Türkiye büyük bir değişimin eşiğinde. Sokaktan yükselen ses, artık yalnızca bir tepki değil; aynı zamanda bir yön tayin ediyor.
2013’te Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine karşı başlatılan sözüm ona küçük bir eylem, kısa sürede kitlesel bir itiraza dönüşmüştü. Ortak paydası demokrasi talebi olan binlerce insan, siyasi farklılıklarına rağmen yan yana geldi. Lidersiz, örgütsüz ama kararlı. Bu süreçte çok acı kayıplar yaşadığımız gibi halkın oylarıyla seçildiği halde kurmaca suçlamalarla mahkûm edilen TİP Hatay milletvekili Av. Can Atalay gibi Gezi tutsakları da bizimle aynı yolun yolcusu oldu.
Ardından gelen on yıl içinde iktidarın sertleşen söylemleri ve uygulamaları toplumda belirgin bir korku iklimi yarattı. Öyle ki bu korku, sadece önümüze bir duvar çekmekle kalmadı; üzerimize de çöktü. Otoriterleşmenin gölgesinde, insanlar sadece haklarını değil, taleplerini de sessizce içlerine gömmek zorunda kaldı. Pek çoğumuz toplumsal gücü simgeleyen ya da simgelediğini düşündüğümüz resmi kişi ve kurumlara kısacası devlet denilen olguya yabancılaştık. Çünkü onlardan ne faydalanabildik ne de ortaklaşa sahibi olabildik. Faydalanmak şöyle dursun toplumsal güçlerin üzerimizde kurduğu baskı ve “sadece” çıkar gruplarının ortaklaşa sahibi olabildiği imtiyazlar nedeniyle isyanımız büyüdü. Yalnızlaştık.
Bu, rastlantı değil; bilinçli bir tercihin sonucu. Kapitalist düzen korkuyla çalışır. Egemen güçler işçi sınıfı ile halk hareketinden korkar. Korktuğu için çeşitli araçlarla bu korkusundan “korku” yaratır. Küçük bir azınlığın elinde tuttuğu onca zenginliğin ve iktidarın kaybına dair endişesi, egemen güçleri daha sert müdahalelere ve daha çok emek sömürüsüne iter. Sermaye ve iş birliği içinde olduğu faşist iktidarlar devamlılığını sürdürebilmek ve kendi korkularını gizleyebilmek için toplumlar üzerinde farklı biçimlerde tecessüm eden korku halleri üretirler. Çünkü insanlarda yaratmış olduğu bu kaybetme korkusu olmadan, itaati sürdüremez. Bu nedenle insanlar, işlerini, özgürlüklerini, yalnız kalmayı, dışlanmayı göze alamadıkları için susar. Oysa suskunluk, iktidarın en çok ihtiyaç duyduğu yakıttır.
Bu düzenin devamı için “istikrar ve güven ortamı” gerekir. Kelime anlamının tam tersini içeren bir istikrar ortamıdır bu. Yüksek enflasyon, her gün artan fiyatlara karşılık halkın istikrarlı bir şekilde durumu kabullenmesi ve kanıksamasıdır. Bunun yanı sıra emeğin örgütlenememesi ya da sözde sendikalarla iktidar ve sermaye yandaşı olunması, sermaye ile faşist iktidarların birliğinin ihtiyaç duyduğu mükemmel ortamın devamlılığını sağlar.
Yüzyıllar boyunca sadece kapitalist toplumlarda değil Orta Çağ karanlığında da halk, hayatın her alanında, her türlü mecrada birçok yasaklamayla karşı karşıya kaldı. Ancak kapitalist koşular bunların en derinlerini yarattı. Halkı sadece egemen güçler tarafından sallanan sopalar korkutmaz aynı zamanda bireyler bu yasakları özümser ve kendilerini frenlemeye başlar. Egemen güçlerin yarattığı korku hayatlarının bir parçası haline gelir. İşin kötü yanı, çoğu zaman bunun farkına varmazlar. Özgür olduklarını sanırlar ama aslında büyük bir korku imparatorluğunun içinde gözleri kapatılmış, sesleri kesilmiş, elleri ters kelepçeyle bağlanmıştır.
Türkiye’de çok “bereketli” bir korkudan korku yaratma durumu söz konusudur. Osmanlı’dan kötü bir miras olan despotizm, Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan askeri darbeler ve olağandışı durumların yarattığı militarizm, durmadan korkudan korkuyu üretir. 1980 darbesinin ardından Türkiye’de toplum, korkudan korku üretiminin dozunun arttırılması ile giderek apolitize olmuştu. Bu ortamda filizlenen AKP iktidarı da yalnızca önceki yönetimleri aratmakla kalmadı; baskı politikalarını derinleştirerek yoluna devam etti. Kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan uygulamalar, kadınlara yönelik baskılar, cezasızlıkla teşvik edilen kadın cinayetleri… Eğitim ve sağlık alanındaki özelleştirmelerle mağdur edilen milyonlarca insan… Sermaye ile kurulan yakın ilişkiler sonucu artan işçi ölümleri…
Ama bu düzenin bir açığı var: Korku bulaşıcı olduğu kadar, cesaret de bulaşıcı. Korku duvarı çatladı. Ve o çatlaklardan sızan ışık, yeni bir toplumsallığın ihtimalini taşıyor. Sistemin yarattığı korku duvarında ilk gediği açan ise Gezi Direnişiydi. İkinci ve daha büyük gedik ise 19 Mart Darbe girişimi sonrası açıldı. Z kuşağının adaletsizliğe ve geleceksizliğe duyduğu öfke, egemen güçlerin toplum üzerinde yarattıkları korkunun artık sonuna geldiğimizi gösteriyor. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı aşmasıyla büyüyen eylemlilik hali planın bozulduğunu gösteriyor.
Son yıllarda farklı kesimlerden yükselen sesler, artık sadece tepki vermiyor; aynı zamanda alternatif kurmaya çalışıyor. Artık insanlar yalnız olmadıklarını görüyor. Bir araya gelmenin mümkün olduğunu fark ediyor. Direnişin sesi, yeniden yükseliyor. Artık korku duvarı aşıldı ve halk ne olursa olsun sokaklarda olmaya devam ediyor. Her geçen gün kalabalıkların arttığını, öğrencilerin en ön saflarda yer aldığını ve örgütlülük bilincinin gelişmeye başladığını görüyoruz. Devrimin ayak seslerini duyuyoruz…Artık korkudan korku değil, cesaretten cesaret doğuyor.