“Sermayenin kalbi yoktur.”
Karl Marx
Artık dünyanın neresinde bir kanama olsa ânında öğreniyoruz, o kanamanın nedenlerini hemen düşünüyoruz, kendimizdeki bilgiler yetmiyorsa aradıklarımızı çarçabuk buluyoruz. Onlarca yıl boyunca kapitalizmin götürdüklerine kör olup getirdiklerine kucak açanlar, devleştikçe çirkefleşen sermayenin dünyanın her yerini nasıl kana boyadığını görmeden ve göstermek istemeden, kapitalizm değil de komünizm mi, diye akılları sıra insanları korkutmaya çalıştı durdu. Marksizm, kapitalizmin belalısı olduğu yıllardan bugüne, üstelik bugün dünden daha çok, şu gezegende en çok şiddet görmüş düşüncedir diyebilir miyiz?
Reel sosyalizmin çöküşü kapitalizmi rahatlatmaktan çok azgınlaşmaya, sömürüyü ve şiddeti artırmaya götürdü. Dünyanın bir yarısının şımarıklığı kimilerince görülmeye değerdi, birden kabuğumuza çekildiğimizi hatırlıyorum. Ama öyle çok kalmadık. Sosyalizm bir sistem olarak gezegenimizde kapladığı yeri boşalttıktan sonra, derin bir soluk alıp koltuklarında gevşeyenler aradan on yıl bile geçmeden aynanın arkasında Marksizmin gölgesini görüverdiler. Sosyalist sistem dağıldı, bunu onlardan iyi biliyoruz, yanlışlarını da ama onun bu dünyaya kazandırdıkları toplumların belleğinden tamamıyla silinemez. Köylü toplumları dünyanın Batısıyla rekabet edecek konumlar aldılar; dünyanın önemli bir bölümünde yaşayan insanlar en temel üç sorunlarına, eğitime, sağlığa, barınmaya Batı’da hiçbir zaman verilmeyen olanaklarla sahip oldular. Bunun ne denli önemli bir gelişme olduğunu isteyen yadsıyabilir ama tarih gerçekleri çantasında taşıyarak ilerliyor. Bütün doğrular o yanlışların içindeyken Ekim Devrimi’ni ve bugünkü tiranların yok saydığı kazanımlarımızı geçmiş zaman kipiyle hatırlamayalım. Marksizm yeniden yorumlanıp zenginleşerek yaşıyor.
Peki şamatası çok yapılan Batı’da neler oldu? Kapitalizmin büyümeyi kesintisiz sürdürebilmek için daha çok kâr zorunluluğu paranın yukarıdaki ellerde hızını yükselterek toplanmasını sağladı, bu da demek ki aşağıdaki halkın paraları çalındıkça çalındı. Halkın elinde avucunda pek bir şey kalmadığını görenler bu kez de komşu ülkelerin savaşlarından yararlanarak kârlarını büyütmeyi göze almaya, kendi boylarına poslarına bakmadan sömürgeci rolleri oynamaya başladılar.
Plazaların camlarından bakınca yalnızca kapitalizmin nimetleri görünüyor olabilir. Bugün dünya nüfusunun neredeyse yarısına yakını günlük 2 dolarlık yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yaklaşık beşte biri de günlük 1 dolarlık sınırın altında yaşamlarını sürdürmek zorunda (Türkiye’de en düşük emekli maaşının günlük 10 doların altında olduğunu da ekleyelim). ABD’de üst düzey bir yöneticinin aldığı para (ücret diyemiyorum) bir fabrika işçisinin aldığı ücretin yaklaşık 500 katıymış. Örnek olsun diye verdim bu ikisini, böyle binlerce örnek biliniyordur. Gene de nerede olursa olsun, krizleriyle boğuşurken maskesi düşüverir kapitalizmin, irinli yüzü çıkar ortaya.
Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı? kitabında –o haklılığı güzel güzel anlatabilmek için epeyce dolanmış olsa da– kapitalizmin dünyanın bazı bölgelerine getirdiği refahtan söz ederken onun aynı zamanda acımasız soykırımlarından, yol açtığı açlık ve sefaletten, köle ticaretinden, savaşlardan da söz ediyor. Kaldı ki yüz elli yıl önce pek bilinmeyen küresel ısınmayla gelen felaketlerin büyükleri daha yaşanmadı ve bunun nedeni düpedüz kapitalizmin serbest piyasasının doymazlığı.
Döne dolana kapitalizmin pis kokularından söz ediyorum, bilinmeyen şeyler de değil ama bir gün yok olması için savaşıp durduğumuz hasmımız da bizi mıknatıs gibi kendine çekiyor. Ki onun çeperlerinde sürekli zayıf noktalarına vurarak yaşıyoruz, izleyici olarak değil. Kaldı ki Marx’tan beri biz geleceği onun içinden, kapitalizmi her şeyiyle anlayarak görüyoruz ve bunun için de suskun kalmak yerine çok daha sık konuşmalıyız.
Hem konuştukça daha iyi anlıyoruz: Bir zamanlar akla gelecek bütün olumsuzlukları yaşayan Sovyetler Birliği’nde hayallerde yaşatılan özgür toplum yaratılamadı, Parti devleti iktidarı otoriter yöntemlerle tutmak zorunda kaldı. Savaştan sonra kurulan sosyalist iktidarlar da kendilerini benzer yollarla ayakta tutmaya çalıştı ama olmadı. Sonra tümünde milliyetçi, adı komünist olup kendileri komünist olmayan iktidarlar dayatıldı, üstelik güçlü dinci eğilimlerin uç verdiği toplumlara mahkûm olundu.
Rusya’nın Batı’daki kapitalist ülkelere göre ekonomik bakımdan geri kalmışlığını aşması zordu. Olağanüstü büyüklük ve çeşitlilikteki bir coğrafyayı ayağa kaldırma güçlüğü, emperyalist saldırılar, iç savaş, İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon evladın verildiği yurt savunması onarılması zor yaralar açmıştı. Sovyetler Birliği savunulması gereken bir sosyalist yurt, bir anayurttu ama hem zorlukları hem yapılan yanlışlar acı sonu hazırlamaya başlamıştı. Belki de kapitalizmden sosyalizme geçiş için uygun bir çağda yaşanmıyordu. En azından bu bölgede. Bu da çok tartışıldı. Halkın önde gelenlerinde sosyalizmin ileri götürülmesinin karşılığı da tam olarak bulunamayınca, Parti’nin (SBKP) rolü zorlanmaya, otoriter bir parti-devlet modeli öne çıkmaya başladı. Bu arada Parti henüz olgunlaşmamış aşamaların gerçekleştirilmeye başlandığı algısını da topluma niçin dayatmaya başladı? 1977 yılında kabul edilen yeni Anayasa’ya “halkın sosyalist devleti” tanımı kondu. Hatta “komünizme geçildiği” sözleri edilmeye başladı. Bu resmi gerçekler gerçeği pek yansıtmıyordu, Parti’nin halkın sosyalizmle uyum içinde olduğunu söylediği yıllarda, tersine sorunlar artmaya başlamıştı. Bütün gücü Parti’nin ve devletin elinde bulundurmaya öncelik verince sosyalizmi kuracak bir toplum inşası adeta durmuştu.
Komünist partiler iktidar oldukları ülkelerde toplumu dönüştürmek gibi bir görevle karşı karşıya olduklarını biliyorlardı ama devleti ele geçirmenin belli ki bu dönüşümü öyle ya da böyle gerçekleştirmek için yeterli olacağı düşünülmüştü. Toplumsal dönüşüm, ekonomik büyüme ve toplumun refahının yükseltilmesi anlamını taşıdığı gibi, giderek eşit ve özgür bir toplum yaratmayı amaçlamalıydı. Çünkü devlet, doğası gereği otoriter olmak zorunda; bir de parti ile devlet özdeşleştiği zaman halk ister istemez yönetilen konumuna indirilir, orada tutulur ve bu durum rasyonelleştirilmeye başlanır. Sovyetler Birliği’nde de devlet adım adım sönümlendirilmek yerine giderek daha da güçlendirilince olanlar oldu. Emmanuel Terray bunu güzel bir benzetmeyle, devletin sönümlenmesi tezi ütopyasının Lenin’in ütopyaya verdiği son bir imtiyaz olduğunu belirtiyor. Gene de bu ütopyamızı kaybetmeyelim, önümüzdeki zorlu sınavları düşünerek.
1960’ların sonlarıyla 1970’lerin tamamını yarın devrim olacakmış gibi geçirdiğimiz yıllardan sonra bugünün dünyasında sosyalizm için ayağa kalkan yığınların sayısındaki azalmanın nedeni gelecek inancının törpülenmesiyse bunda reel sosyalizmin yarattığı düş kırıklığının önemli bir payı olduğunu biliyoruz. Üstelik kapitalizmin aynı dünyayı elinde kırbacıyla bir sirke çevirme tutkusu toplumları yoksulluğun iyice dibine itiyor. Gelgelelim bu kıskacın ağzında duran halkları tam istendiği gibi sürü haline getirmek de olanaksız. Sosyalizmin geçen yüzyılda yaşadığı deneyimin sonunun iyi gelmemesi, onun bütün bütüne sonunun geldiğini göstermiyordu. Öyle de oldu. Kapitalizmin özellikle 2008 krizinden sonra yaşadığı sarsıntıların bünyesinde yol açtığı çatlaklar, dünyada önce antikapitalizmin, ona bağlı olarak sosyalizm düşüncesinin somut hedefleri için yeniden yola çıktığını gösterdi. Burjuvazi çoğu kez içinde yıkıldığı krizleri kazanca dönüştürebilme yeteneğine sahip ve o yıkımlar çevreye zarar da verebilir (2008’de olduğu gibi) ama artık o eski burjuvaziyle ilişkisini bütün bütüne kesmiş olan bugünkü tekelci kapitalistler kapitalizmin kendileri için cennet olan hayatını ve iktidarlarını korumayı başarabiliyorlar.
Biz de kapitalist üretim ilişkilerinden nitelik olarak farklı bir piyasa tasarlamak yerine, yani sosyalist üretim ilişkileri içinde yeniden planlanan bir piyasa tasarlamak zorunda kalacağımızı öngörmek yerine başımızı yastığa gömecek değiliz. Marx’ın, özel mülkiyetin kaldırılması için müşterek temellük[*] fikrini geliştirmesi de bana kalırsa bugünkü koşullara üretimde demokrasi ve üreticilerin özyönetimi şiarıyla uyarlanmayı gerektiriyor. Marx’ın Komün hayalinde de bütün Fransa’nın kendi kendini yöneten komünler halinde örgütlenmesi vardı. Bu önermede olası bir iktidar biçimi var elbette ama ondan üretim ilişkileriyle ilgili bir düşünceyi soyutlamak da pekâlâ mümkün. Aldığımız derslerin kaynağına sık sık dönmek bizim neleri nasıl soyutlamamız gerektiğini, dolayısıyla devrimci pratiğin gelecekte nasıl uygulanacağını gösterir.
Küçük toprak sahibinin toprağı ile dükkân sahibinin üretim araçları –onlar nelerse-, hatta üretim için kullandıkları konvansiyonel araç gereçler de müşterek temellük konusu olacak mı? Bir evi dışında tek bir dükkânı olan küçük üreticinin –ve esnafın– dükkânı müşterek temmellük kapsamına girecek mi? Bütün küçük üreticileri bir araya getirecek kolektif bir bütünün, belki kooperatiflerin –onları özgür bırakacak– bir planla örgütlenmesi mi düşünülecek? Ve bu sorunun çözümlerini içeren bir tasarı…
Aydınlanmanın ışığında adil bir dünya için yazan ve yaşayan Georg Büchner’e atıfla, sarayları yıktıktan sonra sıra kulübeleri yıkmaya mı gelecek?
(Bugün çözmemiz gereken sorunlardan söz etmediğimi biliyorum ama hep, Biz nasıl bir sosyalizm istiyoruz? sorusunun karşılığını tahayyül etmemiz de gerekmiyor mu? Sokakta bir Partiliye bu soru sorulduğu zaman, verilecek yanıtlarımız olması gerektiğini düşündüğüm için.)
Oscar Wilde her zamanki zekâsıyla, üstünde ütopya olmayan bir haritanın bakmaya değer olmadığını söylemiş. Sonunda isterseniz bir ütopya deyin ona ama insanlık haritamız bizi o sona doğru yola çıkaracak, bazen en uzun yolun en düz yol olduğunu gösterecektir. Reel sosyalizmin sorunlarından çıkarak Marksizmi eleştirenler de tekil argümanlarının zayıflığını görmek zorunda.
Hiç durmadığımız yolumuzda yürüyoruz, geçtiğimiz bozuk yolları düzeltirken hasmımızın tuğlalarını birer birer çekerek. Tükenmeyen hayalimiz, yolun kenarındaki herkesin gözlerini üstümüze çekerek şimdilik dörtnala değil, rahvan ama başı dik gidiyor. Paul Nizan söylemiş: “Dünyaya karşı bir suçlama olmayan tek bir büyük eser yoktur.” O eser bazen kendi yarattığımız hikâyeler olur.
[*] Müşterek temellük: Buradaki anlamında devletin elinde bulunma, kamulaştırma.