Sefalet ya da Sefalet: Sermayenin Asgari Ücret Programı

Özgür Orhangazi26 Aralık 2024

Asgari Ücret Tespit Komisyonu Salı gecesi apar topar toplantıya çağrıldıktan sonra 2025 yılı için asgari ücretin yüzde 30 artışla 22 bin 105 TL olarak belirlendiği duyuruldu. 2024 enflasyonunun TÜİK’in hesaplarına göre dahi yüzde 45 civarında gerçekleşeceğini düşünürsek aslında reel olarak asgari ücretteki sert düşüş korunmuş oldu. At gözlüğüyle sadece finansal piyasalara bakanlar ise piyasanın bu orandan memnun olduğunu, artık Merkez Bankası’nın da faiz indirimlerine başlayabileceğini, borsanın yükseleceğini muştulamaya başladılar bile.

Asgari ücret, en basit tanımıyla, bir çalışanın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için güvence sağlayacak en düşük yasal ücrettir. Türkiye’de asgari ücret artık bu tanıma uymamaktadır. Açıktır ki belirlenen bu asgari ücret 2025’te bir çalışanın temel ihtiyaçlarını karşılamasına yetecek bir ücret değildir. Dahası açıklanan bu miktarın, fiyatlardaki süregiden artış hesaba katıldığında, Şubat itibariyle açlık sınırının altında kalacağı görülmektedir.

Asgari ücret, en düşük yasal ücret olmaktan da çoktan çıkmış, özel sektörde çalışan işçilerin önemli bir çoğunluğunun ortalama ücreti haline gelmiştir. Örneğin, DİSK Araştırma Bürosu’nun yayınladığı Asgari Ücret Araştırması 2025 raporu, tüm özel sektör işçilerinin yüzde 48.9’unun asgari ücret yahut asgari ücret civarında bir ücret aldığını bir kez daha gözler önüne sermişti. Bir alt sınır olması gereken bu ücret, artık milyonlarca insanın hayatının üst sınırına dönmüş durumda.[1]

Bu durumdan en fazla etkilenen ise kadın işçiler, çünkü kadın işçiler arasında asgari ücretle çalışma çok daha yaygın. Aynı rapora göre, çalışan kadınların yarısından fazlası ancak asgari ücret seviyesine erişebiliyor. Asgari ücret ve altında ücret alanların oranı genel olarak yüzde 43,6 iken, bu oran kadınlarda yüzde 54,5’e çıkıyor. Öyle ki, asgari ücretin biraz üstünde veya altında ücret alanların oranı da kadınlar arasında çok daha yüksek: Yüzde 57,5.

2021’den bu yana uygulanan ekonomi politikaları, çalışanların sırtına binen yükü her geçen gün ağırlaştırıyor. Nebati’nin enflasyonu patlatan programı, reel ücretleri önemli ölçüde eritmişti. Ancak seçimler yaklaşırken yapılan artışlarla kayıplar bir ölçüde telafi edilmişti. Şimşek programı ise enflasyonu bahane ederek ücretleri daha sert bir biçimde bastırmaya yöneldi.

Bu iki dönemi birbirinden çok farklıymış gibi düşünmek hata olur. Çünkü her iki program da aynı yapısal sorunların ürünü. Döviz açığı, ithalata bağımlılık ve dış sermaye girişlerine bağımlılık, Türkiye kapitalizminin artık kanıksanmış gerçekleri. Düşük faiz politikasından yüksek faiz politikasına geçilmiş olsa da asıl değişmeyen şey, faturanın her zaman çalışanlara çıkarılması.

İktidarın sermaye adına 2021’de devreye soktuğu politikalar Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları ve kısıtları altında şekillenirken esas olarak sermayenin kârlılığını artırmaya, borç sorunlarını hafifletmeye ve şirketler ile varlıklı kesimlere servet aktarımını sağlamaya hizmet etti. Bu politikaların uygulanabilmesi, Türkiye’nin yapısal döviz açığının Merkez Bankası’nın çeşitli yollarla borçlanması, yurtdışı ile swap işlemlerinin kısıtlanması gibi bazı sermaye kontrollerini ve yurtiçi yerleşiklerin döviz talebinin kontrol altına alınmasını gerektirdi.

Bu yaklaşım, 2023’e gelindiğinde yapısal sınırlarına ulaşmış, döviz açığı nedeniyle yüksek faize ve uluslararası finansal sermaye dostu politikalara geçişi kaçınılmaz kılmıştı. Ancak, “rasyonel” olarak adlandırılan yüksek faiz politikası da bu kez “enflasyonla mücadele” retoriği altında, çalışanların ücretlerini baskılamayı merkeze alarak düşük faiz politikası döneminin ücretleri baskılama yaklaşımını tavizsiz sürdürmeye yöneldi.

Bu anlamda, her iki program arasında bir karşıtlıktan ziyade süreklilikten söz etmek gerekiyor.  Bu süreklilik, esas olarak Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine eklemlenme biçiminin ve üretim yapısının ithalata bağımlı olmasının, toplam ihracatının ise genellikle toplam ithalatının altında seyretmesinin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Yani, birbirini takip eden her iki yaklaşım da Türkiye kapitalizminin içine sıkıştığı yapısal sorunlardan, sermaye yanlısı ve yükü genel olarak çalışanlara, emeğe ve doğaya yükleyen politikalarla çıkma çabası olarak görülebilir.[2]

Reel ücretlerin bastırılması ile şirketlerin işgücü maliyetleri düşük tutulurken yurtiçinde üretilen değerin giderek daha fazlasının daha az elde toplanması sağlanıyor. Aynı zamanda, “rasyonel” politikalar adı altında uygulanan faiz ve kur politikalarıyla da ekonominin döviz dengesini sağlamaya çalışırken giderek daha fazla değer uluslararası finansal sermayeye aktarılıyor. 2024’ün ilk 10 ayında uluslararası finansal sermayeye yapılan faiz ve kâr payı ödemelerinin rekor kırarak 23.6 milyar dolara ulaşması da bundan bağımsız değil. Nitekim Şimşek’in, IMF’nin, uluslararası yatırım bankalarının ve kredi derecelendirme kuruluşlarının ağız birliği etmişçesine uzunca bir süredir asgari ücret artışı sınırlı tutulmalı diye demeçler veriyor, raporlar yazıyor olmaları tesadüf değildi.

Sermaye cephesi güçlü, birleşik ve kararlı. Bu cephe, önüne geleni, emekçiyi, emekliyi, küçük çiftçiyi, doğayı, çevreyi, yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikleri yutmakta kararlı. Mesele bu cephenin karşısında birleşik bir savunma hattının örülememiş olmasıdır. Bu durum böyle devam ettiği müddetçe insanlar daha fazla muhtaç hale gelecek, bu muhtaçlık sadaka verir gibi dağıtılan sosyal yardımlarla kanıksatılmaya çalışılacak, umudunu giderek yitiren geniş kesimler göçmen karşıtlığıyla, “Şam’ın fethi”yle oyalanmaya devam edecek, daha fazla genç kurtuluşu çetelerde, mafyada arayacak.

Kapitalist bir ekonomide genel ücret seviyesi, sınıflar arası güç dengesinin doğrudan bir yansımasıdır. Türkiye’de bu güç dengesi, yıllardır emeğin aleyhine işliyor. Ayrım’daki bir önceki yazının sonunda vurguladığım gibi teknik olarak “bugün Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu şartlar içinde dahi emekten ve çevreden yana, çalışanların, emeklilerin ve genel olarak halk kitlelerinin durumunu iyileştirecek politikalar tasarlanabilir. Ancak nihayetinde esas mesele, bu politikaları sahiplenecek güçlü bir hareketin ortaya çıkıp çıkmamasıdır. Bu olmadığı sürece Nebati, Şimşek vs. eleştirileri yazmaya, sistem içi ya da dışı alternatif politika önerileri üretmeye devam etsek de gidişatta pek bir değişiklik bekleyemeyiz.”[3]

[1] https://arastirma.disk.org.tr/?p=12242
[2] “Sermayenin İki Programı”, https://ozgurorhangazi.com/2024/03/12/sermayenin-iki-programi/ ve “Şimşek ‘Programı’ ve Bizi Bekleyenler” https://www.ayrim.org/dosya/simsek-programi-ve-bizi-bekleyenler/
[3] “Şimşek Politikalarının Gidişatı ve Muhalefet(ler)” https://www.ayrim.org/guncel/simsek-politikalarinin-gidisati-ve-muhalefetler/