Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli müfredatının 4-8. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin içeriğini açıklayan öğretim programının ilk paragrafı şu şekilde başlar:
İnsanın varoluşsal ihtiyaçlarının başında anlam arayışı gelir. Bu ihtiyacın karşılanmasında en büyük desteği geleneksel dini kurumlar ve toplum sunmaktadır. Anlam arayışı insan için önemli bir ihtiyaç olduğu kadar önemli bir sorumluluktur. Zira anlamlı bir hayat, güçlü ve üretken bir kişilik ile toplumsal yapı için de vazgeçilmezdir. 21. yüzyılda yaşanan değişimlerin etkisiyle bireysellik ve toplumsallık arasındaki ölçütlerin anlamı zayıflamış ve ayrıca bilgiye erişimde meydana gelen değişimlere bağlı olarak da geleneksel anlam arayış yollarının etkinliği azalmıştır. İnsanoğlunun yüzleştiği yeni sosyal gerçeklik, insanı anlam arayışı konusunda yeni yöntemler geliştirmeye sevk etmiştir.[1]
Yeni müfredatın, ortaokul ve lise düzeyinde toplam 572 sayfalık dini içeriğe sahip olması buna karşın varoluşsal sorunlar üzerine derin düşünümlerde bulunan felsefe müfredatının yalnızca 10. ve 11. sınıf öğrencilerine sunulması ve toplam içeriğinin 65 sayfa ile sınırlı kalması, bakanın şu açıklamasını hatırlatıyor: “Türkiye gerçekten eğitim anlamında sessiz bir devrim gerçekleştirdi.”[2] Yıllardır korkulan devrimci sosyalist fikirlerin üzerine sahne ışıkları öylesine çevrilmiş ki, insanlar bir karşı devrim eyleminin örgütlendiğini fark edememişler bile. Bu yazıda varoluş düğümünü dinle çözebileceğini iddia eden Maarif Modelinin birinci paragrafı çürütülecek ve dinin bu bağlamda sanılanın aksine öğrencilere ne denli zarar verebileceği tartışılacaktır.
Din, İdeoloji ve Krizin Ötelenmesi
Marx’ın belirttiği üzere, din halkın ezilmişliğini, haksızlıkları, yozlaşmayı, şiddeti, sömürüyü hafifletmeye, onları katlanabilir kılmaya, bir teselli olmaya, şükredecek bir neden bulmaya yarayan bir afyondur.[3] Marx’a göre, dini kurumlar ve toplumsal yapı, insanların anlam arayışını bastırmanın ve onları toplumsal ilişkilerin egemen ideolojisine boyun eğdirmenin bir yolu olarak kullanılır. Din, bireylerin maddi gerçekliklerinden kopmalarını sağlayarak, onları mevcut sömürü düzenine razı eden bir ideolojik aygıttır. Anlam arayışı ihtiyacının giderilmesinde en büyük rolü oynadığı iddia edilen geleneksel dini kurumlar, bu ihtiyacın ortadan kalkmasından çok, onun görmezden gelinmesine ya da ötelenip ertelenmesine sebebiyet vermektedir. Din afyondur; zihinleri uyuşuk, dudakları gülümser ve tepki verecek organları hareketsiz bırakacak hale sokar.
Varoluşsal krizler, insanların var-oluşlarının bir kaygı, bulantı, boşluk ya da hiçlik hissiyle dolmasına sebep olan hislerdir. Bu krizler din yoluyla giderilemez; aksine, geçici olarak bastırılır ve başka bir zamana ertelenir. Üstelik böylesi bir ötelemeden daha feci olan ise, dini öğretilerin öte dünya övgüsünün belirli bir tavırda varoluşsal krizin asıl sebebi olmasıdır. Zira dinlerin öte dünya öğretisi, ölümden sonra sonsuz bir yaşam vaadiyle insanların çektikleri ıstıraplara dayanma gücü verdiğini iddia eder. Dinlerin sunduğu böylesi bir öte dünya vaadi sanılanın aksine sonsuz bir yaşamla kıyaslandığında dünyadaki yaşamın önemsizliğini ve küçüklüğünü ön plana çıkararak yaşanan deneyimi değersizleştirir. Sonsuza uzaklığı bakımından 1 ve 1000 arasında bir değer farkı yoktur. Zira sonsuz, bu iki sayıya da sonsuz kadar, yani eşit uzaklıktadır. Böylesi bir düşünümle bir ömür ile kısıtlı zamanın, sonsuz ahiret ile kıyaslamasını yapacak olan insan bu kıyaslama sonucu deneyimlediği yaşamının ne denli değersiz olduğunun farkına vararak varoluşsal bir sancıya tutulacaktır. Ancak varoluşçuluğun yaşamanın getirdiği bulantı ve kaygıyı gidermek için önerisi, başka bir hayat noksanlığında şu anda elde edilmiş deneyimin ciddiye alınması ve insanca yaşamanın değerli kılınmasıdır.
Müfredatın ilk paragrafında belirtildiği gibi dinler varoluş krizini çözecek olsaydı on bin yıllardır insanları yöneten din bu sorunu bunca süre zarfında halihazırda çözmüş olacağı için varoluşçuluğa ihtiyaç kalmayacak, varoluşsal krizlerin hiç yaşanmamasına ve bu terimin asla üretilmemesine yol açacaktı. Üstelik dinlerin yeni bir yöntem olduğunu iddia etmek düpedüz tarihi çarptırmaktan başka bir şey değildir. Ancak kriz çözücü bir yaklaşımdan oldukça uzak olan dinler, cihat yoluyla din yayma savaşı, köleliği sürdürme, kadına şiddeti meşru kılma, mirasta erkeğe kadından daha fazla hak tanıma, tek bir kadının tanıklığını güvenilir bulmama, kadınlardan, LGBT bireylerden ve kendinden farklı olanlardan nefret etme, yer yer onları dövme ve öldürme, insan yaşamına absürt kısıtlamalar ve yasaklar getirme, çocuğunun dul eşini evlenilecek bir partner olarak görme, sorgulamayı yasaklama gibi uygulamalarla aslında varoluş krizinin başlıca sebebi olmaktadır. Böylesi uygulamaları teşvik eden dinlerin 21. yüzyılın ilk çeyreğinde tam da tarikatların güçlendiği ve politik devlet aygıtlarını kontrol altına almaya başladığı dönemde varoluş krizini çözme iddiası büyük bir çelişki barındırmaktadır. Sadece dinlerin yüzyıllardır bu krizi çözemediği gerçeği bile, dinlerin varoluşsal bir kriz çözücü olma rolünde başarısız olduğunu açıkça göstermektedir.
Özellikle 12 Eylül darbesi ve sonrasında CIA’in desteği ve müdahalesiyle tarikatların güçlenmesi ve 15 Temmuz darbe girişimine kadar ılımlı müslümanlık adı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini ayaklar altına alacak çalışmalar sürdürülmüştür. Bu çalışmaların, dini örgütlenme ve yapılanmaların toplumun her alanına nüfuz etmesi ve maddi gücü ellerinde tutmaları ve sayıca kalabalık gibi gözükmeleri göz önünde bulundurulduğunda yalnızca bir inanç meselesinden çıkıp politik baskı ve güç aracına dönüştüğü açıkça anlaşılmaktadır. Birçok yozlaşma, adam kayırma, haksızlık, hırsızlık ve cinayetin üstü örtülerek, dikkatleri başka yöne çekmek için bir dikkat dağıtma unsuru olarak kullanılmıştır. Bu süreçte din bir ideoloji olarak görülmüş ve ahlaki ve politik yozlaşmanın üstünü örtmek için bir perde işlevine indirgenmiştir. Din, Tanrı ile kul arasındaki içsel bir yakınlaşmadan ziyade devlet kurumlarında müdür olma, iş bulma ya da ayrımcılığa maruz kalmamanın bir aracı haline getirilmiştir. Böylesi bir tavırla yaklaşılan din birçok kompleks durumun bir araya gelmesiyle oluşan varoluşsal krizler gibi bir düğümü çözmekten oldukça uzak, yalnızca statükonun korunmasına ve baskının aktarılmasına hizmet eden bir araç haline gelmiştir.
Eleştirel Bilinç ve Eğitimde Anlam Arayışı
Paulo Freire, anlam arayışının bireyin bilinçlenme süreciyle yakından ilişkili olduğunu savunur. Freire’in “eleştirel bilinç” kavramı, bireyin çevresindeki dünyayı eleştirel bir gözle inceleyerek kendi anlamını yaratmasını ifade eder. Anlam, bireyin kendi varoluşunu ve toplum içindeki yerini sorgulamasıyla ortaya çıkar. Ancak geleneksel dini kurumlar, bireylerin bu eleştirel bilinci geliştirmelerini engelleyerek, onları mevcut düzenin kurbanı haline getirir. Freire’in görüşüne göre, anlam arayışı özgürleştirici bir süreçtir; bireyin, kendini pasif bir kabul içinde bulmaktansa, aktif olarak çevresini ve toplumsal yapıyı sorgulaması gerekmektedir. Din, bu özgürleşme sürecinin önünde bir engel olarak durur ve bireyi pasifliğe iterek gerçek anlam arayışını sekteye uğratır. Freire’nin şiddetle karşı çıktığı bankacı öğretim modeli baskı ideolojisinin bir türü olan başkasını mutlak bilgisiz sayma tavrının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Burada mutlak bilgisizlik, “irfan sahibi dini önderlerin” vaazlarında buyurduğu her kelamın sorgulanamaz birer emir olarak kabul görmesine sebebiyet verir. Böylesi bir boyun eğici tavrın özgürleştirici olması beklenen eğitimin içine dahil edilmesi açıkça çelişkili bir tutumdur.
Öğrenciler “yatırım nesneleri”, öğretmenler ise “yatırımcı”dır. Öğretmen iletişim kurmak yerine tahviller çıkarır ve öğrencilerin sabırla aldığı, ezberlediği ve tekrarladığı yatırımlar yapar. Bu, öğrencilere tanınan hareket alanının, yatırılanı kabul ve tasnif edip yığmaktan ibaret olduğu “bankacı” eğitim modelidir.[4]
Freire’nin modelini bir adım öteye taşıyarak Türkiye bağlamında yeniden yorumladığımızda, öğretmenlerin birer dini kanaat önderi rolüne soyunduğu ve şeriat benzeri bir anlayışla öğrencileri endoktrine etmeye yönelik manipülasyon çalışmaları yaptığı ya da böylesi bir müfredatın örtük amacının bu olduğu açıkça okunmaktadır. Zira daha ilk paragrafından ekonomik, kültürel ve politik yozlaşmanın, erozyonun ve kirliliğin asli sebeplerini oluşturduğu varoluşsal krizin din ile çözüleceğini iddia edebilecek kadar kendinden emin bir tavır ancak bu şekilde yorumlanabilir. Varoluşçu felsefenin ele aldığı en değerli konulardan biri olan ve bulantı hissini yok edebilecek yöntem olarak özgürlük kavramını geleneksel tavırlarla tutucu bir biçimde ele alarak bir kriz çözücü olma iddiası açıkça tezat ve çelişiktir.
Jean-Paul Sartre gibi varoluşçu filozoflar, insanın anlam arayışının, onun özgürlüğüyle doğrudan ilişkili olduğunu savunurlar. Sartre’a göre, insan “özgürlüğe mahkumdur”[5] ve bu özgürlük içinde kendi anlamını yaratmak zorundadır. Dini kurumlar ve toplumsal yapı, bu özgürlüğü bastırarak bireyin kendi anlamını yaratmasını engeller. Sartre, bireyin anlam arayışının, dışsal bir otorite tarafından değil, kişinin kendi özgür seçimleriyle belirlenmesi gerektiğini savunur. Din buyurgan bir üslupla bireylerin günlük hayatında hangi davranışları, ne dozda, kime karşı ve ne zaman yapıp yapmayacaklarına kadar emirler veren bir yapıdadır. Üstelik ideolojik bir aygıt haline indirgenen dinlerin “aza tamah eden” ve “şükretmesini bilen” pasif insanlar yetiştirmek dışında bir fonksiyonu da kalmamıştır. Acıyı güzelleyen, sorunları göz ardı edip baskılayan bir tavırda olan dinlerin varoluşun temelinde olan özgürlük terimiyle çelişkili olduğu ve baskılanmış duyguların insanı kaygılı bir ruh haline sürükleyeceği söylenebilir.
Üstelik dinlerin kaderci ve sorumluluğu ortadan kaldırır yapısı da tam anlamıyla bir krizi doğurmaktadır. Dinlerin kaderci öğretileri, bireyleri, alın yazılarına boyun eğmeye ve örgütlü mücadele ile değiştirilebilecek materyal koşulları değersizleştirerek yasaklı olan ya da mahrum bırakıldıkları her şeyin onlara öte dünyada bolca verileceği vaadiyle, acıya dayanma eziyetine yöneltir. Böylesi kaderci bir yapı özgür iradenin ortadan kalkmasıyla daha yüce olan bir yapıya tabii olma ile sonuçlanmaktadır. Yüce Allah, tarikat şeyhleri, Devlet-i Aliyye, bin senelik devlet aklı gibi bireyi bir üstün/yüce güce muhtaç bırakma ve “onlar yapıyorsa bir bildiği vardır” minvalinde kendini değersizleştirme pratiğine alıştırmaktadır. Birey toplumun içinde olduğunun bilincini tamamen kaybederek ve politikaya ne denli doğrudan katılımda bulunduğu hissinden yoksun kalarak “devlet büyüklerinin” aldığı her kararın doğruluğuna aklının yetmediği önyargısı ile sessiz kalmayı öğrenir. Böylesi bir durumda, sonuçlarının sorumluluğu kendi sırtında olmadığı için vicdan mastürbasyonu tamamlanmış, her koşulda kendinden daha kötü durumda olan insanlarla kıyaslamaya girerek bir şükür haline girmiştir.
Bu şükür hali ve sorumluluk almama bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır: Eyleme geçmemenin bir sonucu. Zira insan eyleme geçtiği ve edimleriyle doğrudan angaje olduğunda emeği ile kurduğu bağ ile onu sahiplenir. Bu eylemsizlik bireye dinin sorgulanamazlığından ve bu dokunulmazlığın sürekli bir biçimde tekrar baskı yoluyla insanlara aşılanmasından kaynaklanmaktadır. Zira Kuran’daki birçok ayette, ayetlerin sorgulanmaması gerektiği yazar ve tarikat gibi dini oluşumların içinde sorgulama neredeyse haram mertebesine yükseltilmiştir. Bu itaat ve eylemsizlik bireyin kendinden katarak doğrudan katılımcı bir özne olmasını engellemektedir. Bu engelleme kişiyi değersizleştirecek ve varoluşsal olarak boşluğun içine sürükleyecektir. İnsanın içine düşen bu boşluğu doldurmak için manipülasyon aygıtlarını elinde bulunduranlar, sahte düşmanlar ve sahte kahramanlık hikayeleri yaratarak uyuşmuş insanları nefret aracılığı ile canlı tutmak için uğraşırlar. Bu düşmanlar ve kahramanları devlet ve din kendi eliyle yarattığını gizledikten sonra onlara karşı alınan yapay zaferlerin tüm övgüsünü üzerinde toplamayı pek sever. Birey öyle bir zihniyete gelir, devleti ve onu yönetenleri öyle yüceltir ki, dünyanın geri kalan tüm devletlerinin birlik olup onun devletini ortadan kaldırmak için gizli planlar yaptığına inanır. Tüm bunların aksine, Sartre, bireyin ancak kendi varoluşunu ve özgürlüğünü kabul ederek gerçek anlamı bulabileceğine inanır. Varoluşsal krizler, insanın özgürlük karşısındaki sorumluluğundan doğar; bu krizleri çözmenin yolu, bireyin kendi sorumluluğunu kabul etmesi ve anlamı kendisinin yaratmasıdır. Din, bu özgürlüğü sınırlayarak bireyi kendi varoluşsal krizleriyle yüzleşmekten alıkoyar.
Sonuç
Sonuç olarak, Marksist teorisyenlerin ve varoluşçu filozofların ortak görüşü, dinin bireylerin anlam arayışını baskılayan ve onları mevcut düzenin bir parçası haline getiren bir araç olduğudur. Türkiye’deki maarif müfredatında, anlam arayışının dini kurumlar ve toplumsal yapılarla karşılanabileceği görüşü, insanın özgürlük ve eleştirel bilincini göz ardı eden bir yaklaşım sunmaktadır.
Dini kurumlar, anlam arayışını çözmek bir yana, bireyleri bu arayıştan uzaklaştırarak, onları pasif ve boyun eğen bir yapıya dönüştürür. Anlam, bireyin özgür ve eleştirel bir şekilde varoluşunu sorgulaması ve kendi yaşamına yönelik sorumluluk almasıyla oluşur. Bu nedenle, dini kurumlar insanın varoluşsal krizlerini çözmek yerine onları pekiştiren yapılar olarak ele alınmalıdır.
[1] Milli Eğitim Bakanlığı. (2024). Türkiye Yüzyılı maarif modeli: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı [2] Tekin, Y. (2024, September 6). Türkiye eğitim anlamında sessiz bir devrim gerçekleştirdi. Gazete Oksijen. https://gazeteoksijen.com/egitim/bakan-tekin-turkiye-egitim-anlaminda-sessiz-bir-devrim-gerceklestirdi-222876 [3] Marx, K. (1843). A Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right. [4] Freire, P. (2021). Ezilenlerin Pedagojisi: 50. Yıl Özel Basımı (D. Hattatoğlu & E. Özbek, Çev.). Ayrıntı Yayınları. (Önsöz: D. Macedo, Sonsöz: I. Shor). [5] Sartre, J.-P. (2007). Existentialism Is a Humanism (C. Macomber, Trans.). Yale University Press. (Original work published 1946).