Neoliberalizm ve Neofaşizm: Bir Ortakyaşarlık Öyküsü

Foti Benlisoy4 Temmuz 2024

Avrupa Parlamentosu seçimleri, hemen akabinde de Fransa’daki meclis seçimi, “aşırı sağın” siyasal merkezin zaptına dönük uzun yürüyüşünün hızlanarak devam ettiğini gösteriyor.[1] Aşırı sağ, artık gelip geçici bir siyasal reaksiyondan ziyade Avrupa siyasal yelpazesinin hiç de “aşırı” falan sayılmayan makbul, meşru ve kalıcı bir parçası. Neoliberal merkezin (Tarık Ali’nin meşhur tabiriyle “aşırılıkçı merkezin”) toplumsal tabanı daraldıkça merkez sağ aşırı sağa meylediyor, aşırı sağla harmanlanıyor. Hatta bu partilerin sergilediği canlılık ve dinamizm, AB’nin karşı karşıya olduğu temsil krizini çözmenin bir yolu sayılmaya başlıyor. Aşırı sağ ana akımlaşmakla kalmıyor, merkez sağ da sağa doğru radikalleşiyor. Sağın sağında yeni bir siyasal merkez şekilleniyor. Dolayısıyla aslında artık ortada bir “aşırılık” falan yok.

Hal böyleyken (yani mesela Giorgia Meloni “yeni Merkel” olarak selamlanırken) “aşırı sağı”, AB bürokrasisine (“Avrokratlara”) ya da neoliberal merkeze dönük bir reaksiyon olarak tanımlamak, neoliberal merkezin işsizliği ve yoksulluğu tırmandıran kesinti politikalarına dönük öfkeyle açıklamak pek gerçekçi değil. Tersine karşı karşıya olduğumuz manzara, aşırı sağın merkez sağla (ya da hiç değilse merkez sağın daha da sağa doğru radikalleşen dikkate değer bir bölümüyle) kaynaşması. Neoliberal merkeze karşı bir isyandan çok, neoliberallerle neofaşistleri biraraya getiren bir yeni siyasal merkezin oluşum süreciyle karşı karşıyayız. Bu oluşum halindeki yeni merkez, halihazırdaki neoliberal kesinti politikalarına takoz koymaktan çok bunları daha da derinleştirecek bir yönelime sahip.

“Aşırı sağ”, neoliberalizmin uzun dönemli tahribatının neden olduğu kaygılara, emekçi sınıfların kimi sektörlerinin maddi çıkarlarına hitap ediyor elbette ama bunu yaparken esas vurgusu, kaybedilmiş bir eski düzene ve o düzenle birlikte yitip giden ya da tehdit altında olan statü, imtiyaz ve yetkilere olan özlem ve bu özlemin kışkırttığı hınç. O hınç siyasal merkeze, mesela işsizliği artıran politikaları nedeniyle değil, “bize” ait olması gereken işleri göçmenlerin almasına izin verdiği için yöneliyor. Richard Seymour’un tabiriyle “felaket milliyetçiliği”, geç neoliberal devrin yarattığı gerçek huzursuzluk ve kaygıları, kolektif nefretin hararet ve heyecanıyla yönetmeye girişiyor.[2]

“Yeni faşizmler” üzerine çalışmalarıyla tanınan Ugo Palheta’nın belirttiği üzere, “Gerçekte aşırı sağ ekonomik ve toplumsal cephede çok az şey vaat ediyor ya da aslında hiçbir şey vaat etmiyor. O da neoliberal kapitalizme bir alternatif olmadığına inanıyor. Ancak bu insanları kazanmak için, ırksal bir pakta dayanıyor ve diğer partilerden çok daha güçlü bir şekilde bu paktın geçerli kalmasını sağlayacağını vaat ediyor: siz, ‘gerçek Fransızlar’, ‘kendi evinizde efendi’ olarak kalmalısınız, yani zirvede kalın, ilerlemeye devam edin, vb.”[3]

Günümüzün “post”, “proto”, “para” ya da “geç” sıfatlı faşizmleri neoliberalizmle bir karşıtlık içerisinde gelişmediği gibi ona demagojik de olsa bir alternatif anlamına gelmiyor. Meloni, Le Pen ya da Wilders gibi figürler neoliberalizmin müsebbibi olduğu acıları telafi etmektense o acıları emekçi ve ezilenlerin belli sektörlerine özgülemeyi, onların sırtına yıkmayı hedefliyor. Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin devamcısı olan RN’nin geçmiş dönemdeki kimi “sosyal” vaatlerini sermaye sınıfı nezdinde “yönetebilir-sorumlu” parti imajını pekiştirmek adına bütünüyle kenara bıraktığını vurgulayan William Bouchardon, bu hususta şöyle yazıyor: “Parti, neoliberal reformların acısını, ‘yardımlarla kayrılan’ yabancılardan çıkarmayı amaçlayan ortak bir söylem etrafında farklı toplumsal sınıfları bir araya getirmeyi başarıyor. Örneğin parti daha fazla sosyal konut inşa etmeyi reddediyor ancak daha fazla Fransızın bundan yararlanması için göçmenlerin sınır dışı edilmesini talep ediyor. Irkçılık bir yana, bu tür tezlerin artan popülaritesi Fransızların bir konudaki teslimiyetiyle doğrudan ilişkilidir: ne yaparsak yapalım, eninde sonunda liberal reformlar uygulanacaktır.”[4]

Günümüzün post ya da geç faşizmleri, emekçilerin belli sektörlerini saflarına katabilseler de neoliberalizme karşı çarpıtılmış da olsa bir sınıf öfkesine siyasal bir ifade sunmuyorlar. Eric Fassin’in işaret ettiği üzere bu partilerin tabanı, “birçoğumuzun düşündüğü gibi küreselleşmenin ‘kaybedenleri’ değil, kendi başarıları ya da başarısızlıkları ne olursa olsun, başkalarının onlardan daha iyi durumda olmayı hak etmediğini söyleyenler. Bu bağlamda, azınlıklara ve kadınlara ve hatta ‘her şeyi devletten bekleyenlere’ yönelik öfkeyi anlamak mümkün: Sağ popülizmin ‘underserving poor’ olanlardan daha çok nefret ettiği kimse yoktur.” Mesela Trump taraftarları arasındaki genel “algı, elitlerin ‘iyi Amerikalılar’ yerine ‘fırsatçıları’ – yoksulları ya da azınlıkları kayırdığı yönünde”.[5]

Popülizm tabirinin açıklayıcı olmaktansa genelde birbirinden farklı sağ ve sol eğilimleri aynı çuvala tıkıştıran (liberal esinli) bir kafa karışıklığını kışkırttığı kesin. Ancak bu farklı siyasal eğilimlerin aynı popülizm terazisinde tartılması, aşırı ya da radikal sağın ayırdedici bir özelliğinin vurgulanması gibi beklenmedik bir sonuca da yol açabiliyor. Buna göre, “sol popülizm” elitler ya da düzen karşısında halkı seferber etme, halkın çıkar ve taleplerini savunma iddiasındadır. Bu, aşağıdakiler ile yukarıdakileri karşı karşıya getirmeyi hedefleyen dikey bir siyasallaşma, dikey bir saflaştırma girişimidir. “Sağ popülizm” ise gene yukarıdakilere, düzene, bir elite karşı çıkma iddiasındadır ama bu karşı çıkışı söz konusu düzenin üçüncü bir grubu hak etmediği halde koruyup kolladığı ya da “şımarttığı” iddiası üzerine oturtur. Sağ popülizm dikey bir siyasal saflaşmayı gündeme getirmez. “Elitlere” tepki duymasının gerekçesi, onların göçmenleri, LGBTİ+’ları, “haksız yere” sosyal yardımlardan faydalanan yoksulları, güya pozitif ayrımcılık politikalarından istifade eden siyahları ya da kadınları kayırmaları ve dolayısıyla da “haksız rekabete” yol açmaları nedeniyledir. Sol popülizm iki kutupludur. Sağ popülizmde ise üç kutup söz konusudur. Sağ popülistler yukarıdakileri esas itibariyle aşağıdaki kimi grup ya da grupları güya destekledikleri için hedefler. Dolayısıyla göründüğünün aksine sağ popülizmin, daha doğru bir ifadeyle günümüzün yeni, post ya da geç faşizmlerinin hedefi yukarıdakiler değil, aşağıdakilerdir.[6]

Tam da bu ayırdedici vasfı itibariyle “aşırı sağı” neoliberalizmle bir karşıtlık ilişkisi içerisinde değil, devamlılık halinde düşünmek gerekiyor. Neoliberal devrin tanımlayıcı özelliği, iktisadi ve sosyal eşitsizliklerin artması ve alt sınıflar açısından toplumsal içerilme ve yukarıya doğru toplumsal mobilizasyon olanaklarının daralmasıydı. Neoliberalizmin başlangıç evresine has zenginleşme, amiyane tabirle “köşeyi dönme” vaadinin pırıltısı kayboldukça bu durum giderek daha açık hale geldi. Bu durum Philip Mirowski’nin tabiriyle neoliberal döneme has bir “gündelik sadizmi” gündeme getirdi. Yoksulluk ve güvencesizliğin kişisel bir başarısızlık olarak yeniden tanımlandığı bu dönemde altta kalanın adeta damgalanarak içerisinde bulunduğu olumsuz koşullardan ötürü suçlanması yaygınlık kazandı. İşsiz ya da evsiz kalanın, güvencesiz bir işte çalışanın, borçlarını ödeyemeyenin, iki yakasını bir türlü bir araya getiremeyenin, emekli olamayanın, geçinemeyenin başka kimseyi suçlamaya hakkı yoktu, olamazdı. Çünkü yaşadığı sorun ve sıkıntıların müsebbibi yine kendisiydi. Yoksulluğun nedeni, yeterince çalışmayan, isabetli bir kariyer planlaması yapmayan, beşeri sermayesine doğru yatırımı yapmayan yoksullardı.

Fassin “sağ popülistlerin” nefret objesinin “undeserving poor” olduğunu yazıyordu. “Undeserving poor”, yani yardımı hak etmeyen yoksul tabiri, Viktorya devrinde mesela tembelliği, alkole ya da kumara bağımlılığı, ahlaksızlığı vs. dolayısıyla yoksul olan ve yoksul kalan kişiler için kullanılırdı. Yoksulluğu toplumsal bir sorun olmaktan çıkartıp bireysel bir yetersizlik ya da eksiklik olarak yeniden tanımlayan neoliberal karşı devrim işte bu tabiri yeniden gündeme getirdi. Yoksulluk kişisel bir başarısızlık olarak yeniden anlamlandırılınca yoksulun içerisinde bulunduğu koşulların yegâne sorumlusu yine yoksul oluyordu. Böylece yoksulu tam da yoksul olduğu için suçlamak mümkün hale geldi.

Neoliberalizmin gündelik işleyişine has şiddet, hatta sadizm bu şekilde gündeme geldi. İşsizliğin, borçluluğun, güvencesizliğin neden olduğu acıların müsebbibinin aslında bizzat bu acıları çekenlerin olduğu kanaatinin yaygınlaşması, sosyal refah düzenlemelerinin tasfiyesine ciddi bir toplumsal destek sağladı. En altta kalanın canının çıkmasının meşru sayıldığı bir devirde altta olanın, kendisinden daha da altta olduğunu düşündüğünü suçlamasının garip bir tarafı yoktu. Kendisinden daha aşağıda olduğunu ya da olması gerektiğini düşündüğü kesimi hedef alan sosyal kesintilerden belli bir tatmin ve memnuniyet duymak, neoliberalizme has gündelik sadizmin bir sonucuydu. Üstelik bu sadist hissiyat, insanlara yanıltıcı da olsa en altta olmadığı, hatta toplumsal skalada yukarılarda bir yerlerde konumlandığı hissini de verebiliyordu.

Aslında bilhassa 1980 ve 90’ların neoliberalizmi, gündeme getirdiği tüm eşitsizliklere ve bununla alakalı olarak “başarısız” sayılanlara yöneltilen “gündelik sadizme” karşın esas itibariyle daha fazla zenginlik vadeden iyimser bir ideolojik konumlanışa işaret ediyordu. Kişi kendisine (ve elbette Thatcher’ın hatırlattığı üzere ailesine) doğru yatırımı yaptığı müddetçe yükselmek, öncekinden daha iyi maddi koşullara sahip olmak, hatta (neden olmasın) köşeyi dönmek pekâlâ mümkündü. Neoliberalizmin bu muzaffer günlerinde altta kalanlara, başarısız olanlara, “treni kaçıranlara”, “yırtamayanlara” dönük horlayıcı, aşağılayıcı bir tutum söz konusu olsa da hemen herkesin gözü yukarılardaydı.

Ancak muzaffer ve iyimser neoliberalizmin bu nispeten sınırlı gündelik sadizmi, 2008 finansal çöküşünün ardından hızla bambaşka bir kapsam ve boyut kazandı. Bu dönemden itibaren neoliberalizmin popüler söyleminde, onun daha karanlık, sadist yönlerini vurgulayan, üstelik bu yönleri giderek daha belirgin bir ırkçı, şovenist ya da maşist terminolojiye bulayan dikkate değer bir değişim yaşandı. Acı reçetelerin istisna değil de kural haline geldiği 2008 sonrası neoliberalizminin refah ve zenginlik vadedecek takati kalmamıştı. Bu iklimin yarattığı tepki ve huzursuzluk, hınç ve nefret temelli siyasal hareketlerin gelişimi için müsait koşulları oluşturdu.

Artık mesele, neoliberal politikalarla alt sınıfların belli kesimlerine yöneltilen ekonomik şiddetten duyulan pasif hazdan ibaret değil. Toplumsal yükselme vaadinin özellikle daraldığı geç neoliberal devirde bir toplumsal grup üzerinde fiziksel ya da sembolik şiddet uygulayabilme vaadi giderek daha geniş bir siyasal işlev edinir, sadizmin kapsamı genişler. China Miéville’in ifadesiyle, “neoliberalizmin dekadansında sosyal sadizm yeni, hararetli bir aşamaya girer.”[7] Artık gerçekçi görünmeyen refah ve toplumsal yükselme vaadinin yerini, spesifik bir gruba yöneltilen şiddet ve baskıya ortak olmanın getirdiği tatmin ve “yükselme” hissi almaya başlar. Neil Davidson’ın ifade ettiği üzere: “Artık önemli olan maddi koşullarda marjinal –ya da o kadar da marjinal olmayan– kimi farklılıkların muhafazası değildir. Belirleyici olan yabancı, ‘öteki’ ya da açıklanamaz ekonomik gerilemenin veya arzu edilmeyen kültürel değişimin farazi sorumlusu olarak tanımlanabilecek gruplara karşı nefret duygularının serbest kalmasının izin verilmesinin yarattığı duygusal tatmindir.[8]

Yeni faşizmler ayaklarını işte tam da bu eğilime basıyor, neoliberalizmin açığa çıkardığı bu toplumsal sadist dinamiği kışkırtıp örgütlüyor. Dahası, neoliberalizmin hegemonya bunalımı karşısında giderek daha otoriter çözümlere yönelen hâkim sınıfların radikalleşmesi, yeni ya da geç faşizmlerin hareket alanını iyice genişletiyor. Bu bakımdan aşırı sağın “aşırılığı” neoliberalizme içkin otoriter-sadist eğilimleri ve eşitlik nefretini aşırıya, yani aslında mantıki sonuçlarına kadar götürmesidir. Stuart Hall’un zamanında belirttiği üzere neoliberalizmin doğuşuna zaten ırksallaştırılmış moral paniklerin kışkırttığı zehirli toplumsal atmosfer eşlik etmişti. Bu bakımdan bir otoriter popülizm tipi olarak Thatcherizm ile günümüzün post ya da geç faşizmleri arasında bir karşıtlık ya da bir kopuş değil, bir süreklilikten bahsetmek daha doğru. Tarihsel faşizmin güncel sürümleri, işçi sınıfının parçalanıp atomize olduğu ve özellikle de “trickle down”, yani damlama ya da aşağıya sızdırma ekonomisinin tüm iddiasını kaybettiği, neoliberalizmin geç devrine has bir siyaset etme biçimi olarak ele alınmalı.

Faşizmi bir tür devletçilik ya da kahverengi (ya da siyah) renkli bir tür sosyalizm addeden liberal klişe, neoliberal düzene içkin faşist potansiyelleri görünmez kılıyor. Oysa günümüzün yeni ya da geç faşizmleri göçmenleri, beyaz olmayanları, ulusal azınlıkları, LGBTİ+’ları hedef alırken ayaklarını neoliberalizmin genelleştirip sağduyu haline getirdiği fikirlere, açığa çıkartıp kışkırttığı arzu ve duygulara basıyor. Mesela, özgürlüğün neoliberal devirde teşebbüs hürriyeti olarak yeniden tanımlanması, yani mülkiyet ve serbest girişim haklarının herhangi bir toplumsal zorlamadan azade kılınmasının özgürlük olarak addedilir hale gelmesi, günümüzün post ya da geç faşizmlerinin özgürlük söylemini kendi lehlerine seferber edebilmelerinin yolunu açıyor. Özgürlük toplumsal boyutundan arındırılınca, hatta vergilendirmeden çevre düzenlemelerine her türden kamusal regülasyona karşıtlık içerisinde tanımlanınca, servet ve mülkiyet etrafında bir hâkimiyet söylemine dönüşüyor. Aşırı sağ bu tanımı toplumsal alanın tümüne yaygınlaştırıyor ve özgürlüğü beyazlığın, erkekliğin, hâkim ulusun çıkar ve imtiyazlarının topluma ve bilhassa da dezavantajlı olanlara karşı agresif bir biçimde savunulmasının aracına dönüştürüyor. Bu anlamda Hayek ya da Friedman’ın sosyal adalet düşmanlığıyla günümüz alternatif sağının (alt-right) “sosyal adalet savaşçıları” (social justice warriors) nefreti arasında bariz bir süreklilik var.[9]

Bu süreklilikler neoliberalizmin illa ve kaçınılmaz olarak faşizme çıktığı, hatta neoliberalizmin faşizmle özdeş olduğu anlamına gelmiyor elbette. Böyle ultra sol pozlu kaba bir iktisadi indirgemeciliğin ima ettiğinin aksine neoliberalizm şu son kırk yılda birbirinden oldukça farklı siyasal rejimlerle simbiyotik bir ilişki içerisinde olabildi.[10] Burada spesifik olarak kastedilen, faşizmin günümüzde bir anomali ya da “aşırılık” değil, geç neoliberal devre, yani neoliberal “felaket çağına” has baskın bir eğilim ve potansiyel olduğudur. Bu eğilimle mücadele etmek için birbiriyle ilk bakışta çelişkili olarak görülen iki görevi bütünleşik olarak yürütebilmek gerekiyor. Öncelikle “defansif” bir antifaşizm anlayışından, yani siyasal hedeflerini esas olarak faşist tehdidi durdurmakla sınırlayan bir eğilimden uzak durmak gerekiyor. Günümüzün antifaşizmi, açıkça antineoliberal bir çizgiye oturmak, faşizmi besleyip somut bir olasılık haline getiren “kapitalist gerçekçiliğin” hakimiyetinde gedikler açmayı hedeflemek zorunda. Bununla paralel olarak antifaşizmi neoliberalizme (ya da sermayeye) karşı genel geçer mücadele içerisinde eritmeye dönük her eğilime de karşı çıkılmalı. Günümüze has faşist potansiyel ve eğilimle mücadele, sadece emekçi ve ezilenleri birleştiren ortak talep ve çıkarlar ekseninde yürütülemez. Tersine, antifaşist bir mücadele çizgisinin, faşizmin emekçi ve ezilenler arasında özel olarak hedef haline getirdiği gruplara (göçmenlere, ulusal azınlıklara, LGBTİ+’lara vs.) dönük özelleşmiş çalışma ve hedefler gerektirdiği asla unutulmamalı.

Günümüzde faşizm bir tarihsel analoji nesnesi ya da ölüp gittiğini bir türlü kabul edemediğimiz için kabuslarımıza musallat olan bir tarihsel fenomene ait bir hortlak değil, kapitalizmin güncel eğilimlerinin gündeme getirdiği somut bir olasılık. Bu karanlık potansiyeli hafife almak gibi bir lüksümüz yok, olmamalı…

[1] AP seçim sonuçlarının ve bilhassa aşırı sağın performansının bir değerlendirmesi için bkz. Hakan Güneş, “Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve Neo-Faşizmin Yükselişi”, https://ayrim.org/guncel/avrupa-parlamentosu-secimleri-ve-neo-fasizmin-yukselisi/
[2] Richard Seymour, “Prepared for the worst: Disaster Nationalism”, https://salvage.zone/prepared-for-the-worst-disaster-nationalism/
[3] Ugo Palheta, “We need to give people hope”, https://www.versobooks.com/blogs/news/ugo-palheta-we-need-to-give-people-hope
[4] William Bouchardon, “Fransa’da Aşırı Sağın Patronlarla Uyum Arayışı, İktidara Gelişin Fragmanı mı?”, çev. Hakan Özbilen, https://birikimdergisi.com/guncel/11772/fransada-asiri-sagin-patronlarla-uyum-arayisi-iktidara-gelisin-fragmani-mi
[5] Eric Fassin, Popülizm: Büyük Hınç, çev. Gülener Kırmalı – İlker Kocael, Heretik, Ankara, 2019, s. 66-7, 70.
[6] John B. Judis, The Populist Explosion How the Great Recession Transformed American and European Politics, Columbia Global Reports, New York, 2016, s. 13-6.
[7] China Miéville, “On Social Sadism”, https://salvage.zone/on-social-sadism/
[8] Neil Davidson, “The Actuality of the Revolution”, Revolutionary Rehearsals in the Neoliberal Age içinde (ed. Barker, Dale, Davidson), Haymarket Books, 2021, s. 588.
[9] Wendy Brown, “The Big Picture: Defending Society”, https://www.publicbooks.org/the-big-picture-defending-society/
[10] Bu yönde bir tartışma için bkz. Can Soyer, “Her Yol Roma’ya Çıkmayabilir: Kılçıksız Kapitalizm ve Kayıtsız Radikalizm”, https://ayrim.org/guncel/2024-her-yol-romaya-cikmayabilir-kilciksiz-kapitalizm-ve-kayitsiz-radikalizm/