Mahir Polat’ı Neden Bu Kadar Çok Sevdik?

Onur Özgen10 Nisan 2025

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve bazı ilçe belediyelerine yönelik yürütülen soruşturma ve tutuklama dalgasının, özellikle de kamucu politikalarıyla öne çıkan belediyeleri hedef alması, bu süreçte ortaya çıkan toplumsal tepkinin önemli sebeplerinden biriydi. Belki de iktidarın hiç tahmin etmediği şekilde, bu hamleler yeni bir belediyecilik deneyimini, yani kentin kaynaklarını halkın yararına kullanmayı esas alan kamucu politikaların ne denli kıymetli olduğunu yeniden gündeme taşıdı.

İstanbul’un sokaklarında, meydanlarında, kıyılarında yıllar sonra kendisini gösteren bu kamuculuk; insanlara nefes aldıran mekânlar yaratmayı, geçmişle bugünü barıştırıp hafızayı gelecek kuşaklara aktarmayı ve tüm bu kazanımları halkın kullanımına açmayı hedefliyordu. Tam da bu nedenlerle, yani İstanbul halkına bir nebze de olsa nefes aldıran sosyal politikaların ve kamucu belediyecilik yaklaşımının kriminalize edilmek istenmesi, toplumun çok çeşitli kesimlerinden beklenmedik bir sahiplenmeyi beraberinde getirdi. Bazen en umutsuz veya en yalnız hissedilen dönemlerde bile, insanlar bir şeyin etrafında kolaylıkla birleşebiliyor. Bu bir araya gelişin en somut örneklerinden biri de İBB Miras çalışmaları ve bu çalışmalarda öncü rol üstlenen Dr. Mahir Polat’ın tutuklanmasına karşı gösterilen tepkiler oldu.

İstanbul denilince, hepimizin gözünde canlanan ikonik yapılar, tarihî surlar, eski semt dokusu, eser niteliğindeki binalar vardır. Ne yazık ki kapitalist kalkınma modelleri ve rant odaklı politikalar, yıllar boyunca tarihî ve kültürel dokuyu tahrip eden projelerle karşımıza çıktı. Oysa ki kentin ortak hafızası olan mekânlar, kentin kimliğini oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Kamucu belediyeciliğin en kritik yanı da kentin dokusuna sahip çıkarak onu gerçekten halkın yararına sunmaktır. Bu, yalnızca bir restorasyon ya da mekân yenileme faaliyeti değildir; aynı zamanda geçmişle gelecek arasında kurulan canlı bir köprüdür.

Son dört yıl içinde İBB Miras çatısı altında hayata geçirilen projelerle İstanbul’un hafızasıyla barıştırılması, yıkılmaya yüz tutmuş mekânların koruma altına alınarak yeniden toplumsallaştırılması, olağanüstü bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Üstelik bu çalışmalar, şeffaflık ilkesine sadık kalınarak yürütüldü. “Açık şantiye” pratiğiyle her projenin kapıları İstanbullulara ve meraklı tüm ziyaretçilere açıldı; yani restorasyon süreci bizzat halkla paylaşıldı. Bu yaklaşım, bizlere hem katılımın ne kadar değerli olduğunu hem de koruma-kullanma dengesinin sağlıklı kurulabileceğini gösterdi.

Ne var ki, böylesine ilerici ve toplumu merkeze alan faaliyetlerin iktidar tarafından tehdit veya engel olarak görülmesi, maalesef şaşırtıcı değildi. Toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılayan, hayatı kolaylaştıran, hatta yaşanabilir kılan belediyecilik uygulamalarını baskılamak, Saray iktidarı için kaçınılmazdı. Kamunun varlığını ispat eden, kente ve kentliye nefes aldıran projeler mutlaka durdurulmalıydı. Çünkü kentler, sermaye için büyük kâr fırsatları sunar. Tarihî surlar yıkılıp yerine beton bloklar dikmek, kentin orta yerinde yeşil alan kalmasına tahammül edememek, belediye mülklerini ve halkın ortak kullanımındaki mekânları özelleştirerek paraya dönüştürmek tam da neoliberal/muhafazakâr/sağ popülist iktidarların pratiğidir.

 

Oysa İstanbul, en doğal ve en eski hâliyle bile kendiliğinden bir çekim merkezi. Tarihsel mirasın, kültür çeşitliliğinin ve coşkulu kent yaşamının bir arada bulunduğu ender metropollerden. Surlar, saraylar, köşkler, çeşmeler, hanlar, semt dokusu, eski ahşap evler ve daha nice değerli mimari öğe, toplumun kolektif hafızasının parçalarıdır. Bunlar pazarlanacak, alınıp satılacak metalar olarak değil, birer canlı anı ve öğretici örnek olarak görülmeli.

Mahir Polat ve ekibinin yaptığı çalışmaların özünde işte bu anlayış yatıyordu: Halkın elinden alınan, bir şekilde metalaştırılan veya çürümeye terk edilen tarihi mekânları geri kazanmak. Yıkıcı restorasyon projelerini tersine çevirerek, aslına uygun korumayı ve toplumsal belleğe katmayı sağlamak. Bu, hem geçmişin izini sürmek hem de bugünün insanına bu mekânları özgürce kullandırmak anlamına geliyordu.

Yapılan operasyonların ve tutuklamaların ardından ortaya çıkan toplumsal tepki ise aslında pek çok farklı kesimi birleştirdi. Bu süreçte öne çıkan isimlerden biri olan Mahir Polat’ın özellikle ağır sağlık sorunları yaşadığı bilinirken tutuklanması, kelepçeli şekilde hastane ve cezaevi arasında sürüklenmesi, toplumun vicdanını derinden yaraladı. Ardından Polat için haftalarca durmadan yapılan çağrılar, dayanışmayı büyüttü. Baskılar karşısında yükselen sesler, gücünü haklı olmaktan aldı.

“Mahir Polat’ı serbest bırakın!” çağrıları, en nihayetinde mahkemeyi ev hapsi kararına zorladı. Ancak ev hapsinin de hukukî bir karar olmadığını, bunun sadece “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” anlamına geldiğini görmek ve vurgulamak gerekiyor. O yüzden en kısa sürede Mahir Polat’ın ev hapsi de kaldırılmalı. Tüm hasta tutsaklar ve başta gençler olmak üzere tüm siyasî tutsaklar serbest bırakılmalı.

Saray iktidarı, kendisine karşı çıkan her sesi kesmek için tabiri caizse bütün tuşlara basıyor. Ancak unuttukları bir şey var: Bu halk, böyle dayatmalara karşı mücadele etmeyi uzun zaman önce öğrendi. Belki herkes aynı dili konuşmuyor, belki herkesin siyaseten farklı yöntemleri var. Ama haksızlık, herkeste ortak bir duygu yaratıyor ve bu duygu insanları müşterek taleplerde buluşturuyor: Özgürlük, adalet ve onurlu bir yaşam gibi.

Hapishaneden çıktıktan sonra kısa bir açıklama yapan Mahir Polat ise sözleriyle bir kez daha kalplerimize büyük bir umut ışığı bıraktı:

Yoksul bir ailenin, kentin varoşlarında büyümüş bir evlâdıyım. Her zaman ne yaptıysam kendi yoksulluğumu düşünüp, kendi erişemediklerime şu an birilerinin de erişemediğini düşünerek yaptım. Biz bu ülkeye güzel şeyler kazandırmaya çalışan, bu ülkenin gariban çocuklarıyız, Anadolu çocuklarıyız. Hangi zümreden olursa olsun biliyorum ki bu yüreği taşıyan başka insanlar da var. Bu çocukların enerjisi bitmeyecek. Türkiye kendi çocuklarıyla şifa bulacak.

Bir insan bu kadar haksızlığa uğradıktan, bu kadar kötülüğe maruz kaldıktan, haftalarca bile isteye canına kast edildikten sonra nasıl hâlâ böyle nahif, nazik ve aynı zamanda dağ gibi ayakta kalabilir? Bu nasıl bir şeydir?

Geçtiğimiz günlerde yazar ve oyuncu Ercan Kesal’ın bir söyleşisine katılmıştım. Konu güncel politikaya geldiğinde, “Belki de siyaset yapmadan siyaset yapmanın bir yolunu bulmak gerekiyor,” demişti Kesal. Mahir Polat, bunun yolunu bulanlardan biri. Büyük nutuklara, hamasi söylemlere gerek duymadan; kalpten konuşmayı, samimiyetle paylaşmayı, halkın derdiyle hemhâl olmayı bilen biri. Hapishaneden çıkar çıkmaz, bize heyecanla içerde gördüğü dört yapraklı yoncadan bahseden bu hem çok tanıdık hem de kimselere benzemeyen adamı o yüzden çok sevdik.

Betondan bir avluya sıkıştırılmış olsa bile, ince bir oyuğun içinden yeşeren o dört yapraklı yonca gibi yine de fışkırıyor işte umut. Ve kavgamız, bir yoncayı betondan çıkartan inatla sürüp gidiyor. Mahir Polat gibi büyük insanlığın ayak izlerini takip edenler de o umudu yeşertmeye devam ediyor. Toprağında gölge, sokağında fener, penceresinde cam olmasa da umudu var büyük insanlığın. Umutsuz yaşanmıyor.

İLGİLİ İÇERİKLER