Türkiye’de 19 Mart’tan bu yana yaşananlar, uzun süredir birikmekte olan toplumsal enerjinin nasıl hızla ateşlenebileceğini gösterdi. Başta Ekrem İmamoğlu olmak üzere, birçok belediye başkanı ve bürokratının apar topar gözaltına alınması ve sonrasında tutuklanması, toplumun geniş kesimlerinde büyük bir tepki doğurdu. Öğrenci hareketinin öncülük ettiği toplumsal muhalefet, büyükşehirlerde günlerce sokaklarda ve meydanlarda buluşarak kitlesel protestolar düzenledi. Dozu her gün artan polis şiddetine rağmen başta gençler olmak üzere kitlelerin dirayeti hiç azalmadı.
Ancak tüm bu hareketlilik, peşinden gelen uzun bayram tatili ve boykot tartışmalarıyla zayıflamaya başladı. Şimdi önümüzde yeni bir mücadele dönemi var ve bu dönemin en kritik sorusu şu: İşçi sınıfı kendi varoluşu ve talepleriyle direnişe nasıl dâhil edilebilir ve toplumun en yoksul kesimleriyle doğrudan bağlantı kurmayı hedefleyen bir mücadele hattı nasıl kurulabilir?
Direnişin ilk günlerindeki dinamizmin düşüşünün elbette çeşitli sebepleri var; özellikle göze çarpan husus ise direnişin geniş kitlelerin ihtiyaçlarıyla net bir şekilde buluşamadığı gerçeği. Örneğin belediyelere kayyum atanması, yalnızca anti-demokratik bir uygulama değil, aynı zamanda kentin yoksulları açısından hayati önem taşıyan birçok hizmetin sekteye uğratılması anlamına geliyor. Şişli’de ucuza yemek sunan Kent Lokantası’nın iki şubesinin de kapatılması bunun sadece bir örneği. Fakat bu durumun dar gelirli yurttaşlar nezdinde yarattığı mağduriyet, ne yazık ki yeteri kadar dile getirilemedi. Hareketin ana akışı içerisinde bu tip somut sınıfsal talepler yeterince yer bulamadı.
Bunda son bir haftadır direnişin esas gündemi hâlini alan boykot tartışmalarının da etkisi var. Boykot, elbette etkili bir protesto yöntemi; ancak doğru zamanda, doğru hedeflere yönlendirildiğinde. CHP’nin yaptığı son boykot çağrıları ise her ne kadar haklı sebeplere dayansa da yoksulların yanından bile geçemediği markalara ve ürünlere odaklandı. Bu da boykotu toplumsal tabakadan yalnızca sınırlı bir kesimin kendini ifade edebildiği bir zemine dönüştürdü. Daha geniş bir işçi-emekçi dayanışması ise ne yazık ki kurulamadı.
Hâl böyle olunca iktidar, her zamanki “kültür savaşı” argümanını devreye sokarak saflaştırma, kutuplaştırma taktiğini uygulamaya başladı ve yeni bir gerilim iklimi yaratıldı. Bir kez daha herkes kendi mahallesinde mevzilenirken, muhalefet ise işçilerin, emekçilerin feryadına erişebilecek ortak bir dil üretemedi. Siyaset, zaman zaman “halkçı söylemleri” dillendirse de bu söylemlerin içini dolduracak sokak örgütlülüğü ne yazık ki kurulamadı.
Şunu kabul etmek gerekiyor: Toplumun önemli bir kesimi, sadece “haklılığımızı” anlatmakla ikna olacak bir konumda değil. Çünkü iktidarın devasa propaganda makinesi, eski kabiliyetini yitirse de hâlâ toplumun azımsanmayacak kadar geniş bir kesimini durmadan manipüle ediyor. Bu manipülasyona engel olmak ise örgütlü bir çabayı ve kitlelerle ortak bir dilde, sosyal gerçeklik üzerinden bağ kurmayı gerektiriyor. Kültür savaşının tek bir panzehiri var: Sınıf mücadelesi.
Son yıllarda işçi hareketi içinde kıpırdanmalar oldu, birçok grev ve direniş yaşandı. Ancak çoğu iktidarın güdümünde olan ya da bürokrasi batağına saplanmış sendikalar, geniş çaplı genel grev çağrısı yapmak veya fiilî bir dayanışma eylemi örgütlemek niyetinden ve becerisinden yoksun. Bu da özellikle kitle hareketlerinin yoğunlaştığı dönemlerde toplumsal muhalefetin önünde ciddi bir duvar oluşturuyor.
Yine de iradenin iyimserliğine güvenmek ve sabırlı olmak şart. Bu ülkede, her türden baskılara rağmen defalarca sokaklara çıkan, grevler düzenleyen, hakkını arayan köklü bir gelenek var. Bunun yeniden filizlenmesi uzun bir zaman alabilir. Önemli olan ise bugün ortaya böyle bir kıvılcım çıkmışsa, onu söndürmemek ve doğru temelde büyütmek. Bunun için de direnişin temel talepleri ve hedeflerini doğru belirleyip, “Ne istiyoruz?” sorusunun yanıtını bulmak zorundayız. Yanıt, aslında belli: Söz, yetki ve kararın halkta olduğu demokratik bir düzen, sosyal adaletin egemen olduğu bir ekonomik düzen ve barışın, özgürlüğün hâkim olduğu bir toplumsal düzen. Bunun yolu da emekçilerin iki kap yemeğini dahi gasp eden ve halkı işsizliğe, yoksulluğa mahkûm eden düzenle hesaplaşmayı mücadelenin merkezine koymaktan geçiyor.
Halkın somut talepleriyle yola çıkan, onların iradesini örgütleyen, kararlı ve ısrarlı bir hareket inşa edilirse, hiçbir baskı aygıtı bu dalgayı uzun süre dizginleyemez. Elbette bunun kolay olmayacağı ortada. Baskılar, gözaltılar ve tutuklamalar devam edecek, medyanın büyük bir kısmı gerçeğin üzerini örtmeye çalışacak, emekçilerin aklını bulandırmaya yönelik her türlü çaba sürdürülecek. Fakat yine de 19 Mart’tan bu yana yaşanılanlar, halkın kararlılığı ve direncinin en beklenmedik anlarda ve en baskıcı rejimlerin ortasında dahi filizlenebildiğini bir kez daha gösterdi.
Bugün yapılması gereken, bu kıvılcımın sönmesine izin vermeden; hangi cephede mücadele ediliyorsa orada derinleşmek, toplumsal talepleri net bir şekilde dile getirecek örgütlü bir mücadele hattını inşa etmek. Böylesi bir hareketin fikrî ve örgütsel öncülüğünü yapabilmek için ise içe dönük, kendi dar çevresiyle konuşan, sloganlara hapsolmuş bir anlayıştan sıyrılmak lâzım. Bunun yerine, insanlarla birebir temas kuran, mahallelerde forumlar, işçi semtlerinde dayanışma ağları oluşturan, sendika yönetimlerini baskı altına alan bir yaklaşımla yol alınmalı. Bu yol, her ne kadar meşakkatli görünse de yürünmeye değer tek yoldur.