İçinde bulunduğumuz çağda yaşadığımız savaş, kıtlık, yoksulluk, sömürü, ekolojik kriz, baskı, eşitsizlikler vb. gibi sorunların temelinde siyaset adamlarının yani yönetenlerin bilgi ve yetenek düzeylerinin rolü ve payı nedir? Çivisi çıkmış dünyayı yönetenler çok daha donanımlı, rasyonel, yetenekli olsalardı acaba durum değişir miydi? Kötü gidişattan sorumlu olması gereken bu yönetenlerin tercihlerinin önemi ve rolünden bahsedilemez mi? Yönetenler hangi bilgi ve beceri düzeyinde olurlarsa olsunlar, onların belli grupların ve sınıfların çıkarlarına hizmet etme, onlara öncelik verme tercihlerinin daha belirleyici ve etkili olduğu söylenebilir. Yani (sistemden soyutladığımızda) yokuş aşağı yuvarlanmanın asıl sorumlusu, yönetenlerin politik tercihidir.
Birkaç küçük örnek dışında (Çin’in durumu çok tartışmalıdır) kapitalist sistemin hakim olduğu dünyada yazının başında sıraladığım sorunların asıl nedeni olarak sistemin zorunlu doğası ve işleyişi görülemez mi? Yaşadığımız rezalet eğer sistemin içsel çelişkilerinden zorunlu olarak çıkıyorsa bu durum, sermaye sınıfı lehine tercihte bulunanların sorumluluğunu ortadan kaldırır mı? Elbette kaldırmaz ama sermayenin işleyiş mekanizmasını göz ardı etmek seçimden seçime politik arenada yer alan halkın çoğunluğunun tercihlerinin düzen içi partilerin arasında (kötünün iyisi) gidip gelmelerine yol açar. Yaşanan sıkıntıların kaynağını yönetenlerin basiretsizliğine bağlayan ve kendilerinin daha iyi yöneteceğini iddia eden birbirinin benzeri partiler arasında demokrasi oyununun sürmesine hizmet eder. Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünden esinlenerek “çarpık sistem doğru yönetilemez” diyebilirim. Burada bütün kapitalist ülkelerde durumun bu denli vahim olmadığı fikri akla gelebilir. Gelişmiş ülkelerin görece rahat konumda olduğu söylenebilir. Söz konusu ülkelerdeki görece rahat konum yayılmacı politikaların yanı sıra sosyalist devrim (1917-1991 arası) çekincesi nedeniyle sermayenin verdiği tavizler ve işçi sınıfı mücadelesinden kaynaklanmıştır. Özellikle 1980 sonrası dünya genelinde liberalizmin azgın saldırısının bütün ülkelere sirayet ettiği ve sosyal haklarda gelişmiş ülkelerde de önemli gerilemeler gerçekleşmesi göz önüne alındığında durumun vahameti görülebilir. Ayrıca sistemin sürekli üretim, tüketim ve yeniden üretime bağlı zorunlu yapısı tüm dünyayı yıkıma götürecek ekolojik felaketlerin de önünü açmakta.
Kapitalist toplumda en etkili örgütlenme ağına ve üretim araçlarına sahip olan sermaye kesiminin amacı her ne pahasına olursa maliyetleri düşürerek, karı çoğaltmak ve böylece sermaye döngüsünü sağlamaktır. Sermayedarın yani kişileşmiş sermayenin amacı ve görevi budur. Bu amaç ve görev onun içinde bulunduğu sınıfsal konumun gereğidir. Yönetenler, yani politikacılar da toplumda hakim durumda olan sermaye sınıfının yanında yer alarak onların lehine olan kararları hayata geçirirler. Yönetenler toplumsal dengeyi sağlamak ve iktidarlarını sürdürmek için elbette işçi sınıfının geçimlik üretimini ve taleplerini dikkate almak zorundadırlar. Bu zorunluluk işçinin bir sonraki gün işinin başına gelerek sermaye birikiminin artırılması için, yani sistemin “sağlıklı” bir şeklide sürmesi için gereklidir. Yönetenlerin durumu da son derece nettir. Yönetenler sermaye düzeninin “aksaksız” şekilde sürmesi için sermaye lehine politikalar uygular.
İşçi sınıfına gelince (yani emek gücünü sermayedara satan tüm emekçiler) toplumda bütün zenginlikleri yaratan kesim olduğu halde yoksulluk ve sefalet içinde yaşamakta ve yönetimde temsil edilememektedir. Potansiyel olarak güçlü konumda olan ve sistemin işleyişinden direkt olarak zarar gören, dolayısıyla sistemi değiştirmede evrensel role sahip olan işçi sınıfı günümüzde neredeyse 19. yüzyıl koşullarında yaşamını sürdürmektedir. Sermaye sahipleri zorunlu ve doğal görevlerini yerine getirmektedir. Sermaye fraksiyonları arasında zaman zaman her ne kadar rekabet yaşansa da bütünsel olarak sistemin devamı için kenetlenmiş konumdadırlar. Yönetenler sermayenin yanında onu rahatlatıcı politikalarını sürdürmektedir. Bunu için konjonktüre göre rızaya dair politikaların yanı sıra zora dayalı politikalar da izlemektedirler. Ayrıca işçi sınıfının güçlendiği koşullarda gerekli tavizleri de vermektedirler. Gerek sermaye gerekse yönetenler politikalarını sanki kapitalist sistemde yaşamıyormuşuz ve sanki toplum sınıflara bölünmemiş gibi göstererek sürdürmektedir. Aynı gemide olunduğu, ortak çıkarlara sahip olunduğu, sermayedarın işçiye istihdam sağlayarak geçimini sürdürmesine katkı sağladığı gibi çarpıtmalar yayılmaktadır. Büyük şirketlere vergi indirimi ya da muafiyet vb. gibi her türlü destek sağlanmakta, şirket iflaslarında devlet tüm desteğini sermayedardan yana kullanmaktadır. Yani zarar toplumsallaşmaktadır. Vergi vb. yollarla toplanan gelirler sermayedara aktarılmaktadır. Karlar ise özel konumdadır. Yani, sermayedara aittir. Gerek sermayedarın gerekse politikacıların ideolojik çarpıtmalarının yanı sıra işçiler arasında birliğin sağlanamaması da işçi sınıfının tarihsel rolünü kısıtlamaktadır. Çeşitli statülerle (işçi, memur, unvan vb.) ve değişik ücret uygulamalarıyla bölünen işçiler arasında sınıfsal davranış yerine kişisel rekabet ön plana çıkmaktadır. Sınıfsal birliğin zayıflatılmasında 1980’ler sonrasında esnek çalışma, taşeron sistemi de önemli rol oynamıştır. Hem bu yolla hem de diğer baskı yöntemleri ve yasal düzenlemelerle sendikalar da zayıflatılmıştır.
Kötücül dünyanın sürüp gitmesinde çıkarı olan sermaye ve yönetenler kesimi görevlerini layıkıyla yerine getirmektedirler. Mevcut durumun radikal eleştirisini yapma ve onu değiştirme potansiyeline sahip olan işçi sınıfı ise hem sermaye ve yöneten kesimin hayati dayatması, yasal düzenleme ve ideolojik yönlendirmeyle karşı karşıya kalmış hem de kişisel rekabet ile ortak davranma eğiliminden uzaklaşmıştır. Toplumda var olan diğer karşıtlıkların (etnik, dini, kimlik vb.) temel çelişki olan emek-sermaye çelişkisinin önüne çıkarılması da işçi sınıfının tarihsel rolü üzerinde kısıtlamalar getirmektedir. Son olarak işçi sınıfının iktidarı için mücadele etme amacında olan sosyalist partilerin dağınıklığı ve işçilerle yeterince bağ kuramaması da işçi sınıfının mücadele alanını daraltmaktadır.
Kapitalist sistem doğası gereği zorunlu olarak insanı alçaltıyor, doğayı kirletiyor. Yönetenler, sermaye düzeninin sürmesi tercihiyle zorunlu olarak politikalarını dayatıyor. Bu kötücül sistemi devirme ve tüm insanlığı yabancılaşmaktan kurtarma potansiyeline sahip olan işçi sınıfı da tüm olumsuz koşul ve konjonktüre rağmen zorunlu olarak işlevini yerine getirecektir.