesiller için…