Proletaryalaştıramadıklarımız

Can Soyer28 Ağustos 2024

Özellikle tek bir anlamı varmış gibi görünen kelimeler,

onlara çok dikkat etmek gerekir.

Jose Saramago

Alman filozof Heidegger’le başlayalım: “Noksanlık şu demektir: Birbirine-ait-olanın henüz-bir-arada-olmayışı.”[1]

Bu cümledeki sözcüklerin tire işaretleriyle birbirine bağlanmış olmasını gözden kaçırmamak gerekiyor. Çünkü birbirine aitlikleri tam da kendi varlığına içkin olanların “birbirine-ait-oluşu”ndan söz ediliyor. Ve “bir-arada-oluşu” da birbirine-ait-olanların içkin zorunluluğu olarak ileri sürüyor.

Öyleyse, birbirlerine ait oluşları varlığına içkin olanların birbirinden ayrı olması noksanlık dediğimiz durumun tam anlamını veriyor. Onların halihazırdaki ayrılığı da buluşmalarının imkansızlığını değil “henüz” buluşmamış olmalarının altını çiziyor.

Konuya bu kadar dolambaçlı bir giriş yapmamın garipseneceğini tahmin ediyorum, ama son zamanlarda kimlerin işçi sınıfından kabul edilip kimlerin kabul edilmediğini, kimlerin işçi kabul edilseler de fiiliyatta karşı sınıfa ait sayıldıklarını, hangi renkteki yakaların ve meslek gruplarının işçinin hası ya da fosu olarak görüldüklerini okurken bu sözleri hatırlamamak mümkün olmadı. Çünkü, sosyalist hareket gibi birincil görevi ve hedefi “işçi sınıfının birliğini sağlamak” olan bir siyasal-ideolojik çizginin içerisinde işçi sınıfını sürekli bölen ve bu bölünmeyi bir tür devrimci radikalizm olarak benimseyen bir yaklaşımın boy verişini izliyoruz.

İşçi sınıfının; değişik sektörlere, mesleklere, işlevlere ayrılmış, tüm bunlarla birlikte sermaye egemenliğinin manipülasyonlarıyla ideolojik olarak da parçalanmış emekçilerin birliğini; aynı sınıfın parçalarının, yani birbirine-ait-olan’ların birliğini sağlamak için yapılması gerekenler tüm ivediliğiyle bizleri beklerken, bu parçalanmaya bir tırpan daha indiren, kapitalist üretim sürecinin böldüğü işçileri bir de kuramsal arılığın parlak esvaplarını kuşanarak bölen, böylece sosyalist mücadelenin birincil görevini sabote edip birleşik bir sınıf hareketinin imkanlarını çarçur eden bir yaklaşımdan söz ediyoruz.

Noksanın noksan kalmasından memnun olan, hatta yeterince noksan olduğu düşünülmüyorsa daha da ince dilimlere ayıran bir yaklaşım.

Oysa dünyada ve bu ülkede bir sosyalist hareket varsa, onun birincil görevi şudur: İşçi sınıfının birliğinin sağlanması, yani tam da bu noksanlığın giderilmesi; birbirine-ait-olanların ama henüz-bir-arada-olmayanların bir-arada-olmasının mümkün kılınması.

Ne yazık ki, ülkemizin Marksist birikimi ile birlikte sınıf kuramı yazını da son derece çorak. Büyük ölçüde tutarsız, hangi kuramsal kaynaklardan devşirildiği ve ne tür yöntemsel işlemlerle sağlamasının yapıldığı belirsiz, tarihsel ve toplumsal süreçlerin seyri içinde izlenip çözümlenmediği daha ilk adımlarında görünür olan; buna karşılık hamasete yakınsayan süslü cümlelerle, bağlamsız itham ve örneklerden örülü retorik anlatılarla, en kötüsü ise radikalizmin jestlerini taklit eden bir raconla sahne alan bu yaklaşımın da bu çoraklaşmada hatırı sayılır payı olduğunu söylemek gerek.

Hal böyle olunca, işçi sınıfının tanımı, kapsamı, bileşimi; sermaye birikim biçiminin işçi sınıfının yapısı üzerinde yarattığı baskı ve dönüşüm; mavi yakalı-beyaz yakalı, kol emeği-kafa emeği, üretken emek-üretken olmayan emek, küçük burjuvazi ve küçük burjuva ideolojisi, işçi aristokrasisi gibi her biri özel olarak tanımlanmış ve tarihselliği içinde karakterize edilmiş kavramlar; tüm bunlar hakkında şaşırtıcı derecede yanlış iddialar, Marksist sınıf kuramının en temel, en basit, en öncelikli ilkelerini ihlal eden çarpık kanaatler sol fikir dünyasını istila etmiş oluyor. Deyim yerindeyse, sınıf yazınının içinden avuçlayarak seçilip rastgele çevreye saçılan kavramlarla sınıfa, sınıf mücadelesine ve sınıf siyasetine dair tarihsel haklılığı çoktan iflas etmiş, güncel etkisi ise hayli silik kurgular devrimci sınıf siyasetinin mihenk taşı olduğu iddiasıyla ileri sürülüyor.

Öyleyse, sınıfların nasıl tanımlanacağı hem söz konusu yaklaşımlarla tartışmak için hem de Marksist kuramdan faydalanmak için ilk adım olmak zorunda. Sınıf hakkındaki tartışmanın tanım aşamasından sınıf oluşumlarına, sınıf siyasetinin yöntem ve araçlarına, sınıf mücadelesinin tarihselliğine ve siyasallığına uzanması elbette kaçınılmaz; hatta somut çıktıları ve katkıları açısından tartışmanın o kısmı daha önemli. Ancak, sınıfın nasıl tanımlandığı da ona dair mücadele kurgularına biçim veriyor. Dahası, sınıfın tanımı, sınıf siyasetine ve mücadelesine dair yanlış düşünce ve yaklaşımların üremesine de neden oluyor. O yüzden, bu yazıda, tanım aşamasında sınıf tartışmasına yoğunlaşacağız.

Sınıfın Ne’liği

Marksizmin sınıf tanımı hakkındaki ilk sözü, sınıfların ekonomik değil toplumsal olgular olduğudur. Diğer bir deyişle, sınıfların ortaya çıkmasına yol açan ve tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca olduğu gibi kapitalizmde de sınıflar halinde ayrışmış olmamızın arkasındaki etmenler doğası itibariyle toplumsaldır. Nitekim Marx da sınıfları toplumsal işbölümünün sonucu olarak değerlendirir. Bir toplumda çeşitli farklılıklar, örneğin güç, statü ya da zümre farklılıkları da bulunmasına rağmen bunlar farklı kaynaklara sahiptir. Tam da bu yüzden, toplumsal yapı ve ilişkilerin ekonomi tarafından kalıba sokulduğu biçimindeki çarpıtılmış imge tümüyle yanlıştır. Ekonominin bizzat kendisi toplumsal niteliktedir ve onun belirleyiciliği toplum karşısında/dışında olmasından değil toplumsallığından gelir. Wood’un belirttiği gibi[2], Marx’ı burjuva ekonomi politiğinden ayıran üretim tarzını ya da ekonomik ilişkileri toplumsal niteliğiyle kavramasıdır.

Dahası, Marx’ın “iki büyük düşman kampa bölünmüş toplum” biçimindeki meşhur sözleri de ancak sınıfların toplumsal olgular biçiminde kavranması ile anlamlı olur. Zira, kapitalist ekonomi değil kapitalist toplumdur iki büyük sınıfa bölünmüş olan ve sınıfları salt ekonomi düzeyinde aradığımız takdirde hem başka sınıflar bulmak hem de kimi emek türlerinin sınıfsal aidiyetini yakalayamamak mümkün hale gelir. Bunun sonucu da sınıfların kendi iç ayrımlarını bir bütünlük (yani, sınıfın toplumsallığı) içinde kavrayamamak ve belli bir emek türü ve emekçi tipi dışındaki tüm farklılıkları işçi sınıfının dışına itmektir. Tartıştığımız yaklaşımın, muhtemelen, “ilk günah”ı budur.

Sınıfları toplumsal olgular olarak kavramak, beraberinde kimi kuramsal vurguları da getirir. Evet, sınıflar toplumsal olgulardır ve toplum bir bütünlük oluşturarak sınıfların uzlaşmaz karşıtlığını barındırır; karşıtların birliği ancak onu kapsayan bir bütünlük içerisinde anlamlandırılır ve bu bütünlüğü oluşturan toplumdur. Ancak, sınıfların bir bütünlük içerisinde karşıtların birliği biçiminde yer aldığını söylediğimizde henüz özel bir şey söylemiş olmayız. Marx açısından önemli olan bu bütünlük içerisinde sınıflara düşen etkinlik tarzıdır:

Proletarya ve zenginlik, karşıt şeylerdir. Karşıt şeyler olarak bir bütünlük oluştururlar. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır. Sorun, onlardan her birinin bu çelişki içinde hangi belirli yer tuttuğunu bilmektir. Bunlar bir bütünün iki yüzüdür demek, yetmez. (…) Kendi doyumunu kendinde bulan özel mülkiyet, çelişkinin olumlu yanıdır. (…) Proletarya çelişkinin olumsuz yönü, çelişkinin yüreğinde tasa, yok olan ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir. (…) Bu çelişkinin bağrında, demek ki özel mülkiyet sahibi tutucu partidir, proletarya ise yıkıcı parti. Çelişkiyi koruyup sürdüren etkinlik birinciden, yıkıp yokeden etki ise ikinciden kaynaklanır.[3]

İşçi sınıfı, kapitalist toplumda en yoksul ya da en çok haksızlığa uğrayan sınıf olduğu için değil tarihi oluşturan hareketin itici gücü, çelişkinin “olumsuz”, tarihin “kötü” yanı olduğu için insanlığın kurtuluşunun evrensel öznesidir. Bu çelişkide emek ve sermayenin kendiliğinden etkinliği kendi karşıtına dönüşür. Sermayenin sermaye olarak etkinliği emeği, emeğin emek olarak etkinliği ise sermayeyi yeniden üretir ve kapitalist toplum yapısının yıkılması sağlanmadıkça bu döngünün dışına çıkmak imkansızdır. Marx’a göre kapitalizm, “işçinin işçi olarak, kapitalistin de kapitalist olarak durmadan yeniden üretilmesiyle sonuçlanmak zorunda olan şey”dir.[4]

Sermayenin emeği emek olarak yeniden üretmesi, onun emek gücü haline gelmesinin koşullarının yeniden üretilmesinden başka bir anlama gelmez elbette. Emek gücünün yeniden üretilmesinin başlıca koşulları da mülksüzleştirme ve metalaştırmadır. Mülksüzleştirme ve metalaştırmadan söz ettiğimizde ise iki vurgu önem kazanır. Birincisi, mülksüzleştirme ve metalaştırma kapitalizmin doğum evresinde, ilk birikim süreçlerinde bir kez olmuş ve tamamlanmış değil sermaye birikiminin gereklilikleri uyarınca sürekli yeniden deneyimlenen süreçlerdir. Bu süreklilik hem kapitalizmde sınıf mücadelesinin her an yaşanıyor oluşuna işaret eder hem de aynı sürecin her adımda proletarya saflarını büyütüyor olduğunu gösterir. İkincisi, mülksüzleştirme ve metalaştırmanın sürekliliği aynı zamanda sınıfların tarihselliğini, sermaye birikim biçimlerinin baskısı ve şiddeti altında proleterleşmenin yeni alanlara uzanmasını, haliyle tarih boyunca işçi sınıfının bir oluşum halinde devinerek yeni görünümlere kavuşmasını vurgular.

Kısacası, sermayenin emek üzerindeki egemenliği toplumsal bir egemenliktir; yani işçiyi fabrikada sömürmekle sınırlı olmayan, onun içinde işçileşeceği (mülksüzleşeceği ve metalaşacağı) koşulları da süreklileştiren; siyaset, devlet, ideoloji, hukuk, eğitim, kültür, kentsellik gibi emek gücünün yeniden üretimi bağlamında iş gören alanlarda da sağlanan bir egemenliktir. Demek ki, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki egemenliği ekonomik alanın ötesinde siyasal ve ideolojik alanlarda da sağlanıyorsa (bir bütün halinde toplumsalsa yani) emeğin sermayeye karşı mücadelesi de ekonominin, siyasetin ve ideolojinin bir bütünlük halinde kavranabildiği toplumsal nitelikte olmalıdır.

Çıkış noktamızı hatırlarsak, sınıfların, özel olarak da işçi sınıfının salt ekonomi alanında tanımlanamayacağını tekrarlamış oluyoruz aslında. Dahası, sınıfları toplumsal olgular değil de ekonomik olgular olarak görenin burjuva ekonomi politiği olduğunu, bu yaklaşımın ekonomi ile toplumu birbirinden ayırmak, ekonomideki eşitsizlikleri toplumdaki yurttaş kimliği gibi soyut kategoriler içinde buharlaştırmak gibi amaçlara hizmet ettiğini de söyleyebiliriz. Bunun karşısında Marksizmin önermesi, sınıfları ve sınıf mücadelesini salt ekonomi alanındaki çatışmalarla sınırlamamak, onu bütünlüğü, yani toplumsallığı içinde kavramak, mücadelede de bu bütünlükten kopmamak yönündedir.

Kim Bu İşçiler?

Elbette, Marksizm sadece işçi sınıfın ne’liğini ortaya koymakla kalmaz. Aynı zamanda işçi sınıfının kapitalizmdeki yerini, onun farklı görünümlerini, sınıf bileşimini ve dönüşümünü, sınıf bilinci ve sınıf siyasetini de konu alır. Çünkü sadece sınıfın tanımı değil, sınıf mücadelesinin tanımı da bu başlıkların her birini kat eder.

Marx, proleterleşme sürecini iki mekanizma üzerinden inceler: Emeğin özgürleşmesi ve mülksüzleştirilmesi. Emeğin özgürleşmesi, işçinin, meta mübadelesinden kaynaklananlar dışında hiçbir bağımlılık ilişkisine tabi olmaması anlamına gelir. İşçinin sahip olduğu emek gücünü özgürce piyasaya sunabilmesi, kendi emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilmesi gerekir, ki sermaye sahibi ile meta mübadelesi kapsamında karşı karşıya gelebilsin. Marx’ın ikinci koşul olarak saydığı mülksüzleştirme ise, işçinin emek gücünü satmak dışında hiçbir geçim olanağına sahip olmamasını anlatır. Öyle ki, işçinin elinde piyasaya meta olarak sunabileceği ve karşılığında bir gelir elde edebileceği yegane varlığın kendi emek gücü olması gerekir.

Demek ki, parasının sermayeye dönüşmesi için, para sahibinin meta piyasasında özgür işçiyi hazır bulması gerekir; burada özgürlük iki anlama gelir: birincisi, bu kimse meta olarak kendi emek gücü üzerinde özgür bir kişi olarak tasarrufta bulunabilmeli; ikincisi, satabileceği başka metalar bulunmamalı, kendi emek gücünü gerçekleştirmesi için gerekli olan her şeyden yoksun, özgür olmalıdır.[5]

Böylelikle kapitalist üretim sürecinin genel çerçevesini çizen ayrışma sağlanmış olur: Bir yanda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan sermaye sınıfı ile diğer yanda geçinebilmek için emek gücünü satmak zorunda olan işçi sınıfı. Bu ayrım, kapitalizmin ve sınıflar arasındaki sömürü ilişkisinin de zorunlu koşuludur ve “kapitalist üretim, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeniden üretir.”[6] Eğer böyleyse, kapitalist üretim sürecinin en başta gelen özelliği, işçinin ürettiği değere sermaye sahibinin özel mülk olarak el koyması olur. Yani üretim sürecinde yaratılan değer, onu üretenin değil, sermaye sahibinin malı haline gelir. İkinci özellik de işçinin, emek gücünü sattığı sermaye sahibinin yönetimi altında çalışmasıdır. Üretimin hangi koşullarda, hangi hedeflerle ve hangi yordamlarla yapılacağına sermaye sahibi karar verir. Bu anlamda, kapitalist üretim süreci, değere sermaye sahibinin el koyduğu ve işçinin sermayenin yönetimi altında çalışmak zorunda olduğu bir süreçtir.[7]

Üretim süreci içindeki uzmanlaşmayı, farklı üretim birimlerinin koordine edilmesine yarayan işlev farklılaşmalarını, ürünün piyasaya sürülmesi sürecinde gerekli olan çeşitli emek türlerini ifade eden teknik işbölümünden farklı olarak, toplumsal işbölümü üreticiler ile üretim araçlarının ayrışmasını ve üretimin sonuçlarının özel mülk biçiminde ele geçirilmesini ifade eder. Bu açıdan, sınıf ilişkileri nesnel bir nitelik taşır. Yani bir sınıf ilişkisinde olup olmadıklarına dair bilincinden, içinde bulundukları sınıfsal ilişkileri anlamlandırma tarzından ya da bir sınıfın üyesi olduğunun farkına varıp varmamasından bağımsız olarak insanlar belirli sınıf konumlarına sahiptir.[8]

Bütün bunların her bir toplumsal formasyonda farklı özgül biçimlere bürüneceği açık olsa da üretim tarzı düzeyinde kapitalist üretim sürecinin ve sınıflar arasındaki ilişkinin genel tanımı budur. Ve Marksizm sınıfı, servetin eşitsiz dağılmasından ya da gelir adaletsizliğinden önce, sömürüyü mümkün kılan ve yeniden üreten ilişkilerden hareketle tanımlar. Marksizmde sınıf kuramının odak noktası, “toplumsal ilişkinin kendisinde, mülk sahipleri ile üreticiler arasındaki ilişkinin dinamiğindedir; toplumsal ve tarihsel süreçlerin kaynağı olan zıtlıklarda ve çelişkilerdedir.”[9] Benzer biçimde, Marx’ın kuramında sınıflar, hangi meslek gruplarını kapsadığından çok hangi toplumsal ilişkilerin sonuçları olduğu açısından ele alınır. Bir kez daha, sınıfların gelir durumları ya da yoksulluk düzeyleri değil, sınıfları üreten ve yeniden üreten sömürü ilişkileri öncelik taşır. Marx’a göre bu ilişkiler temelde mülksüzleştirme ve üretilen değere özel mülk olarak el konulmasına dayanır. Diğer bir deyişle, kapitalist üretim süreci artık değer sömürüsü üzerinde temellenir. Bu nedenle de somut görünümleri hangi biçimi alırsa alsın artık değer üretimine katılan toplum kesimleri sınıf kavramıyla ele alınır.

Kapitalizmde, demek ki, emeğin işlevi artık değer üretmek, bununla aynı anlama gelmek üzere kapitalist üretimin koşullarını da yeniden üretmektir. Kapitalist üretimin koşulları ise sadece emek sürecinden ibaret kalmayıp belirli bir toplumsal işbölümü tarzını ifade eder. Dolayısıyla kapitalist üretim tarzının yeniden üretilmesi ekonominin, siyasetin ve ideolojinin bütününde gerçekleşen bir süreçtir.

Kolektif Emekçi

Kapitalist üretim sürecinde teknik işbölümünün karmaşıklaşması ve üretim ölçeğinin genişlemesi gibi nedenlerle, üretilen meta tek bir emekçinin eseri olmaktan çıkar. Emek sürecindeki el birliğinin genişlemesiyle birlikte, bireysel işçiler metanın üretimine farklı noktalarda katılarak emeklerini ürüne aktarır. Sonuçta ortaya çıkan meta, tek bir işçinin değil, kolektif emekçinin ürünü olur. Kolektif emekçi kavramı Marksist sınıf kuramının önemli kavramlarındandır ve metanın içerdiği emeğin çeşitliliğinin ötesinde artık değer üretimine katılan emek türlerinin, bu anlamda da işçi sınıfının kapsamının belirlenmesinde önemli bir ölçüt olarak iş görür. Ayrıca üretken emek ile üretken olmayan emek ya da beyaz yakalı emek ile mavi yakalı emek türünden ayrımları, işsizler ile vasıflı emekçilerin sınıfsal konumlarını, hatta ev içi emek/bakım emeği[10] üzerinden kadınları hedef alan sömürünün mekanizmalarını belirlemekte de kolektif emekçi kavramına başvurmak gerekir.

Bizi kolektif emekçi kavramına götüren çözümlemenin temelinde ise Marx’ın kapitalist üretimi emek süreci ile değerlenme sürecinin birliği olarak görmesi yatar.[11] Kapitalizmde üretilen ne salt üründür ne de yalnızca metadır. Haliyle sınıfın kapsamını ya da bileşimini belirlemek açısından işçinin ne ürettiğinin hiçbir önemi bulunmaz. Kapitalizmde işçiden beklenen özgül ürün artık değerdir. Emek sürecinde ortaya çıkarılan metanın içerdiği artık değerin sermayeye kar olarak geçmesi içinse değerlenme sürecinin kat edilmesi gerekir. O halde, Marx açısından üretken emek, artık değerin gerçekleşmesi sürecine katılan tüm emek türleri için kullanılabilecek bir kavramdır. Nitekim Marx, kapitalist üretim sürecinin içinde farklı farklı işlevler gören, “birisi daha çok eliyle, ötekisi daha çok kafasıyla, birisi manager, engineer, teknolog vb. olarak ötekisi overlooker olarak, üçüncüsü doğrudan el işçisi, hatta düpedüz el ulağı olarak”[12] çalışan emek türlerinin üretken emek kapsamına girdiğini vurgular.

Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, özünde artık değer üretimidir. İşçi, kendisi için değil, sermaye için üretir. Bundan dolayı, artık genel olarak üretimde bulunması yetmez. Artık değer üretmek zorundadır. Yalnızca, kapitalist için artık değer üreten ya da sermayenin değerlenmesine hizmet eden işçi, üreticidir.[13]

Üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrımın sadece ürünün kendisine bakılarak yapılması büyük bir hata olur. Esas dikkat edilmesi gereken nokta artık değer sömürüsü, yani emek ile sermayenin üretim sürecinde kurduğu ilişkinin kendisidir. Kapitalist üretimin amacı meta değil de artık değerse, üretken emek de artık değer üreten emek olacaktır; artık değerin üretimi ise, teknik işbölümü ve el birliği nedeniyle tek bir işçinin elinde gerçekleşmez, metaya farklı süreçlerde ve farklı işlevlerle birçok emekçinin emeği girer ve haliyle bu farklı emek türlerinin her biri artık değerin üretilmesine katkı koymuş olur. Dolayısıyla, hangi biçimde olursa olsun sermayenin üretim ve değerlenme sürecine katılan tüm emek türleri üreticidir.

Marx için emeğin üretken olup olmadığı konusundaki ölçüt, emeğin para olarak parayla mı yoksa sermaye olarak parayla mı mübadele edildiğidir.[14] Emeğin türü ya da emekçinin mesleği, karşılığında mübadele edildiği şeyin niteliğine göre üretken ya da üretken olmayan sayılır. Marx bu duruma bahçıvanlık ve terziliği örnek gösterir. Buna göre, bir bahçıvan ya da terzi emeğini ücret karşılığında bir müşteriye de satabilir, yönetimi altında çalıştığı bir sermaye sahibine de. Her iki durumda da bahçıvan ya da terzi çalışandır, ancak emeğini müşteriye sattığında üretken olmazken, sermayenin değerlenmesi sürecine kattığında emeği üretken olur. Demek ki üretken olan ile olmayan emek arasındaki fark emeğin sermaye üretip üretmemesi, sermayenin değerlenme sürecinin bir uğrağı olup olmamasıdır. Birinde sermayenin değerlenmesi için artık değer üreten emek, diğerinde bir müşteriye hizmet olarak sunuluyordur. Birinde emek, sermaye olarak parayla mübadele edilirken, diğerinde para olarak parayla mübadele edilir.[15]

O halde, Marx, toplumda emeğini sermayeye satmak yerine bir müşteriye hizmet olarak sunan meslek ve emek türlerinin varlığını kabul eder. Bunlar, henüz kapitalist üretim tarzının boyunduruğuna girmemiş, ama kapitalizmin genişlemesiyle onun buyruğuna girmek zorunda kalacak olan işleri kapsar. Marx’ın “selfemploying labourer” ya da “kendi kendinin ücretli işçisi” dediği bu kesimlerin önemli bir kısmı önceki üretim tarzlarından kalan ve sermayenin rekabetçi egemenliği altında varlığını korumaya uğraşan emek türleridir. Yanı sıra, teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni emek türlerinin bazıları da bu kapsamdadır. Genel olarak mesleki bilgi, tecrübe, yaratıcılık gibi niteliklerini müşteriye sunan bu emek türleri klasik ya da güncel görünümleriyle küçük burjuvazi olarak da adlandırılabilir.

İşlevler: Yönetim, Denetim, Üretim

Şimdi, kapitalist üretim sürecinin bir başka özelliğine, yani üretimde yönetim ve denetim işlevlerine gelebiliriz. Kapitalist üretim sürecinin karmaşıklaşmasıyla bu işlevlerin yerine getirilmesi de farklı uzmanlık dallarının ve mesleklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Haliyle, bu uzmanlık dallarının ve mesleklerin sınıfsal konumu da tartışma konusu haline gelmiştir. Özellikle de mühendislik, muhasebe, planlama gibi işlevleri yerine getiren emek türlerinin işçi sınıfına dahil olup olmadığıdır burada tartışılan.

Marx’a göre sermaye sahibinin yönetimi, asla sadece teknik bir konu değildir. Bu yönetim, “toplumsal bir emek sürecinin sömürüsü için gerekli” ve “sömüren ile sömürüsünün ham maddesi arasındaki kaçınılmaz karşıtlığın zorunlu kıldığı” bir işlevdir.[16] Dolayısıyla, kapitalistin yönetiminin amacı artık değer sömürüsünü ve onun koşullarını yeniden üretmektir. Bununla birlikte, kapitalist üretim sürecinin teknik işbölümü çerçevesinde de denetim altında tutulması gerekir. Belirli bir eğitim ya da tecrübeye dayanan mesleki uzmanlıkların işe koşulduğu teknik işbölümündeki denetim, artık değerin gerçekleşmesi süreci açısından vazgeçilmezdir. Ancak yönetim işlevinden farklı olarak denetim işlevini yerine getiren emek türü, denetimi altındaki emekçilerle zorunlu bir karşıtlık ilişkisi içinde değildir. Denetimini üstlendiği emeği sömürmemekte, aksine eğitim ya da tecrübe ile edinilmiş mesleki birikimi metaya aktararak artık değer üretimine dahil olmaktadır.

Sınıfın toplumsal işbölümüyle ilgili bir ayrışmayı ifade ettiği hatırlanırsa, teknik işbölümüne bağlı bu emek türlerinin de ancak sınıf içi bölünmeleri ya da katmanları yansıttığı söylenebilir. Bu anlamda mühendislik, muhasebe, planlama gibi denetim işlevlerini üstlenen emek türlerinin, artık değerin üretimine emek güçleriyle katıldığı, dolayısıyla işçi sınıfının bir parçası olduğu açıktır. Buna göre yönetim işlevini üstlenenler, sermaye birikim sürecini ilgilendiren kararların alınmasını da kapsayan bir idari kapasiteye sahiptir ve kendi çıkarları sermayenin genişlemesiyle özdeşleşmiş dar bir tabaka olarak sermaye sınıfının parçasıdır. Buna karşılık, sermaye birikimi süreci hakkında hiçbir idari tasarrufu bulunmayan, sadece üretim sürecinin teknik denetimini yerine getiren mesleki uzmanlıklar, artık değerin gerçekleşmesine emek güçleriyle katılan bir emek türü olarak işçi sınıfının parçasıdır.[17]

Üretken ve üretken olmayan emek tartışmasında olduğu gibi, denetim işlevi üstlenen emek türlerinin sınıfsal aidiyeti konusunda yaşanan karışıklığın da bir nedeni işçi sınıfını imalat sektörüyle sınırlandırma yönündeki yanlış eğilimdir. Bu eğilim işçi sınıfını “kol” emeğiyle çalışır olarak resmedip “kafa” emeğiyle çalıştığı varsayılan emekçileri de işçi sınıfının dışına itmektedir. Oysa geçmişte olduğu gibi günümüzde de hizmet sektörünün taşımacılık, turizm, perakende gibi pek çok dalında “kol” emeği harcanmaktadır. Tersinden, imalat sektöründe de muhasebe, insan kaynakları, reklam gibi iş dallarında “kafa” emeğiyle çalışan emekçiler bulunmaktadır. Dolayısıyla, işçi sınıfını kol emeğiyle ve imalat sektörüyle sınırlandırma yönündeki eğilimler ampirik olarak bile birçok aykırılığı açıklamaktan uzaktır. Oysa sınıf, bir emek türü değil, bir toplumsal ilişkidir. Marksizme göre, farklı meslek dallarında olsalar da aynı toplumsal ilişkinin aynı tarafında konumlananlar tek bir sınıf oluştururlar. Sadece imalat sektörü değil, artık değerin gerçekleşmesi sürecinde kat edilen tüm sektörel güzergah bu kapsamdadır.

Öyle ki, artık değerin gerçekleşme sürecine emek gücüyle katılmayan, sadece tüketici olarak yer alan işsizler de işçi sınıfının bir parçasıdır. Proletaryanın bir bütün olarak sermaye sınıfına ait olduğunu söyleyen Marx, işçinin sermaye sahibine sattığı şeyin gerçekleşmiş emek değil, emeğin kapasitesi, yani emek gücü olduğunu ısrarla belirtir. Diğer bir deyişle, emek ile sermaye arasındaki mübadelede emek tarafından değişime sürülen şey “ödemesi – sözgelimi – 20 yıl süren, tüm çalışma kapasitesi”dir.[18] Henüz herhangi bir sermaye sahibi ile sözleşme imzalamamış, bu anlamda emek sürecine fiilen dahil olmamış işsiz emekçi, tam da emek gücü satıcısı niteliğiyle kapitalist üretim sürecinin tüm yasalarının egemenliği altına girmiştir.

Toplumsal açıdan bakıldığında, işçi sınıfı, doğrudan doğruya emek sürecine katılıyor olmasa bile, sermayenin cansız iş aleti kadar tamamlayıcı bir parçasıdır. İşçinin belli sınırlar içinde kalan bireysel tüketimi bile sermayenin yeniden üretim sürecinin bir unsurundan başka bir şey değildir.[19]

Görüldüğü gibi emekçi, mülksüzleştirme süreçlerinin sonucunda geçimini sağlamak için emek gücünden başka satacak hiçbir şeye sahip değildir. Emek gücünün fiilen satılmış olup olmamasından önce, üretim araçlarından koparılmış ve salt emek gücü satıcısı konumuna gelmiş olması geçerlidir. Ayrıca yedek sanayi ordusunun varlığı, çalışan emekçiler üzerindeki ücret baskısını ve üretim sürecinin disiplin altına alınmasını artıran bir işlev de görerek artık değerin gerçekleşmesi sürecine katkıda bulunur. İlaveten, kapitalistler arası rekabette kazanılacak başarılarda da yedek sanayi ordusunu büyüten kitlesel işten çıkarmalar etkilidir. Marx’ın sözleriyle söylersek, kimin daha çok sanayi erine yol vereceğinin belirleyici olduğu kapitalistler arası savaşta, “çarpışmalar, işçi ordusunun askere alınmasından çok, terhis edilmesiyle kazanılır.”[20] Dolayısıyla, işsizlik kapitalizm açısından bir sorun değil, onun yapısına içkin bir özelliktir. Ve yedek sanayi ordusunu oluşturan işsiz emekçiler de en az üretken emekçiler kadar işçi sınıfına aittir.

Sınıf ve Sınıfsallık

Şimdiye kadar sınıfın tanımı ve kapsamı konusunda klasik kuramın ana hatlarını özetledik. Bu yüzeysel özete bakıldığında bile, sınıfı salt ekonomi alanındaki ilişkiler üzerinden tanımlamanın; onu imalat sektöründe kol emeğiyle çalışan işçilerle sınırlamanın imkanı olmadığı görülebilir. Dahası, sınıfın toplumsal bir olgu olması ve kolektif emekçi niteliğiyle farklı emek, meslek, işlev, gelir türlerini bünyesinde birleştirmesiyle, sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi, üretim sürecini aşan ve tüm toplumsal yapıya taşan bir nitelik kazanır. Bu anlamda, sınıf ilişkileri üretim sürecini olduğu kadar emek gücünün yeniden üretimi sürecini de koşullandırır. Emek gücünün yeniden üretimi süreci bu nedenle sınıf mücadelesinin ihmal edilemeyecek denli önemli bir alanıdır.

Marx’a göre emek gücünün yeniden üretimi biri fiziksel, diğeri ise tarihsel iki kısımdan oluşur. Fiziksel kısımdaki en alt sınır, emekçinin yeniden çalışabilecek duruma gelmesi ve proleter ailesini ayakta tutarak yeni işçiler üretmesi için gerekli olan gereksinimlerin karşılanmasına denk gelir. Tarihsel kısımda ise, emekçilerin içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerin ve uygarlık düzeyinin koşulladığı yaşam beklentileri söz konusudur. Demek ki, “emek gücünün değeri de, diğer herhangi bir meta gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda yeniden üretimi için gerekli emek-zamanla belirlenir.”[21] Ve her metanın üretiminde olduğu gibi, sermaye sınıfının amacı emek gücü metasının yeniden üretim maliyetini olabildiğince düşürmektir.

Zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır.[22]

Emek gücünün özel bir meta olması, yani belirli bir “uygarlık düzeyi” ile “yaşam beklentisi”nin kesiştiği bir niteliğe sahip olması, “tarihsel” ve “manevi” unsurlar da barındırması yeniden üretim maliyetini düşürmek için siyasal ve ideolojik müdahalelerin işe koşulmasını gerektirir. Siyasal ve ideolojik müdahalelerle ortalama uygarlık düzeyi ve yaşam beklentisi ne kadar aşağıya çekilirse, sermaye sınıfının emek gücünün yeniden üretimine ayırmak zorunda olduğu maliyet de o kadar düşer. Tam da bu nedenle, sınıf mücadelesi üretim sürecini aşıp yeniden üretim sürecine de taşar, hatta emek gücünün yeniden üretim süreci sınıf mücadelesinin en şiddetli cephelerinden biri haline gelir.

İşte sınıf çıkarlarının sınıf hareketliliğine dönüşmesi de siyasal ve ideolojik koşulların bu dolayımıyla gerçekleşir. Bir sınıf hareketi, her zaman, içinde gerçekleştiği toplumsal formasyonun siyasal ve ideolojik dinamiklerinin koşullandırmasıyla oluşur. Yani, sınıf hareketinin kaynağı kapitalist üretim ve emek gücünün yeniden üretimi süreçleri bağlamındaki somut çatışmaların siyaset ve ideoloji tarafından koşullandırılmasıyla ortaya çıkan sınıf kapasitesidir.

Sınıf mücadelesi, meta üreten emek etkinlikleri hakkında olduğu kadar, kapitalist toplumsal ilişkileri üreten ve yeniden üreten siyasal, hukuksal, ideolojik koşullar hakkındadır da. Bu nedenle, “sınıflar arasındaki mücadele, sınıflar arasındaki ilişkileri yaratan, yeniden üreten, dönüştüren ve bunlar arasında diyalektik bir bağ kuran tüm süreçlerden oluşur.”[23] Üretim sürecindeki çatışmalarla karşı karşıya gelen grupların mücadelesi olmanın ötesinde, mevcut toplumsal ilişkilerin sürdürülmesine ya da dönüştürülmesine yönelik her türlü pratiği içerir. Dolayısıyla, sınıf mücadelesi toplumsal ilişkiler ağının tümüne yayılmış haldedir. Sınıf mücadelesi denildiğinde ekonomiden siyasete kerte kerte geçişlerle yükselen bir şey değil, bu kertelerin her birinde farklı biçimlerde somutlaşan bir dinamik kast edilmektedir.

O halde, Çulhaoğlu’nun sözleriyle söylersek, “sınıf çıkarının, doğrudan doğruya bu çıkarın gerçekleşmesi yönündeki sınıf eylemlerine yol açacağı söylenemez. Sınıf çıkarlarının sınıf eylemliliğine yol açması, sınıf kapasitesine bağlıdır.”[24] Sınıf kapasitesi, belirli çıkarları olan bir sınıfın, bu çıkarlar doğrultusunda harekete geçmek için gereksinim duyduğu kaynaklara ne ölçüde ulaşabildiğini, eylemliliğini engelleyen ya da teşvik eden toplumsal koşulların neler olduğunu, ülkenin geçmişten geleceğe uzanan siyasal ve ideolojik biçimlenişinin sınıf ilişkileri üzerindeki etkilerini anlamaya yarayan bir kavramdır. Sınıf kapasitesini belirleyen ise, sınıf konumu ile sınıf oluşumunun özgül eklemlenmesi, diğer bir deyişle, nesnel sınıf konumlarının somut bir toplumsal formasyonun siyasal ve ideolojik koşulları içerisinde deneyimlenme tarzıdır.

O halde, sınıf eylemliliği dolaysız olarak sınıf çıkarlarından; siyaset de sınıfın kendisinden kendiliğinden doğmaz. Bunların kaynağı nesnel konumlarıyla sınıflar değil, gündelik deneyimi yapılandıran sınıfsallıktır. Thompson’un “sınıf oluşumu belirlenme ile öz-faaliyetin kesişme noktasında ortaya çıkar”[25] sözünün anlatmak istediği de budur. Sınıfsallık, bir yandan sınıf konumlarının, bir yandan da bu konumların somut bir toplumsal formasyonda deneyimlenme tarzlarının bütünleşik etkisini ifade eder. Sınıfsal konum deneyime maddi temelini verir; deneyim ise sınıfsal konuma özgül kapasitesini. Bu da bizi tekrar, sınıfların salt ekonomik bir sonuç olmadığı, özgün tarihsel ve toplumsal koşulların ürünleri olarak gerçek bir varlığa sahip oldukları düşüncesine götürür.

Çünkü emek gücünün yeniden üretimi cephesinde verilen sınıf mücadelesinde, sadece üretim sürecindeki sömürünün ötesinde, “uygarlık düzeyi” ve “yaşam beklentileri”ni de koşullayan siyasal ve ideolojik çatışmalar söz konusudur. Bu zeminde yürütülen sınıf mücadelesi toplumsalın tümüne yayılmak, üretim süreci kadar egemenlik mekanizmalarını da karşısına alarak siyasal ve ideolojik bir nitelik kazanmak durumundadır. Lenin’in “dışarıdan bilinç” kavramının dayanağı da budur ve esas olarak, devrimci bir sınıf bilincinin üretim sürecinin içinden hareketle üretilemeyeceğini, toplumsal ilişkileri siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bir bütünlük olarak kavrayan bir yaklaşımdan üretilebileceğini söylemektedir.

Sonuç

Sınıf siyaseti, aynı zamanda, bu siyaseti örgütleyen ve hayata geçiren siyasal özneleri de ifade ettiği ölçüde, farklı tarzlar ve öncelikler belirlenmesinde garipsenecek bir durum yok. Diğer bir deyişle, her siyasal özne kendi dünya görüşüne, programatik çizgisine, önceliklerine bakarak sınıf siyasetine dair kurgusunu geliştirecektir. Burada sunduğum yaklaşım da sınıf siyasetine dair bir kurguya bağlanır elbette. Nitekim, zaman zaman “kentli emekçiler” kavramıyla çerçevesini çizmeye çalıştığımız mücadele kurgusu da böyledir. Ancak farklı kurguların meşru olması bir şey, bu kurguları gerekçelendirmek için Marksist kuramın ağır biçimlerde ihlal edilmesi başka bir şey.

“Kentli emekçiler” kavramıyla anlatılmak istenen, büyük kentlerde geniş bir sektörel dağılım gösteren işçi sınıfıdır. Kabak tadı veren bir yakıştırmanın aksine, “kentli emekçiler”le sadece plaza çalışanı emekçiler anlatılmamakta; bürolardan mağazalara, şantiyelerden marketlere, kuryelerden mühendislere kadar son derece geniş bir emekçi topluluğu kast edilmektedir. Bu emekçi topluluğunun ilk özelliği, elbette, hayatını sürdürmek için emek gücünü satmak dışında bir imkana sahip olmamaları, yani tanımın birinci düzeyinden itibaren işçi olmalarıdır. Ancak, onları aynı zamanda “kentli” nitelemesiyle ortaklaştıran husus, yine kolay yoldan itham edildiği gibi “okumuş” ya da “elit” oldukları varsayımı değil, içinde yer aldıkları üretim ve emeğin yeniden üretimi süreçlerinin mekânsal olarak yakınsamasıdır. Bu mekânsal nitelik, sınıf mücadelesinin veçheleri olarak görebileceğimiz üretim ve emeğin yeniden üretimi süreçlerini birbirine yaklaştırarak siyasal içeriği baskın bir sınıf hareketliliğinin oluşmasına güçlü bir itki kazandırabilir. Kuşkusuz, bu söylenen, sosyalist hareketin hem sınıfla buluşması hem de radikal bir siyasal kulvar inşa edebilmesini amaçlayan gayretin denemelerinden biridir.

İşçi sınıfının (öyle azınlık da sayılamayacak) bu kesimlerine dair sosyalist hareket içerisinde geliştirilen alerjinin kuramsal kaynaklarını değerlendirmeyi başka bir yazıya bırakalım. Burada Sorel’den Poulantzas’a, uvriyerizmle ekonomizmin vasat bir sentezinden anarko-sendikalizm ile operaismo’nun yavan işbirliğine uzanan geniş bir alan söz konusu. Ancak en azından kavram seçer ve saçarken, o kavramların tarihselliğine, hangi süreçlerde ve hangi olguları karşılamak için geliştirildiğine, karşıladığı süreç ve olguların günümüze erişip erişmediğine, hatta bu kavramları doğru anlamlarıyla kullanıp kullanmadığımıza daha fazla dikkat göstermek gerektiğini söyleyebiliriz.

Aksi takdirde, tam da mavi yakalı işçilerin en vasıflı diliminin sermayenin sağladığı maddi ödünler ile düzene bağlanmasını anlatan “işçi aristokrasisi” kavramını kapitalist emek piyasasında biraz daha yüksek ücretle emek gücünü satabilen beyaz yakalı işçiler için kullanmak gibi garabetler yaşanabiliyor. Ya da yüz yıl önce kitle eğitimine erişme şansları olmayan emekçilerin bu kavram ve kanaatlerin geliştirildiği döneme kıyasla adlı adınca eğitimli sayılabileceğini, sınıfın bileşiminde “okumuş” emekçilerin oranının tarih boyunca arttığını ve sınıf aidiyetinin eğitim durumuyla hiçbir ilgisi bulunmadığını unutarak; tarihsel karşılaştırmalar ve kuramsal kaynaklarla rahatlıkla kavranabilecek bütün bu sonuçları yok sayarak salt radikalleştirilmiş kanaatlerle konum inşa edilebiliyor. Yığın yığın emekçiler, kalem erbaplarının aforizmaları marifetiyle işçilikten atılabiliyor.

Oysa, tüm bunlardansa, sınıfı kendi bütünlüğü ve tarihselliği içerisinde görmek ve sosyalist hareketin birincil görevinin peşine düşmek en doğrusu: İşçi sınıfının birliğini sağlamak. Kuramda olduğu kadar tarihte de, fabrikada olduğu kadar ofiste de sömürünün ortak deneyimini yaşayan işçilerin, bu ortaklık yoluyla birbirine ulaşmasını kolaylaştırmak. Birbirine-ait-olanların bir-arada-olmasının yollarını açmak.

Bir sınıf siyasetine yıkıcı gücünü, radikal yüzünü ve devrimci yönünü verecek ilk şey bu birliği sağlamak çünkü.

[1] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Çeviren: Kaan Öktem, Alfa Yayınları, İstanbul, 2021, s. 365.
[2] Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı – Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, Çeviren: Şahin Artan, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s. 40.
[3] Karl Marx ve Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 2009, s. 61-62.
[4] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul,2019 s. 60.
[5] Karl Marx: Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, Çeviren: Mehmet Selik – Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2012, s. 171.
[6] a.g.e., s. 687.
[7] a.g.e., s. 188.
[8] Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, Yordam Kitap, İstanbul, 2014, s. 68-69.
[9] Ellen M. Wood: Kapitalizm Demokrasiye Karşı, s. 96.
[10] Sınıf kuramına büyük katkılar yapan kadın çalışmalarıyla birlikte ev içi emek ya da bakım emeği konusu da hak ettiği analitik değeri buluyor. Sermaye açısından bir maliyet kalemi olan emek gücünün yeniden üretimi sürecine karşılığı ödenmemiş bir emek türü olarak dahil olan ev içi emek ya da bakım emeği, tam da bu niteliğiyle artık değerin gerçekleşmesi sürecine dolaylı yoldan katılmış olur. Haliyle bu emek türleri, önsel olarak mülksüzleştirilmiş ve emek gücü satıcısı halinde sermayenin karşısına çıkmak zorunda bırakılmış olmasının ötesinde, sermayenin artık değer oranını artıran karşılığı ödenmemiş emek olarak da “kolektif emekçi”nin bir parçası biçiminde değerlendirilmek durumundadır.
[11] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 760.
[12] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 801.
[13] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 486.
[14] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 808.
[15] Bu noktada kamu çalışanlarının sınıfsal konumu tartışmaya açılabilir. Bir dipnotta açıklanması imkansız olsa da devlet aygıtının çalışması hakkında idari bir kapasiteye de sahip olan bürokratlar dışındaki kamu çalışanlarının da işçi sınıfının parçası oldukları söylenmeli. Öncelikle, üretim araçlarından kopmuş olmaları bağlamında mülksüzleştirildikleri ve emek piyasasında “satıcı” konumunda yer almak zorunda oldukları için “kolektif emekçi”nin parçasıdırlar. Ayrıca, kamu kurumlarında öğretmenlik, hekimlik, memurluk gibi işleri yapan emekçiler, esasında sermaye için bir maliyet kalemi olan emek gücünün yeniden üretimi sahasında iş görürler ve bu anlamıyla artık değerin gerçekleşmesi sürecine dolaylı yollarla katılırlar. Emekçinin ücretini sermaye sahibinden değil “kolektif kapitalist” diyebileceğimiz devletin gelirlerinden alması onun işçilik niteliğini değiştirmez.
[16] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 322.
[17] Tülin Öngen: Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. 210.
[18] Karl Marx: Grundrisse, s. 317.
[19] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 554.
[20] Karl Marx: Ücretli Emek ve Sermaye, s. 53.
[21] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 172.
[22] Karl Marx: Kapital 1. Cilt, s. 173.
[23] Tülin Öngen: Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. 256.
[24] Metin Çulhaoğlu: Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 220.
[25] Edward P. Thompson: Teorinin Sefaleti – Hatalı Bir Devridaim Makinesi, Çeviren: A. Fethi Yıldırım, Nika Yayınları, İstanbul, 2015, s. 237.