TRT’nin sahibi olduğu dijital yayın platformu Tabii’nin yeni dizisi Gassal bir süredir konuşuluyor. Dizinin şekli şemaili henüz açıklanmamışken yaygın, pahalı ve provokatif bir reklam kampanyasıyla ilgi çekti önce. Sadece “ölünce beni kim yıkayacak?” sorusunun yer aldığı, herhangi başka bir bilginin yer almadığı reklam afişleri bazı insanları meraklandırırken, birçoğunu da rahatsız etti. Derken Gassal dizisi duyuruldu ve reklam kampanyası üzerinde oluşan olumsuz algı, dizi üzerine örgütlenen abartılı övgü kampanyasının altında görünmez oldu.
Dizi, içeriğinden önce, iyi veya kötü bir yapım olduğuna izleyiciler tarafından karar verilmesine fırsat tanınmadan, “aşırı iyi bir dizi” olduğu söyleminin yaygınlığı ile çıktı karşımıza. İktidar elitlerinin, iletişim başkanlığının, gazete ve televizyon memurlarının ve (bir bölümü muhalif olarak kurgulanmış hesaplarla iş gören) troll’lerinin yarattığı seferberlik, Gassal’ı bir kültürel üründen ziyade bir kültürel olay, bir kültürel kırılma noktası mertebesine taşıma amacı güdüyordu. Sosyal medyada dizi hakkında ortaya sürülen çeşitli eleştiriler de aynı odaklar tarafından hakaret, aşağılama ve yaftalamalarla susturulmaya çalışıldı. Gassal çok çok iyi bir diziydi, bunun aksini düşünmek ancak siyasi bağnazlıkla mümkün olabilirdi.
Kültürel ikamecilik ve sansür
Dizi üstüne dönen tartışmaların bu denli gerilimli bir halde seyretmesinin temel nedenini anlamak için, dizinin içeriğini, sanatsal kalitesini, teknik ustalığını, iletmek istediği mesajı değil, var olmasını sağlayan, kendisini doğuran maddi güç ilişkilerini ve bu ilişkilerin kültürel alandaki yatırımlarını gözden geçirmek faydalı olacaktır. Çünkü bahsi geçen dizi kullanım değerinden çok değişim değeriyle maluldür ve bu denli gündem olmasını sağlayan da bizzat bu özelliğidir.
“Kültürel iktidar” kavramı ile başlayalım. Sulandırıla sulandırıla artık her anlama gelebilir bir hale bürünen bu kavram, 2011 yılında, tam da Erdoğan tarafından Muhteşem Yüzyıl dizisi ve Mehmet Aksoy’a ait İnsanlık Anıtı heykelinin hedef alındığı bir dönemde, AKP’li ideologlar tarafından üretilmiş, özellikle kültürel bir canlanma ve heyecanı da beraberinde getiren Gezi İsyanı’nın ardından, iktidar sözcüleri tarafından siyaset alanında sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır.
“Merkez-çevre” liberal tarih okumasına yaslanan iktidar ideologlarına göre cumhuriyet dönemiyle birlikte siyasi iktidarı ele geçiren Batıcı-laik kesim (merkez) kültürel iktidarı da ele geçirmiş, yerli ve milli kültürü (çevre) zorla bastırmış, bunun yerine Batıdan ithal, milletine yabancı, seküler elitlerin zevklerinden ibaret, sahici olmadığı için de bir o kadar niteliksiz bir kültürü hâkim kılmaya çalışmıştır. Bu kültür hedeflendiği derecede hâkim olamasa da, bu kültürü hâkim kılmaya çalışan elit kesim günümüzde dahi kültürel anlamda muktedir olmaya devam etmektedir. Ordu ve yargı üzerindeki vesayeti yenilgiye uğratıp her alanda muktedir olmayı başaran AKP’nin, mağlup hatta mağdur durumda kaldığı tek alan kültürel alandır yani.
Kültürel iktidar kavramıyla, Gezi sonrası, başlatılan kültürel mücadele iki ayaklı yürümüştür. İlk olarak kültürel iktidar diye bir şeyin var olduğu ve muhafazakâr kitlelerin bunun mağduru olduğu anlatısı yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu uğurda yüzlerce yazı, onlarca konferans/seminer, dergilerin özel sayıları, televizyon programları seferber edilmiş, bizzat Erdoğan birçok konuşmasında bu kavrama vurgu yapmıştır. İkinci olarak ise kültürel ikamecilik diyebileceğimiz bir stratejiyle karşı kamp olarak kodlanan grupların kültürel ürünlerinin, iktidar yandaşı kopyaları yaratılmıştır.
Ot dergisi Cins’le, #Tarih dergisi Derin Tarih ile, İletişim, Metis gibi yayınevleri Ketebe ile, İstanbul Bienali Yeditepe Bienali ile, Muhteşem Yüzyıl TRT’nin çeşitli tarih dizileriyle, Onedio GZT ile ve nihayet (daha geç bir tarihte) Netflix Tabii ile karşılanmıştır (bu örnekler çoğaltılabilir). Bu süreçte muhafazakâr standartlara uygun ürünler ortaya çıkarmak hedefinin yanında, kendilerine sorun çıkarmayacak nitelikteki gerçekten nitelikli kültürel ürünlerin dağıtımında da söz sahibi olmak hedeflenmiştir. Yine AKP tarafından kapatılan kültür sanat kanalı TRT 2’nin 2020 yılında tekrar açılması, kitap satış mağazaları D&R ve İdefix’in Turkuaz Medya tarafından satın alınması, Ketebe’nin kurulması ve Timaş’ın yayın politikasını değiştirmesi bu açıdan değerlendirilebilir.
Bu yapılanmanın kurulduğu yıllarda diğer yandan da karşı cenahtan görülen kültürel ürünlere yönelik kısıtlama ve sansür önlemleri alınmıştır. Yasaklanan tiyatro oyunları, sinema filmleri, sergiler, festivaller ve konserler; toplatılan, siyah poşete konulması zorunlu kılınan kitaplar, haklarında soruşturma açılan yazar, çevirmen ve editörler; siyasi duruşları nedeniyle kara listeye alınan oyuncular, RTÜK tarafından düzenli olarak cezalandırılan diziler bunların hedefi olmuştur. Bunun yanı sıra, Netflix gibi platformları ve Youtube programlarını zapturapt altında almak için bir sansür yasası çıkartılmış, bu mecralardaki yayınların denetimi de RTÜK’e devredilmiştir. Bahsi geçen yıllarda edebiyat, sinema, tiyatro gibi alanlara yönelik dağıtılan devlet hibeleri çok büyük oranda iktidar yanlısı isim ve kurumlara verilmiş, bu hibelerin dağıtımında belirlenen kriterler kültürel üretimde belli başlı kalıpları şart koşmuştur.
Ancak on yıla yayılan bu dönemde, bu denli çabaya ve harcanan paraya rağmen, istenilen başarı sağlanamamış, kendi karşıtını bile kendisini izlemeye/dinlemeye/okumaya ikna edecek bir kültürel üretim ortaya çıkmamıştır. Çünkü ilk olarak tanımlamalar yanlıştır. Kültür, siyaset gibi çeşitli araçlarla iktidar olunabilecek bir alan değildir. Bundan dolayı saldırıya geçilen çeşitli gruplar da kültürel iktidar sahibi değildir. Yerli ve milli kültür de, bunun karşısına konumlandırılan ve muktedir addedilen seküler/batıcı kültür de, hayali toptancılıklardan ibaret tanımlamalardır. Orhan Pamuk ile Nazım Hikmet’i, Netflix ile Moda Sahnesi’ni, kısaca AKP’nin hoşlanmadığı herkesi aynı torbanın içerisine tıkıştırmak iktidar ideologlarının propagandist kestirmeciliğinin sonucudur. Çukurambar ya da Başakşehir’de kafa kafaya verip icat etmeye çalıştıkları Anadolu’ya has yerli ve milli bir kültür de öyle. Bundan dolayı başarıya ulaştırılabilecek kültürel bir hedef de yoktur aslında.
Kültürel iktidar hamlesi temel olarak, mağduriyet hikâyelerinin ve toplumsal kutuplaştırma yakıtının azalmaya başladığı bir dönemde bunları takviye etme görevini üstlenmiştir. Burada kültür sadece sanatsal ve entelektüel üretim anlamında değil, hayatın bütün yönlerini sarmalayan geniş anlamıyla düşünülmelidir. İkinci olarak bu yıllarda sayısı artan, alışkanlık ve ritüelleri taşradaki muhafazakârlardan ayrışan, kültürel talepleri karşı kampın sahasına kaymaya başlayan, kabaca Ertuğrul Diriliş yerine Squid Game izlemeyi tercih eden yeni nesil şehirli muhafazakârlara hitap edebilecek kanallar oluşturmaktır. Yeni nesil muhafazakârların sosyal medya kullanımları, başlarını açan gençlerin yine bu mecralarda görünür olması, başörtülü influencerların yaygınlaşması iktidar ideologları ve siyasal İslamcı mahalle bekçilerinde bir alarmizm durumunu tetiklemiştir. Üçüncü olarak, muhaliflerin kültürel motivasyon ve beslenme kaynaklarının kısıtlanması, mümkünse susturulmasıdır. Bilhassa Gezi İsyanı bu konuda iktidara güzel bir ders vermiştir. Son olarak ise bu kültürel mücadele ile birlikte, AKP’nin elitleri için yeni bir rant kapısı açılmıştır. Kültürel iktidara karşı verilen bu kutlu savaşın neferi olmak uğruna üretilen binlerce proje, benim kültür müteahhitleri olarak adlandırdığım, sayısı bir avuç olan yeni kültürel elitlere ihale ve para olarak geri dönmüştür. Devlet ve AKP sermayesi desteğinin arkalarında olmadığı rekabetçi bir piyasada kazanmaları imkânsız olan maddi başarıları bu sayede kazanmış, yine piyasa tarafından “satın alınması” çok zor olan ürünlerini bu sayede geniş kesimlere ulaştırma şansına erişmişlerdir.
Tabii ve Gassal
Durum buyken, günümüzde üretilen herhangi bir kültürel ürünü ya da sanat eserini “sadece kendi kriterleri içerisinde değerlendirmek” diye bir şey mümkün değildir. Doğası gereği her kültürel ürün içerisine doğduğu toplumdaki güç ilişkilerinin izini taşırken, devlet gücünü ve devasa bir ekonomik sermayeyi elinde bulunduran iktidarın kültürel alana yönelik kapsamlı bir operasyon yürüttüğü ülkemizde bu iz yüz kat daha belirgindir. Gassal’a siyasi bir yapım dememizin sebebi de budur, baştan ayağa siyasetten doğmuş, doğumundan itibaren siyaset eliyle büyütülmüştür.
Gassal rövanşist bir yapımdır. Hayali kültürel iktidar cephesinin Bir Başkadır’ına, Şahsiyet’ine, Masum‘una, Gibi‘sine, Prens’ine yerli ve milli bir cevap olarak kurgulanmıştır. Yapımcı ve senaristi yukarıda bahsettiğimiz kültür müteahhitlerine dahil olsa da, şehirli muhafazakârları ve seküler seyirciyi yakalamak için, bunların çizdiği haritada karşı cephede yer alması muhtemel olan Ahmet Kural ve Selçuk Aydemir gibi isimleri kadroya almak zorunda kalmışlardır. “Ama dizide propaganda yok” savunması da bununla bağlantılıdır. Size ve ürettiklerinize mesafeli insanlara ulaşmanın yolu yeni bir Payitaht ya da Teşkilat çekmek değildir. Tam tersine uzlaşma anlamına gelebilecek yeni bir hat keşfetmektir. Tıpkı TRT 2 örneğinde olduğu gibi.
Diziyi yaratanların başat amacı Tabii platformuna her izleyici grubundan insanlar gözünde bir meşruiyet kazandırmaktır. Bu anlamda Gassal bu platformun en iddialı işi, en yüksek bütçeli reklamı olarak görülebilir. Peki, Tabii neyi amaçlamaktadır? İçeriğine ve üreticilerin siyasi görüşlerine bakmadan ülkenin yaratıcı ve entelektüel gücünü destekleyecek, orijinal ve nitelikli projelere alan açacak, küresel çapta ticari başarılar kazanmış dizi sektörünü kapsayarak sektörün küresel devleriyle rekabet edecek bir yayın platformu olmak mı? Yoksa yukarıda özetlediğimiz kültürel mücadele masalının basit bir parçası olmak mı?
TRT Genel Müdür Yardımcısı Ziyad Varol, Gassal dizisi üzerine şunları söylüyor: “Ayrıştıran, dejenere eden, yalnızlaştıran, tahrik eden değil #BiziBirleştirenHikayeler Türkiye’de olduğu gibi dünyada da @tabiiresmi ile sizlerle buluşacak. İzleyicisine veya profesyoneline bir norm gibi dikte edilen tüm dijital içerik yayıncılığı formlarını yırtarak alternatifinin mümkün olduğunu gösteren bu büyük başarıda emek veren tüm çalışma arkadaşlarıma teşekkür ediyorum”. Varol, karşı kampta gördüğü bütün işlere bulabildiği bütün olumsuz özellikleri yüklerken, Gassal’ı ve Tabii’yi tam da bunların karşıtını yapacak bir proje olarak olumluyor. Aslında son yıllarda gelişen ve gerçekten tektipleşen dijital içerik formlarına büyük oranda uygun bir yapım olan Gassal’ı, içerisinde sadece küfür, cinsellik ve LGBTİ+ bireyler olmadığı için alternatif bir “içerik” olarak kodluyor.
Diğer bir TRT yöneticisi ise dizinin popülerleşmesi üzerinden, Netflix’in nasıl ideolojik saiklerle algı yönetimi yapan bir platform olduğunu anlattıktan sonra, Tabii’nin geleceğine yönelik şöyle bir çerçeve çiziyor: “Tabii’nin en önemli önceliği, kendi kimliğini ve anlatı dilini net bir şekilde tanımlamak olmalıdır. Türk kültürünü, sade ve derinlikli bir yaklaşımla, samimi bir gönül dili üzerinden sunarak özgünlüğünü vurgulamalıdır. [… ] Bu süreç, yalnızca Türkiye’nin kültürel zenginliklerini korumakla kalmayacak, aynı zamanda dünya genelinde anlam arayan izleyicilere hitap edecektir. […] [Tabii] Özellikle Türk dünyası ve İslam dünyasının, dünyaya açılan bir portalı olabilir. Tüm Türk ve Müslüman yapımcılar tabii üzerinden içeriklerini dağıtabilir duruma gelebilir. Ortak bir küresel internet televizyonumuz olabilir!” Platforma biçilen rol oldukça açık: “küresel medya ideolojisi”ne ve onun Türkiye’deki uzantılarına karşı (bunlar kültürel iktidar sahipleri oluyor) Türk ve Müslüman kültürü odaklı ideolojik bir yayıncılık, bir karşı algı yönetimi programı. Dünya genelinde “anlam arayan” izleyicilere bir anlam hediye etme hedefi de oldukça iddialı.
Aslında bunlar bir kurumda yönetici olmanın ve bu işle akademik olarak ilgileniyor görünmenin dayattığı oldukça resmi ifadeler. Bu isimlerin de söylemek istediği ama açıkça söylemediğini Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kızı Merve Safa Erbaş Likoğlu doğrudan söylüyor: “Küfür ve cinsellik içermeyen bir şey çekemiyorsunuz oğlum. O yüzden tir tir titriyorsunuz Gassal tipi diziler çoğalacak da tahtınız devrilecek diye. Titreyin, meheldir.”
Bütün bu tabloyu göz önüne aldığımızda, neden dizinin var oluş koşullarının ve marka değerinin içeriğinin önüne geçtiği, iyi veya kötü bir dizi olmasının, yüklendiği işlevler altında neden önemsizleştiği, diziyi bir kültürel ürün olarak değersizleştirenin nasıl bizzat iktidarın pragmatist kültür politikası ve politikanın uygulayıcısı kültür müteahhitleri olduğu gözle görülür hale gelecektir. Dizinin içeriğinde doğrudan propaganda bulamayanların onu “kültürel hegemonya tartışmalarını taşıyamayacak kadar o tartışmanın uzağında bir yapım” olarak nitelemesi, yöntemsizlikten malul liberal dar görüşlülüğün bir örneğidir yalnızca. Bütünü göz ardı edip parçaya dikkat kesilmek ve bunların arasındaki ilişkiselliği gözlerden gizlemek, çoğunlukla sağcıların kullandığı, ideolojik bir tercihtir.
Son olarak, dizi, içeriğinden daha büyük işlevler yüklendiği için bu işlevlere odaklandığımızı söylesek de, içerik hakkında da bir şeyler söyleyerek bitirebiliriz. Dizi, ne çok iyi ne de çok kötü bir yapım olarak anılmayı hak ediyor bence. Her yıl onlarcası yayımlanan yerli “dijital içerik”ler arasında bir ortalamayı temsil ediyor. Senaryo açısından ciddi eksikleri olduğu, on bölüm boyunca tutarlı, bağlam içerisinde ve sürükleyici bir hikâye anlatma yeteneğine sahip olmadığı, her bölümün birbirinden bağımsız skeç benzeri mikro hikâyelerle kotarılmaya çalışıldığı söylenebilir. Dizinin mizah iddiasının da havada kaldığı ortada. İslami çerçevenin sınırları içerisinde mizah yapma gayesi, “tövbe estağfurullah”ların bir fren işareti olarak bol bol kullanıldığı, mizah ögelerinin başladığı yerde sona erdiği, bu nedenle esprilerin menzilinin çok kolay öngörülebildiği bir komik olamama hüsranıyla son buluyor. Çünkü amaç kendi içerisinde başarısızlığa mahkûm. Terry Eagleton’ın dediği gibi, “Gülme, […] bir baskının yenilgiye uğramasıdır; yine de eğleniriz çünkü tam da onu ihlal etme eylemindeyken kısıtlamanın gücünü kabul etmiş oluruz” (1). İhlal etme eylemini gerçekleştirmeyi bırakın, bunu meşru görmemeyi salık veren bir hikâye anlatıcılığından mizah beklememek gerekiyor.
Ortalama bir dizi olarak bir şaheser muamelesi gören Gassal’ın ve onu içeren Tabii’nin hikâyesi böyle. Bu vesileyle dizi üzerine dönen tartışmaların, AKP’nin kültür politikasının dünü, bugünü ve yarını üzerine yeni tartışmalara alan açması en iyisi olacaktır. Kültürel alanda meşruiyet kazanma çabasıyla atılan uzlaşma adımlarına ise dikkat edilmelidir. Çünkü, Göran Therborn’un dediği gibi, “İdeolojik egemenlik ilişkilerinden bir tanesi uzlaşmadır. Yönetilenlerin, yönetenlere, dünyadaki başka şeylerin hem kendi boyun eğişlerinden hem de alternatif bir rejim olacağından daha önemli olduğunu düşünecek biçimde koşullandıkları için itaat ettikleri bir duruma gönderme yapar […] ve uzlaşma egemenlik altındakilerin belki de en yaygın kabullenme biçimidir” (2).
(1) Terry Eagleton, Mizah, çev. Melih Pekdemir, Ayrıntı Yayınları (2) Göran Therborn, İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı, çev. İrfan Cüre, Dipnot Yayınları, 2008