Saraçhane, İstanbul’un tarihî direniş mekânlarından biri olarak, son dönemde polis şiddetinin en ağır yaşandığı yerlerden biri hâline geldi. Halkın iradesinin gasp edilmesine ve otoriter yönetimin kurumsallaşmasına karşı sokağa çıkanlar, devletin kolluk kuvvetleri tarafından sert müdahaleler, ev baskınları ve tutuklamalarla karşı karşıya kaldı. İstanbul Üniversitesi’nde kurulan ilk barikatın yıkılmasıyla korku duvarının da yıkıldığı bu süreç, öğrenci hareketinin uzun zamandır eksikliğini hissettirdiği gücünü bir kez daha hepimize gösterdi.
Bu direnişte dikkat çeken en önemli gerçeklerden biri, kitlenin büyük çoğunluğunu oluşturan ve en önde mücadele eden genç kadınlardı. Saraçhane’ye gelen kadınlar, yüzünü kapatan, militarist bir estetik benimseyen erkek gruplardan değil; gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz, ancak bir o kadar da politik olarak kararlı ve direngen kadınlardı. Bu görünürlük, “dönemin ruhu” hakkında çok şey söylüyor. Kadınlar, devletin erkek egemen şiddetinin polis copunda, biber gazında, keyfi gözaltılarda nasıl vücut bulduğunu en iyi bilenler olarak yine en öndeydiler.
Kadınlar Devlet Şiddetinin Hedefinde
Kadınların kamusal alanı terk etmesi için her türlü baskıyı uygulayan erkek devlet, Saraçhane’de de aynı yöntemlere başvurdu. Polis, özellikle kadınlara yönelik şiddeti artırarak bir korku iklimi yaratmak istiyor. Kadınlara yönelik polis şiddeti yalnızca fiziksel saldırılarla sınırlı kalmıyor. Erkek devlet, kadınlara karşı daha cinsiyetçi, daha kişiselleştirilmiş ve daha uzun vadeli bir baskı mekanizması işletiyor. Genç kadınların ailelerine şikâyet edilmesi, fotoğraflarının ifşa edilmesi, kimlik bilgilerinin sosyal medyada yayılması gibi yöntemlerle kadınlar hedef alınıyor. Cinsel saldırıya uğrayan kadınları konuşacağız diyen kadınlara soruşturma açılıyor. Daha da ileri giderek, gönüllü kadın avukatların fotoğraflarını pornografik sitelerde dolaşıma sokanlar, doğrudan kadınlara yönelik bir gözdağı verme amacını güdüyor. Bu tür saldırılar erkek eylemcilere neredeyse hiç yöneltilmezken, kadınların ise sistematik bir biçimde maruz kaldığını görüyoruz.
Polisin işkence yöntemlerini cinsiyete göre belirlemesi, mücadelemizin yalnızca siyasal değil, aynı zamanda bedenimize ve varoluşumuza dair bir mücadele olduğunu da gösteriyor. Bu yönüyle Saraçhane, sadece politik bir çatışma alanı değil, kadınların varlığını tehdit eden eril devlet aklının en açık şekilde ortaya çıktığı bir cephe hâline geliyor.
Ancak bu baskılara rağmen, kadınlar korku duvarlarını bir kez daha yıkıyor. Bugün kadınlar yalnızca erkek şiddetine karşı değil, aynı zamanda polis copuna, devletin baskıcı mekanizmalarına karşı da direniyor. Sokaklarda en önde barikat kuran kadınlar, bunu bir tesadüf olarak değil, yıllardır süregelen mücadelelerinin bir parçası olarak yapıyorlar.
Direnişte Kadınlar Önde, Peki Örgütlülük?
Saraçhane’de kadınların sayıca fazla olması ve direnişte en önde yer almasına rağmen, kadın hareketinin örgütlü bir güç olarak devreye girmekte zorlandığını da görmek gerekiyor. Bugün devlet şiddetine en çok maruz kalanların genç kadınlar olmasına rağmen, kadın mücadelesinin direniş anlarında yeterince örgütlü bir yanıt üretememesi ciddi bir sorundur.
Özellikle 2010’lu yıllarda yükselen feminist hareketin, büyük kitleleri harekete geçirme potansiyeline sahip olduğu bir dönemin ardından, bugün sokakta mücadele eden kadınların örgütsüz kalması bir sorun olarak önümüzde duruyor. Kadınlar, patriyarkanın ve devlet baskısının hedefindeyken, kadın hareketinin ortak bir strateji geliştirmekte zorlanması, sokağın enerjisinin kalıcı bir politik etkiye dönüşmesini engelliyor.
Saraçhane’de bariz şekilde görüldü ki, kadınlar sadece cesaretleriyle değil, örgütlü bir enerjinin eksikliğini de hissederek direndiler. Bu da bize şunu gösteriyor: Kadınlar var, çoklar ve en öndeler; ancak kendi mücadele gelenekleriyle temas kuramadıklarında yalnızlaşmaya açık hâle geliyorlar.
Sokaklar Bizim, Mücadeleyi Büyütüyoruz
Kadınların kamusal alanı terk etmesi için her türlü baskıyı uygulayan erkek devlet, Saraçhane’de de aynı yöntemleri devreye soktu. Ancak Saraçhane’den yükselen ses, bu baskılara boyun eğmeyeceğimizi gösteriyor. Polis şiddetine, erkek devletin baskılarına ve neoliberal düzenin kadınları yalnızlaştırma politikalarına karşı, kadın hareketini yeniden örgütlemenin ve en güçlü haliyle sokakla buluşturmanın yollarını bulmalıyız.
Bugün yaşananlar, erkek egemen düzenin kadınları baskı altında tutma politikalarının bir yansımasıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, nafaka hakkına yönelik saldırılar, kadın cinayetlerinin cezasız bırakılması, LGBTİ+’lara yönelik baskılar ve toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının yok edilmesi hep aynı zihniyetin ürünüdür. Saraçhane’de, bu politikaların sokağa nasıl yansıdığını bir kez daha gördük.
Ancak buradan çıkan sonuç, umutsuzluk değil, direnişi büyütme çağrısıdır. Kadınlar, geçmişten bugüne, mücadeleyi omuz omuza örerek bugüne getirdi. 1857’de grevdeki kadın işçilerden 1917’de Çarlık rejimini deviren kadın işçilere, 2010’larda Las Tesis eylemleriyle sokakları dolduran feministlere kadar uzanan bu mücadele, bugün de yükseliyor.
Saraçhane’den yükselen kadınların sesini örgütlü bir biçimde sokağa taşımak, önümüzdeki en önemli görevdir. Yükselen öğrenci hareketine, güçlenen bir kadın hareketini eklediğimizde, Türkiye’deki her taşı yerinden oynatacak bir mücadele yaratacağız.
Bu isyanı sokaklara, meydanlara, iş yerlerine ve okullara taşıyacağız. Erkek devletin baskısına karşı yan yana duracak, barikatları birlikte aşacağız!