19 Mart’la başlayan direnişin en dikkat çekici yanlarından biri “Mahir Polat olayı” idi. Öyle ki, hepimiz bir anlığına “Mahir Polat’ı neden bu kadar ve böyle candan sevdik” diye kendimize sorarken yakalamışızdır kendimizi. Bu soruya çokça yanıt verildi, her birinde doğruluk payı da vardır elbette.[1]
Benim yanıtım ise, Mahir Polat’ın kendisinde; yani bilgeliğinde, sakinliğinde, hücresindeki bir yoncaya bile hakkını veren özeninde, onurlu bir yaşam tarzına tutunmak için gösterdiği gayretinde, tevazusunun da kaynağı olan halka aidiyetinde temsil olunan, ima olunan, aşina olunan sınıfdaşlıktır.
Mahir Polat, kendisini olduğu kadar, kendi “sınıfının tinini” temsil etti. Onun şahsında hep soyut bir ilke olarak benimsediğimiz “emekçilerin yönettiği ülke” ihtimali ete kemiğe büründü, İstanbul’a kazandırdığı eserlerde gerçek ve gurur verici örneklere dönüştü. Mahir Polat, bize, eğer bu ülkeyi biz yönetirsek onu ne kadar güzelleştireceğimizi, ülkemizin nasıl bir cennete benzeyeceğini hatırlattı.
Ayrıca bunu yaparken iktidarın tepe tepe kullandığı ve esasında bütünüyle baş aşağı çevrilmiş bir imgeden ibaret olan söylemi de askıya aldı. Sadece AKP döneminde değil, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca sağcı ve islamcı siyasetin diline pelesenk ettiği “elitler-halk” karşıtlığına dayanan ve esasında mevcut sınıf ilişkilerini perdeleyip kendi servetlerinin üzerini örtmeye yarayan demagojiyi yıktı. İşte, Mahir Polat’ı, “biz bu ülkenin gariban çocuklarıyız” diyerek iktidarın ağzında bayat bir sakız gibi çiğnenen ‘elitizm’ ve ‘tuzu kuruluk’ yalanını tek bir fiskeyle tuzla buz ettiği, kimin elit kimin emekçi olduğunu ortaya sererken hepimiz adına konuştuğunu hissettirdiği için de çok sevdik.
Kısacası, alın terinden başka hiçbir şeyi olmadığı halde bir de elitlikle suçlanan bizlerin garibanlığını ve eğer biz yönetirsek sınıfımızın bu ülkeyi nasıl güzelleştirip iyileştireceğini idrak ettik. Mahir Polat’ta, Mahir Polat’ı olduğu kadar kendimizi, kendi sınıfımızı, sınıfımızın haysiyetini sevdik. Zaten, onca gündemin ve krizin arasında, onların yanı sıra, ama onlardan önemsiz olmamak kaydıyla, biraz da haysiyetimiz için ayaklandık.
Bu yazının konusu Mahir Polat değil; onun hissettirdiği, aksettirdiği ve bir anda milyonların bilincinde nüksettirdiği bu haysiyet kavgası.
***
Esasında haysiyet kavgasının sınıf mücadeleleri tarihinde özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Rusya’da Ekim Devrimi’nden önce sovyetlerde ve fabrika komitelerinde bir araya gelen işçilerin taleplerinden biri de kendilerine “saygılı davranılması”, hakaret ve aşağılama içeren söz ve fiillerin sona ermesiydi.[2] Bu talepler, bilhassa sınıfın genç ve bilinç düzeyi açısından ileri katmanlarında ortaya çıkmış ve hızla bütün işçilerce, özellikle de kadın işçilerce benimsenmişti. İşçiler, sadece emeklerinin sömürülmesine, berbat çalışma ve yaşam koşullarına mahkum edilmelerine, yoksulluk ve geleceksizlik uçurumuna itilmelerine değil, aynı zamanda insan yerine konmamaya, hor görülüp küçük düşürülmeye, onurlu bir yaşam için sahip oldukları tek “kutsal meta” olan haysiyetlerine yönelik saldırılara karşı da ayaklanmıştı.
Sınıf mücadelesinin emek sürecinden toplumsal ilişkilere, iktidar ile yurttaş ilişkilerine, hatta kültürel ve ideolojik süreçlere yayılmasıdır burada söz konusu olan. Nedeni de basit. Her şeyden önce, sınıf kimliği, sadece emek sürecini ifade etmez. İşçi olmak, emek gücünü satmanın yanında belirli bir toplumsal ve kültürel deneyimin öznesi olmak anlamına gelir. İşçilik, fabrika ya da ofis içinde harcanan zamanla sınırlı olmayıp gündelik yaşamın tamamında, alışveriş yaparken fiyat karşılaştırmaktan çocuğumuzun okul harçlığını hesaplamaya kadar her anda deneyimlenen bir varoluş biçimidir. Dolayısıyla, sömürü emek gücünün yanı sıra haysiyeti, işçinin bedenini olduğu kadar ruhunu, onun özgüvenini ve özsaygısını da hedef alır.
Burada saygı, en basit haliyle, egemenlerin vazgeçilmez haklarımızı tanıma ve onlara hürmet etme yükümlülüğü olarak tanımlanabilir.[3] Diğer bir deyişle, toplumsal ilişkiler içerisindeki farklı kaynaklara sahip ayrıcalıklar, hiyerarşiler, eşitsizlikler belirli bir aşamaya kadar tolere edilebilir bulunsa da bir ülkenin yurttaşı olmaktan ve evrensel anlamda insan olmaktan kaynaklanan vazgeçilmez hakların aşındırılması kabul edilemez. Ancak bu ikisi arasındaki ilişki bir tümevarım biçiminde kurulmaz. Bu hakların toplamı bize bir haysiyet kazandırmaz; tam tersine, insan haysiyet sahibi olduğu için bu haklara da sahiptir. Dolayısıyla, insanın temel ve vazgeçilmez haklarına yönelik saldırı, o hakların kendisinden önce insanın haysiyetine yönelir.
Egemen sınıfın işçinin emeğine olduğu kadar haysiyetine de yönelmesinin bir nedeni var elbette. Haysiyet, bağımsız davranma ve varlığını tehdit eden tehlikeye karşı savunmaya geçme duygusunu içerir. Haysiyet, işçinin, işçi olmak dışında da bir geleceği olabileceğinin bir işareti; salt insan olarak, kendi varlığına egemen ve dünyayla barışık olarak yaşayabileceği bir toplumsallık hayalinin taşıyıcısıdır bir anlamda. Bu anlamda, haysiyete yönelik saldırı işçilerin bağımsız eyleme kapasitesini, onların birer toplumsal ve siyasal özne olarak davranma gücünü tüketmeyi amaçlar. Dahası, bu tür içerimleriyle haysiyet, vakti geldiğinde sınıf bilincini tetiklemesin, onu harekete geçirmesin diye kuşatmaya alınır. İşçinin bedeniyle birlikte ruhu da zincirlere vurulup istila edilir.
Dolayısıyla, bir yerde haysiyet kavgasından söz edilebiliyorsa, orada sömürünün, şiddetin, ezilmişliğin yepyeni bir evresine tanık oluyoruz diyebiliriz. Bu yeni evrede yalnızca artık değer birikiminin çarkları döndürülüyor olmakla kalmaz, aynı zamanda ahlaksız ve kibirli bir iktidar elitinin hükümdarlık gösterisi de biteviye sergilenir. Artık sadece emek gücü sömürülmüş değil, aynı zamanda küfredilmiş, hakarete maruz bırakılmış, hor görülmüş, aşağılanmış emekçilerden de söz ediyoruz demektir. İnsanlar, kendi emeklerinin yarattığı zenginliğin iç edilmesinin yanı sıra devletin gücünü ellerinde toplamış bir yağmacı topluluğunun kendi ülkelerini sömürgeleştirmesinin de öfkesiyle dirilirler. Sınıf mücadelesi, bir anda, ışığın tüm renklerini ayıran bir prizmadan geçer gibi siyasetten kültüre, etikten ideolojiye, hukuktan mekana yayılır.
***
Bütün bunlardan hareketle, 19 Mart’tan bu yana süren direnişin bir sınıf mücadelesi olmanın ötesine taştığını ve bir haysiyet mücadelesine dönüştüğünü söylemeyeceğim. Söylediğim, sınıf mücadelesinin tam da böyle bir şey olduğu, emeğinin ve haysiyetinin hakkını aynı anda koruyan milyonların kavgasının adı olduğu. Bu kavga henüz artık değer sömürüsünü ya da üretim araçlarının özel mülkiyetini hedef almıyor olabilir. Muhtemelen çok daha uzun bir süre ve işçi sınıfının en öncü katmanları dışında bunun gibi şeyleri hedef alan bir kitle bilincinden söz edilemeyecektir de. Ancak bu onun sınıf mücadelesinin bir biçimi, sınıfın mücadelesinin bir evresi, ülkemizde emekçilerin kavgasının bir veçhesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye, sınıf mücadelesinin tam da bu sahnesini sergilemektedir.
Milyonlarca insan, sadece yoksul olmanın değil, ülkenin tepesine çöreklenmiş bir çetenin “iç sömürgesi” haline gelmenin de horlayıcılığını duyumsuyor. Sınıf ilişkileri, açıkça, onur kırıcı bir alaya; sınıf mücadelesi, giderek, emeğin hakkıyla birlikte haysiyetin de yeniden kazanılması için mücadeleye dönüşüyor. Zaman zaman utanç, zaman zaman hissizlik, zaman zaman da inkar gibi biçimlere bürünse de Türkiye’de bir öfke büyüyor. Ve Türkiye, sınıf mücadelesinin bir haysiyet mücadelesine dönüşebileceği, sınıf bilincinin bir haysiyet bilinci biçimini alabileceği özel bir uğrağa doğru yaklaşıyor.[4]
Şimdi, bu büyüyen öfke utanç, hissizlik ya da inkar biçimlerini sıyırıp atmış ve bir direniş biçimini almıştır. Direnilen şey emeği olduğu kadar işçinin haysiyetini de sömürgeleştiren bir çetenin zorbalığıdır. Ve bu direniş başarıya ulaşırsa kazanılacak şey, belki kapitalizmin devrilmesi olmayacaktır, ama emeğine ve haysiyetine sahip çıkmış, onu kendi eyleminin ve gücünün kaynağı olarak korumuş ve böylelikle kolektif bir bilincin gelişimine doğru muazzam mesafeler kat etmiş bir işçi sınıfı olacaktır. Daha örgütlü, daha bilinçli, daha mücadeleci bir sınıf kimliği kazanılacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, 19 Mart itibariyle başlayan, sadece barikatı değil siyasal öznelerin tutukluğunu da yıkıp geçen gençlerin sırtlandığı ve tüm ülkeye yaydığı, şimdi ise artık bir memleket meselesi haline gelmiş bulunan bu direniş kendi görünür gündeminin ötesinde bir tarihsel önem edinmiş görünüyor. Bu önemin kaynağı, direnişin arka planında yatan sınıfsal ilişkilerde; yani sömürülmüşlük ve ezilmişlikte, haysiyete ve insan onuruna saldırılarda, geleceksizliğe itilmişlikte, güvencesizliğe mahkum edilmişlikte, bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi hakarete uğrayıp küfür yemişlikte. Haliyle direniş, bir adayın tasfiyesine olduğu kadar iktidardakilerin kibir ve şımarıklıkla bezenmiş yağmacı egemenliklerine karşı da bir direniş halini almıştır.
Bu nokta, herkesten çok sosyalistleri uyarmalı ve harekete geçirmelidir. Artık bu direnişin öznesinin, onu yaratan ve sırtlananların, kürsülerde ya da televizyonlarda konuşmasına izin verilmese de meydanlarda ve sokaklarda haykıranların emekçiler, bilhassa kent mekanına yayılmış olan genç emekçiler ve geleceğin emekçileri, hatta günümüzün yarı zamanlı proleterleri olan öğrenciler olduğu gerçeğini, bu gerçeğin beraberinde getireceği görevlerin mahiyetini kavramak zorunda olduğumuz noktadayız. Direnişi Mart’tan Mayıs’a taşımak, onu gerçek sahibi olan emekçilerin özneleşme düzeyini yükseltecek ve ondaki emek ve haysiyet bilincini koruyup güçlendirecek yolları örmek durumundayız.
Türkiye’de küstah bir iç sömürge rejiminin, halka kin ve küfür kusan azgın bir azınlığın, onun uşaklığını yapan aşağılık kalem ve söz erbabının, emeğimizden başka hiçbir şeye sahip olmayan bizleri ‘tuzu kuruluk’ ve ‘elitlik’ ile yaftalayıp kendisini gariban diye pazarlayan ama yalılarda, yatlarda, rezidanslarda ve milyarlık ihalelerde, rüşvetlerde, torpillerde hep adı ve parmağı olanların, yani basbayağı tuzu kuru bir faşist elitin tutunduğu koltuk şu anda hayli sallanıyor. Bu koltuğu sallayıp sarsan gücün haklılığı da sahip olduğu, elinde kalan tek şeyden, yani emeğinden ve haysiyetinden geliyor. Bu gücün kendisini 1 Mayıs meydanında da göstermesi, tablonun derinliğinin, direnişin seyrinin ciddi biçimde değişmesine, yeni ve daha yüksek bir aşamaya geçmesine yol açabilir.
Eğer direniş Mart’tan Mayıs’a taşınabilirse, içinde olduğumuz bahar ayları haysiyet kavgasıyla bezenebilirse, Saray Rejimi’nin uzun kışı da yerini güneşli bir yaza bırakabilir.
[1] Başka mecraların yanı sıra Ayrım’da da bu konuda iki makale yayınlandı. Onur Özgen, “Mahir Polat’ı Neden Bu Kadar Çok Sevdik?”, Ayrım, 10 Nisan 2025.- www.ayrim.org/guncel/mahir-polati-neden-bu-kadar-cok-sevdik/ Dilara İlbuğa Yıldırım, “Biz Bu Ülkenin Gariban Çocuklarıyız”, Ayrım, 11 Nisan 2025.- www.ayrim.org/guncel/biz-bu-ulkenin-gariban-cocuklariyiz/ [2] Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi – Sovyet Deneyimi, Çeviren: Kumru Başoğlu, Belge Yayınları, İstanbul, 1990, s. 32. [3] Richard Sennett, Saygı – Eşit Olmayan Bir Çağda, Çeviren: Ümmühan Bardak, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017, s. 162. [4] Can Soyer, “Haysiyet Kavgası: Her Şeyi Geri Almak”, Ayrım, 2 Kasım 2024.- www.ayrim.org/guncel/2024-haysiyet-kavgasi-her-seyi-geri-almak/