Sınıf ve Kültür: Bir İpte İki Cambaz Bu Sefer Oynar mı?

Sınıflara yüklediğimiz anlamlar acaba onların varlığını olağan kılıyor olabilir mi veya sınıfların varlığını romantize ediyor olabilir miyiz? İşçi sınıfının onurlu duyguları, burjuvazinin faydacı hesaplarıyla karşılaştırıldığında hali hazırdaki sınıflı toplumdan ve elbette içinde bulunduğumuz sınıfsal konumdan onur duyuyor olabilir miyiz?

Amacım birilerini topa tutmak değil. Ancak sınıf gibi toplumsal bir ilişkiyi niteleyen mesele hakkında peşin hükümler vermek, ona duygusal yaklaşmak, tarihsel bir süreç olan sınıfı nesnel nitelikleriyle değil, öznel hissettirdikleri ile anlamamıza sebep olur. Sınıfların elbette konumu gereği, içerisinde bulunduğu mücadele pratiklerinde birtakım duyguları açığa çıkardığını biliyoruz. Öfke duygusu işçi sınıfını harekete geçiren bir duygudur örneğin. Kendi emeğini savunmak, insanca bir yaşam talep etmek, çalışma koşullarının iyileştirilmesi vs. gibi başlıklarda işçi sınıfının duruşu onurlu bir duruştur. Çünkü hem insanın hem de koşulların insani şekilde biçimlendirilmesi ve böylece insan-insan, insan-toplum ve insan-doğa ilişkilerinin etik/politik zeminde kurulması duygusal anlamda ifade edersek onurlu bir eylemdir. Biraz daha ilerleyelim. İşçi sınıfının mücadelesi bir özgürleşme mücadelesi iken hakim kapitalist düzen bir esaret düzenidir. Dolayısıyla etik olarak işçi sınıfı mücadelesi insani kurtuluşun mücadelesi iken, kapitalist düzenin kendisi etik rezaletin sistemidir. Bu anlamıyla, hangi sınıfta olduğumuz veya hangi sınıfın siyasetini yürüttüğümüz, bizlerin etik/politik mücadele hattını da belirler. Buraya kadar olan kısım nesnel koşulların edebi ifadesiydi.

Sınıflar, ortaya çıktığı andan itibaren kendi düşmanını yaratan ve bir özgürleşme mücadelesiyle tarihin başka bir aşamasına sıçrayan ilişkileri niteler. Bir toplumsal ilişki veya toplumsal bir zemin olarak, gündelik hayatta görünmeyenin nedeni olarak, bir olgu veya durumun başat faktörü olarak nesnelliği niteler. Eşitsizliğin, esaretin, sömürünün, zorun temel nedeni, toplumsal yapıda ezen-ezilen ilişkisinin kendisi ve tüm bu süreçlerin gündelik hayata sızmasının nesnel zemini olarak sınıflar, her şeye rağmen, işçi sınıfının burjuvazi karşısında onurlu tutum ve davranışlarına, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinden övünmelerimize, burjuvazinin ahlaksızlıklarına kustuğumuz nefretimize rağmen kaçınılmaz sonu yaşamalı, tarihin eskitilmiş sayfalarında bırakılmalıdır. Övünmek ile taşlamak, nefret etmek ile sevgi duymak, onurlu olmak ile haysiyetsiz kılmak birbirine bağlı ve bağımlı ilişkiselliği niteler. Sınıf, mülk sahipleri ile üreticiler arasındaki ilişkinin dinamiğindedir; toplumsal ve tarihsel süreçlerin kaynağı olan zıtlıklarda ve çelişkilerdedir.[1] Dolayısıyla ilişkinin sürmesi, tarihin bu döneminin toplumsal sürecinde deneyimlenen, birbirine bağımlı, birbiriyle var olan karşıtlıkları ifade eder. Konumuz gereği bu karşıtlığı sınıfın duygularına indirgersek, birbirine bağımlı olan bu ilişki, birbirine ilişkin duyguları gerektirir. İlişki sürdüğü sürece veya ilişkinin hiç son bulmayacağı düşüncesiyle ya da ilişkinin elbet bir gün biteceği ama bunu kendi gözleriyle göremeyecek olmanın verdiği iç rahatlıkla ister konforlu ister konforsuz bir şekilde duygular birbiriyle sürekli beslenir. Bu iki şeyin arasında olanın sonu ancak ilişkinin kopartılmasıyla gerçekleşebilir. Ve ancak ilişkinin kopartılması gerektiği düşüncesiyle…

***

Son zamanlarda sınıfla ilgili yazılarda Bourdieu veya onun kavramlarını çokça görüyorum. Bu sakıncalı bir durum değil, neye ihtiyaç duyulduğunun göstergesidir. Sınıf çalışmalarında Bourdieu’nun kavram haritasının kuşkusuz kolaylık sağladığını söyleyebiliriz. Belki de Bourdieu’nun kavramları soyutlamada somuta en yakın yerdedir. Bourdieu, sınıfları, sınıflara dair kavramları ampirik somutun gözlemi sonucu inşa etmiştir. Özellikle habitus ve kültürel sermaye kavramları gündelik yaşamın hemen her alanında tanık olduğumuz olgu ve olayları bir araya toplama ve açıklama anlamında son derece kolaylık sağlar. Habitusun ve kültürel sermayenin artıları, eksileri veya ortaya çıkardığı riskleri bir kenara bırakılırsa, sanırım sınıfın yalnızca ekonomik bir olgu olmadığını, gündelik yaşamın tümüne sirayet eden gerek kültürel gerek sosyal sermayeleri de kapsadığını göstermek için başvurulan kavramlar olduğunu düşünüyorum. Bu anlamıyla, kullanılan kavramlardan bağımsız niyetin iyimserliğini anlayabiliyorum.

Bourdieu, sınıfı sadece üretim ilişkileri içindeki bir konumla değil, aynı zamanda bu konumla bağdaştırılan sınıf habitusu aracılığıyla tanımlar.[2] Başta problem yok gibi gözükür, neticede sınıf, toplumsal bir olgu olduğundan ötürü içine doğulan toplumun, coğrafyanın, kültürün dünyaya bakış açılarını, birtakım algı, değerlendirme ve sınıflama kalıplarını, eylem yatkınlıklarını içinde barındırır. Bourdieu’da habitusun önemi benzer konumdakilerin benzer biçimde sınıflama yapmaları, seçmeleri ve değerlendirmeleri ile ilgilidir. Tüm bu süreç, yani sınıflama, seçme, değerlendirme ve davranma süreci öncelikle tüketimin alanında biçimlendirilir. Dolayısıyla sınıf, Bourdieu’ya göre yalnızca üretimdeki konumla değil, aynı zamanda bir kolektif homojenliği içeren benzer konumdakilerin tüketimdeki pratikleri ile de tanımlanır. Yani sınıf ve sınıf bilinci tüketim alanındaki pratiklerle oluşur. Bourdieu’nun bu düşüncesini ileride tekrar değerlendireceğiz.

Sınıf habitusu ile yola çıkarsak, örneğin, kendi kültürel beğenilerine, tüketim alışkanlıklarına rıza gösteren proleterler, gündelik yaşam ilişkilerinde başka bir kimliği (habitus nihayetinde bir kimliktir) ortaya çıkarma ihtiyacı hissederler. Burjuvazide aynı şey söz konusu değildir. Çünkü burjuvazi, kendisi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi bir ruh-beden ilişkisi olarak görür. Tüm toplumsal ortak mekanlar, kamusal alan; yüksek ve alçak, ruhani ve maddi, ince (veya inceltilmiş, şık) ve kaba (veya büyük, yağlı, işlenmemiş, haşin, aşınmış), hafif (veya uçucu, canlı, mahir) ve ağır (veya yavaş, kalın kafalı, emekçi, sol), özgür ve zoraki, geniş ve dar veya başka bir boyutta biricik ve harcıalem, parlak ve donuk arasındaki karşıtlıklar örüntüsü ilke olarak, egemen “elitler” ile tabi “kitle” (istatistiksel olanın dışında bir varoluşa sahip olmayan, olağan ve düzensiz, zayıf ve donanımsız, birbirinin yerini alabilen ve sayılamayacak çokluk) arasındaki karşıtlığa dayanır.[3]

Bu karşıtlıklar size bir yerlerden tanıdık gelmiş olmalı. Bir dost meclisinde, görece yüksek kültürel ve eğitim sermayesine sahip insanların da olduğu bir yemekte, birdenbire burjuvaya öykünen sözler duyulabilir. O güne kadar burjuvazinin ihtişamlı ve incelikli görünümü ve davranışının altında yatan kaynakları araştırırken gündelik hayatın anlarında birden aynı ihtişamın ve inceliğin idealleştirildiği görülebilir. Yine o zamana kadar burjuvazinin yeme-içme kültürüyle alay edip romantik bir akşam yemeğinde partnerini etkilemek, mekandaki koşullara ayak uydurmak için aynı yeme-içme kültürü deneyimlenebilir. Genel olarak toplumda sosyal sermayenin gücü, sosyal çevrede bulunan insanların ekonomik ve kültürel sermayelerinin gücüyle ilişkilendirilir. Bu nedenle gündelik yaşam, hiyerarşinin üst sıralarına ulaşma, oralarda dolaşma üzerine gayret edilen yaşamdır diyebiliriz. Örneğin, kız alıp verme kültüründe dahi hiyerarşinin üst sıralarında yer alan unvanların belirleyici rolü vardır. O nedenle, gündelik hayat, yalnızca hiyerarşinin tepesinde bulunan unvanlara sahip olmakla sınırlı bir yaşamı değil, aynı zamanda sosyal çevreyi de eş unvanlarda veya aynı kategoride aramak, yani bulunduğu konumu sürekli yeniden üretmek üzerine kurulmuştur. Hiyerarşide benzer kategoride bulunmak, benzer unvanları ve benzer kültürel sermayeyi peşi sıra getirir. Bu da, bir kere hiyerarşide o kategoride yer almanın yetmeyeceği, bunun sürekli kültürel ve sosyal sermaye yoluyla yeniden üretiminin gerekliliğini bizlere hatırlatır. O halde, gündelik yaşamın aslında hakim/hegemonik burjuva kültürüne yaklaşmak üzere inşa edildiğini anlayabiliriz. Egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olduğunu Marx ve Engels’ten biliyoruz.[4] Ekleyelim; egemen kültürel deneyimler de yine egemen sınıfın kültürüdür. Yalnızca yeme-içme kültürü ile değil, aynı zamanda kültürün “kutsanmış” biçimleri ile, yani sanat, edebiyat, müzik, tiyatro vs. tüketimleri için de geçerlidir.

Bourdieu’nun yaptığı çalışmaya göre, kültürel sermayelerini temel olarak okul yoluyla edinmiş olanlar, hatırı sayılır derecede kültürel bir mirasa konanlara oranla, daha “klasik” ve daha az riskli yatırımlar yaparlar.[5] Bu daha az risk içeren ve “klasik” eserler aslında mümkün olduğunca burjuva kültürüne yaklaşma çabasını hatırlatır. Keza burjuva kültürüne yaklaşma çabası, gündelik yaşamda kendisini eğitim sisteminin dayattığı statü kapma uğraşıyla da gösterir. Çünkü eğitim sistemi özünde bir hiyerarşi dayatır ve bu aynı zamanda bir unvanlar dayatmasıdır.[6] Dolayısıyla, gündelik yaşam soylu bir kimliğin arandığı veya inşa edildiği, tam tersinden ise düşkün bir kimlikten kurtulma çabasının kurulduğu yaşamdır. Çünkü gündelik yaşam birtakım karşılaşma ilişkilerini barındırır ve bu ilişkilenmeler çeşitli tanınma ve tercih etme ihtiyacını beraberinde getirir. Örneğin, bir işçinin iş yerinde terfi etmesinin kendisine verdiği mutluluk, yalnızca bir ücret artışı ve/veya güvence altına girmesi değildir, bütün bunlarla beraber “soylulaştırılmasının”, yani burjuva kültürüne, onun hak ve görevlerine yaklaştırılmasının verdiği sevinçtir. Tam tersinden o işçinin vasıfsızlaştırılmasının kendisine verdiği üzüntü, ücret ve güvencenin yanında “düşkünlüğünün/damgalanmasının”, burjuva kültüründen uzaklaştırılmasının verdiği hüzün ve öfkedir.

Gündelik yaşamdaki karşılaşmalar aslında birer sermaye karşılaşmalarıdır. Burada kimlik inşası, unvan arayışı, sermaye gelişimi mevcuttur. Ekonomik sermayesi yüksek biri ile yine ekonomik sermayesi düşük birinin karşılaşması süregelen bir ilişkiye dönüşecekse orada kültürel, eğitsel veya sosyal sermaye kartları açığa çıkar. Ekonomik sermayesi düşük kişinin, tıpkı ekonomik olarak yükselmek, sınıf atlamak için birtakım harcamalarını kısması gibi, ilişki düzeyini eşitlemek için düşük olduğu sermayesini kısıtlar, bir kenara iter, yüksek olduğu sermaye biçimini (örneğin kültürel sermayesini) ise ortaya koyar. Bu, farklı sermaye seviyelerine sahip bireylerin önemli tanınma çabası ile ilişkilidir.

Buraya kadar aslında sınıf habitusu kavramı içinden, yani sınıfın ve sınıf bilincinin tüketim alanındaki yatkınlıkları çerçevesinden belirlenen ve deneyimlenen gündelik yaşam ilişkilenmelerinden söz ettik. Gelelim bunun sorunlarına ve şu kültür meselesine.

Sınıf Kültürü: Belirleyici mi Deneyimleyici mi?

Öncelikle sınıf kültürü ile sınıf mücadelesi arasındaki kopukluğu sorgulamak lazım. Kültür denildiğinde, kapsamlı, hepimizin de aşina olduğu, içinde yaşadığımız ve onu yeniden ürettiğimiz, normlar, inançlar, değerler, simgeler, düşünceler ve davranışlar setinden oluşan bir formasyondan söz etmiş oluruz. İçine doğduğumuz, karşılaştığımız, tanık olduğumuz ve içerdiğimiz, yeniden ürettiğimiz, alışkanlık haline getirdiğimiz bir formasyondur bu. Gündelik yaşamın her alanında sürekli edindiğimiz ve yeniden ürettiğimiz düşüncelerin, davranışların, algıların vs. kesintisiz bir şekilde yatkınlık haline getirildiği ve tüm bunların doğaçlama yoluyla gerçekleştirildiği bir süreçtir kültür. Örneğin, bir düğünde, merasimde, cenazede, aile içinde yeme-içme sırasında, arkadaşlarla kafede buluşma deneyiminde, eğlence mekanlarında, söyleşilerde, okulda, iş yerinde, çalışma arkadaşlarıyla kurulan temasta, patronla ilişkide kısacası her yerde ve her zamanda aktif olan bir süreçtir bu. Bu süreç, dışsallığın içselleştirilmesi, içselliğin dışsallaştırılması diyalektiğidir. İçine doğduğumuz, tanık olduğumuz, uyarıldığımız şeylerin içselleştirilmesi ve bu içselleştirdiklerimizi yeniden üreterek şeylerin dışsallaştırılmasının diyalektiği. Ancak tüm bu olanlar, bunların içerdiği değerler toplamı yalnızca o toplumun veya o grubun geçmişiyle sınırlı bir düzeyi ifade edemez. Aynı zamanda maddi üretim sürecinin ve emeğin belirleyici yeri vardır. Çünkü, maddi üretim ve emek, diğer bütün alanlar için zorunlu temeli oluşturur.[7] Maddi süreçten bağımsız, üretim ilişkilerinden, mülkiyet ilişkilerinden, sömürü ilişkilerinden ve elbette tahakküm ilişkilerinden, sınıflardan ayrı ve bağımsız bir kültür tanımının vardığı yer ancak kültüralizm olacaktır. Üretimin ve onunla birlikte yaşam tarzlarının (değerlerin, inançların, kültür ve uygarlık biçimlerinin) toplumun yapılanma tarzından bağımsız olması imkansızdır.[8] Bu yapılanma tarzını belirleyen de sınıf mücadeleleridir.

Bir başka sorgulama tarihsel süreçle ilgilidir. Kültürün tek başına ele alınması yalnızca biçimsel görünümleri ortaya çıkarabilir. Bugünün ve geçmişten bugüne dek gelen değerlerin, davranışların, dillerin, simgelerin vs. görünümlerini. Kültür, kültürel pratikler, deneyimler elbette bir toplum ve yaşanılan dönem hakkında zengin birtakım veriler içerebilir. Ancak bu bakış açısı, temeldeki maddi dinamikleri boşladığı için ne kadar boyutlu, kapsamlı ve yetkin olursa o kadar ileriye gidecek, bu ileriye gidiş de kaçınılmaz bir biçimde, “son”, “nihayet”, “bitiş” tasavvurlarını besleyecektir. Ama kaybolan nehir, ama kristalizasyon, ikisi de “son”dur ve ikisi de idealisttir.[9] Bu nedenle, kültürün toplumsal formasyondan bağımsız, biricik veya toplumsal formasyonun bütünlüğünü oluşturan yegane unsur gibi ele alınması sınıflı toplum yapısının hiçbir zaman son bulmayacağı bir sonsuzluğu işaret eder.

Elbette sınıfların, onun parçası olan grupların, bireylerin kültürleri, deneyimleri, tüketim alışkanlıkları yoktur diyemeyiz. Sınıfları yekpare ekonomik kategorilerden ibaret görmek kimsenin kabul edemeyeceği indirgemecilikle sonuçlanır. Sınıflar, basit olarak belirli bir yeri işgal eden konumlardan ibaret olsaydı o konumlara dahil olmakla sınırlı bir sınıf ilişkileri, sınıf bilinci ve sınıf kültürü gelişirdi. Ancak sınıf, toplumun tümüne yayılmış, toplumdaki ilişkilerin tümünü kapsayan bir nesnel hakikat olarak varlığını sürdürmektedir ve sürekli oluşum halindedir. Nesnel hakikat olarak sınıflar, her şeyin tek ve biricik belirleyicisi değil, her şeyin nesnelliği olarak yaşam sürecini koşullandırır[10]. Yani bütünlüğün tek unsuru olarak değil, bütünlüğün nesnel zemini olarak sınıfları ele almak gerekir.

Yukarıda gündelik yaşamdan örnekler vermiştik. Ancak bütün bunlara diyalektik düşüncede nerede yer verdiğiniz önemlidir. Maddeci temeli eksik bir diyalektik, tıpkı içerik analizi gibi zengin bir kurgu sunabilir ancak günün sonunda sonsuz bir sona işaret eder. Yapılan sosyolojik analiz ne kadar güçlü olursa olsun insanın tarihsel/toplumsal pratiğini maddi bağlamından kopararak ele almak, onun biçimsel teşhis koyma gücünü artırsa da kapitalizmin ayrılmaz bir parçasını oluşturan emek ve üretim (yalnızca iktisadi üretim değil, aynı zamanda her türden ideolojik, kültürel, siyasal oluşumun üretimi) düzeyini zihinden çıkarır.[11] Yani her şey açıklanır ama yine de cevap yoktur.

Sınıfların gündelik yaşam pratikleri, alışkanlıkları, ilişkileri, davranışları, algıları kuşkusuz sınıfların konusudur. Tersinden söylersek, insanların gündelik pratiklerinin analizi bizleri eninde sonunda sınıflara götürür. Burada kültürel sermaye gerçekten önemli bir boşluğu dolduruyor. Neticede Bourdieu da kültürün, tüketim pratiklerinin sınıfsal olduğunu gösteren çalışmalarıyla kültürel sermayeyi sınıfların önemli bir parçası olarak görüyor. Selamlaşma pratiklerinden, yeme-içme kültürüne, sanat ve edebiyat tüketiminden müzik anlayışlarına kadar gündelik hayatın neredeyse tümünü kapsayan bir tüketim pratiğinin sınıflara göre nasıl fark ettiğini gösteren çalışmalarıyla Bourdieu, kültürel sermaye kavramıyla sınıfların derinlemesine analizini yapıyor. Bourdieu’nun kültürel sermaye kavramının önemini ve onun artılarını kabul ederek, üretim ilişkileri ile arasını yalnızca bir virgülle ayırmasına itiraz edeceğim. Çünkü kültürel sermaye, tüketim pratikleri her ne kadar sınıfların konusu olsa da aslında bir sınıflama konusudur. Bourdieu bunu, “sınıf mücadelesinin temelinde sınıflandırma savaşımı vardır”[12] derken itiraf ediyordu. Dolayısıyla kültürel sermaye, kültürel farklılıklara değinen sınıflandırma mücadelesinin konusudur. Bu nedenle, kültürel sermayenin üretim ilişkileriyle yan yana, yalnızca virgülle ayrılan, yani aynı öneme ve belirleyiciliğe sahip, hatta aynı konuyu içeren bir kavram olarak ele alınmasına karşı çıkacağım. Kültürel sermaye, Bourdieu’da maddi temelden bağımsız kavranmıyor ancak kavrama biçilen konum, sınıf mücadelesini bir sınıflandırma mücadelesi olarak gösterdiğinden dolayı hiç bitmeyecek farklılıklara değiyor ve sonsuz bir sonu zorunlu olarak ortaya çıkarıyor. Yalnızca farklılıklara, ayrımlara değinen bu kavram önemsiz demiyorum, maddi temele vurgu yapan kavramların yanında değersizliğinden değil, başka bir konunun parçası olduğundan yer alamayacak bir kavramdır diyorum. İşte bu nedenle kültürel sermaye kavramı, tarihsel bir süreci ve dolayısıyla tarihsel sıçramaları, kırılmaları, tarihteki büyük dönüşümleri açıklayamaz. Açıklasaydı tarihin sonunun, 19. yüzyıldan da önce aydınlanmayla, hatta Grek uygarlığıyla sona erdiği söylenebilirdi.[13]

Bourdieu her ne kadar sosyolojik tahayyülümüzü genişletse de habitus çerçevesinde tanımlanan sınıfların mücadelesini, kendisini sürekli yeniden üreten bir sınıflandırma mücadelesi olarak göstererek alt sınıflara bir kurtuluş ihtimali bırakmamaktadır. Sınıflandırma, bir başka tabakaya göre kendisini hizalama işidir. Sürekli sınıf içerisinde ve sınıflar arasında farklılık yaratma ve ayrılıklara değme çabasıdır. Sınıflandırma savaşımı veya mücadelesi ayrılıklar görüşünü dayatma gücüdür ve bu güç toplumun nesnel yapısını yönetme gücü olarak par excellence bir politik güçtür.[14] Dolayısıyla bu kusursuz ve fevkalade gücün dayattığı mücadele, yapıyı dönüştürmek yerine yeniden üretmeye hizmet eder.[15] Bu yeniden üretim sonsuzdur ve elbette sınıf egemenliği ve kültürel farklılıktan kolektif kaçışı imkansız kılmaktadır. Nerede hangi eseri edindiğin, hangi yemeği yediğin, unvanların, diplomaların, soyluluğun, düşkünlüğün vs. konusu zengin bir içeriği sunsa da yeniden üretim konusu olarak kültürel farklılığa işaret eder. Yani buradan kurulan sınıf, sonu hiç gelmeyecek olan bir “son”u ifade eder. Tıpkı Foucault’nun muhalefete hiç yer bırakmadığı gibi, Bourdieu da yeniden üretim sürecini iktidarın ve/veya egemenlerin sürekli pekiştiği ve muhalefete hiç boşluk bırakmadığı bir sonuçla ele alır.

[1] Wood, E.M. (2016). Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması. Yordam Yayınları. s. 96
[2] Bourdieu, P. (2015). Ayrım. Ankara: Heretik Yayınları. s. 537
[3] Bourdieu, P. (2015). Ayrım. Ankara: Heretik Yayınları. s. 677
[4] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi
[5] Bourdieu, P. (2015). Ayrım. Ankara: Heretik Yayınları. s. 103
[6] Bourdieu, P. (2015). Ayrım. Ankara: Heretik Yayınları. s. 41-42
[7] Çulhaoğlu, M. (2015). Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. Yordam Yayınları. s. 327
[8] Soyer, C. (2020). Marksizm ve Siyaset. Yordam Yayınları. s. 113
[9] Çulhaoğlu, M. (2015). Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. Yordam Yayınları. s. 370-371
[10] Soyer, C. (2020). Marksizm ve Siyaset. Yordam Yayınları. s. 115
[11] Güney, A. (2019). Sosyolojinin Marksist Reddiyesi. Yordam Yayınları. s. 232
[12] Bourdieu, P. (1990). In Other Words. s. 138
[13] Çulhaoğlu, M. (2015). Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. Yordam Yayınları. s. 370
[14] Bourdieu, P. (1990). In Other Words, s. 138.
[15] Callinicos, A. (2013). Toplum Kuramı: Tarihsel Bir Bakış. İletişim Yayınları. s. 438