“Başıboş köpek terörü sürüyor”, “Başıboş köpek terörü tırmanıyor”, “Başıboş köpek terörü durdurulamıyor”, “Köpek terörü azdı”, “Köpek terörü zıvanadan çıktı”, “Başıboş köpek terörü sokakları işgal ediyor”, “Başıboş köpek terörü ülkenin üzerine karabulut gibi çöktü”, “Türkiye köpek terörüne teslim oldu”…
Türkiye’de yaşamayıp yukarıdaki haber başlıklarını okuyan biri, kıran kırana geçen türler arası, ölümüne bir mücadelenin ardından canis lupus familiaris’in homo sapiens’i tahtından indirip ülkeyi tamamen ele geçirdiğini sanabilir.
Mübalağa deyip geçilebilir elbette. Zaten unutmayalım, milliyetçilik denen siyasi cereyanın, hele hele onun faşizme meyyal daha katı ya da agresif versiyonlarının neredeyse jenerik bir özelliği, ulusal varlığın varoluşsal risklerle kuşatılmış olduğu iddiasını öne süren mahşeri (apokaliptik) terimlerle söylemek ve eylemektir: Kıyamet yakındır, milli birlik ve bütünlük daima tehdit altındadır, ulusal varlık hep tehlikededir.
Erdoğan, sıklıkla bu apokaliptik tasavvur dünyasının içerisinden hitap eder kitleye. Mesela, “aile müessesesi bir bütün olarak tarihinin en çetin sınavını veriyor. Küresel kültürün desteklediği, teşvik ettiği cinsiyetsizleştirme politikaları insan neslini tehdit eder boyutlara ulaştı. LGBT dayatması faşizmi aratır şekilde toplumu yozlaştırmaya dönüştü” diye konuşup “küresel bir dikta aracı halini alan LGBT dayatması”ndan bahsedebilir. Korkuyu bir siyasal mobilizasyon ve tahkimat vasıtasına dönüştürmekte mahirdir. Dolayısıyla hiçbir veriye dayanmaksızın “milletimizi, milletimizin can güvenliğini çok yakından ilgilendiren ve artık tahammül edilemez noktaya varan sahipsiz köpek sorunu” diye konuşması şaşırtıcı değildir. Toplumsal tabanını pekiştirmek (moda tabirle “konsolide etmek”) için onun korkularını şevkle, iştahla kaşır. Alarmizm dozu yüksek, abartılı bir seferberlik söylemine başvurur. Türk milliyetçi muhafazakârlığının kırılgan özgüveni ve tekinsizliğine dair o tanıdık “bayrağın inmesi, ezanın susması”, “din-iman-vatan gitti gidiyor” temalarını her vesileyle tepe tepe kullanır.
Dolayısıyla “başıboş köpek terörüne” ilişkin bu yazının başındaki haber başlıklarındaki mahşeri üslup hiç de istisnai bir şey değil. Ancak bu üslubun tanıdık oluşu bizi yanıltmasın. Sokakta yaşayan hayvanların iktidar tarafından bir güvenlik tehdidi olarak işaretlenmesi aslında oldukça yeni bir gelişme. Bundan daha beş altı yıl önce tartışılan, kamuoyunda infial yaratan mesele sokak hayvanları değil, sokakta yaşayan hayvanların maruz bırakıldığı şiddetti. Erdoğan 2018 yılında “hayvanları korumak sadece görev değil inancımızın, insanlığımızın da gereğidir. Hayvanlar bir mal değil candır, bizlere Hüda’nın bir emanetidir” diye yazıyor, Bahçeli de aynı minvalde devam ediyordu: “Allah’ın her yarattığını aziz bilen bir inancın mensupları hayvan katillerini affetmeyecektir. Ha bir köpek yavrusunu kesmişler, ha bir emzikli bebeği katletmişler, mana ve muhteva olarak hiçbir fark yoktur.”
2019 yılında AKP İzmir Milletvekili Binali Yıldırım ve arkadaşlarının imzasıyla Meclis Başkanlığına hayvan haklarına ilişkin bir araştırma önergesi verilmiş, TBMM Genel Kurulunda dört partinin de desteğiyle Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştu. Yıldırım’ın sunduğu önergenin gerekçesinde, hayvanlara yönelik öldürme, işkence, eziyet ve kötü muamele fiillerine ilişkin yapılan haberlerde artış görüldüğüne işaret ediliyor, hayvanlara yönelik işkence ve kötü muamelenin toplum vicdanını yaraladığı belirtiliyordu: “Bu fiillerin yaygınlaşması vatandaşlarımızın ve toplumun vicdanını yaraladığından tedbir alma zorunluluğu ortaya çıkmıştır ancak bu konuda yapılan yasal düzenlemelerin yanında hayvanlara yönelik kötü muamelenin ortadan kaldırılması ve hayvan sevgisinin aşılanması konusunda toplumun bilinçlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir.”[1]
Beş yıl önce “toplum vicdanını yaralayan” hayvanlara dönük şiddetti. Bugünse “başıboş köpek terörünün” toplumda yarattığı huzursuzluktan bahsediliyor. Daha birkaç yıl önce konuşulan hayvanların karşı karşıya kaldığı sorunlar iken bugün, “sokak hayvanı sorunu” tartışılıyor. Peki bu değişim nasıl ve neden gerçekleşti? “Toplum hayvanlara yönelik şiddetin önüne geçilmesini istiyor”denirken “başıboş köpek terörü toplumun can güvenliğini tehdit ediyor” noktasına ne ara, nasıl geldik? Bu beş yılda mesela köpek popülasyonunda ya da kuduz vakalarında böyle yüz seksen derecelik bir dönüşü anlaşılır kılacak çarpıcı bir değişim yok. Dolayısıyla aslında söz konusu olan, bizzat iktidar eliyle yukarıdan aşağıya yaratılan ve yaygınlaştırılan bir güvenlik kaygısının seferber edilmesi.
Son yıllarda özellikle sokakta yaşayan köpekleri hedef alan manipülatif argümanlar ve gerçekliği şaibeli haberlerle toplumda bir tehdit havası yaratılmaya çalışıldı. Çeşitli “uzmanlar” seferber edilerek “sokak hayvanları sorununun” çerçevesi çizildi, bu çerçevenin dışında kalan argümanlar baştan marjinalleştirildi. Sosyal medyada sokak hayvanlarını hedef alan bir linç atmosferi gelişti. Bu süreçte Güvenli Sokaklar Derneği diye de bir “dernek” ortaya çıktı. Kadın ve LGBTİ+ karşıtı politikalar sanki toplumsal çoğunluğun talepleriymiş gibi bir atmosfer yaratılsın diye, “Mağdur Babalar Derneği” adlı bir yapının bir anda ortaya çıkartılması ve benzerleri. Hasılı, iktidar, medya, kimi “uzmanlar”, “sivil toplum” ve elbette trollerin elbirliğiyle köpeklerin toplu itlafı için toplumsal bir talep ve arzu inşa edildi.[2]
Sokak hayvanlarının katlini talep eden bir “sessiz çoğunluk” adım adım yaratıldı. Sessiz çoğunluk malum, ABD Başkanı Nixon’ın zamanında toplumsal muhalefet hareketlerine, özellikle de Vietnam savaşına eylemli bir biçimde karşı çıkan toplumsal kesimlere karşı popülerleştirdiği bir tabirdi. Muhalefetini kamusal bir biçimde dillendiren kesimlere karşı ABD Başkanı Nixon, toplumun, sessiz olsa da güya makul ve muhafazakâr çoğunluğunu temsil ettiğini, bu kavramı öne sürerek savunuyordu. İşte Erdoğan da aynı yıllanmış argümanı dillendiriyor, dahası otoriter popülizminin o artık kabak tadı vermiş jargonuyla, sokakta yaşayan hayvanlara sahip çıkanları elit (dolayısıyla da gayrımilli) bir azınlık olmakla suçluyor: “Elitlere değil, halka baktık. Bağıranların, çağıranların değil, sessiz yığınların sesi olduk. Tuzu kurularla değil, şehrin çeperlerinde hayat mücadelesi verenlerle yol yürüdük.”[3]
Oysa iktidar, sokakta yaşayan hayvanlar konusunda toplumsal çoğunluğu falan temsil etmiyor. Zaten Stuart Hall’un hatırlattığı üzere, “siyaset çoğunlukları yansıtmaz, onları inşa eder”. Sokakta yaşayan hayvanlara dönük reaksiyon da böyle bir siyasal inşanın, iktidarın siyasal bir operasyonunun, aslında tipik bir “ahlaki (moral) paniğin” ürünü. Her ahlaki panikte olduğu gibi burada da toplumsal çoğunluğun doğal bir reaksiyonu, kaçınılmaz bir feveranı ya da patlaması olarak görülen şey, aslında inşa edilmiştir.[4] Stuart Hall ve arkadaşları, daha sonra neoliberal karşı devrim olarak anılacak siyasal reaksiyonun gelişiminde, yaratılan ahlaki paniklerin etkisini tartışmışlardı. Konuya dair klasik çalışmalarında ahlaki paniği şöyle tanımlıyorlardı:
“Bir kişiye, bir gruba veya bir dizi olaya verilen resmi tepki, sunulan gerçek tehditle bütünüyle orantısız olduğunda; polis şefleri, yargı, politikacılar ve editörler gibi ‘uzmanlar’ tehdidi aynı şekilde algılayıp aynı terimlerle konuşuyor ve oranlar, teşhisler, tahminler ve çözümler hakkında ‘tek bir ağızdan’ konuşuyor gibi göründüklerinde ve medya temsilleri aklı başında, gerçekçi bir değerlendirmenin ötesinde, (konuyla alakalı sayılar veya olaylarda) evrensel olarak ani ve çarpıcı artışları ve bunların ‘yeniliğini’ vurguladıklarında, o zaman ahlaki bir paniğin başlangıcından bahsetmenin yerinde olacağını düşünüyoruz.”[5]
“Başıboş köpek terörüne” dair söylemsel seferberlik bir ahlaki paniğin gelişiminin tüm bu öğelerini yansıtıyor. Dahası günümüzde sosyal medyanın kullanımı ahlaki paniklerin kışkırtılması açısından çok verimli bir mecra halini almış durumda. Neticede sokakta yaşayan hayvanları hedef alan ahlaki paniğin başarısının en önemli işareti, bir “sokak hayvanları sorunu” olduğunun iktidar tarafından gündeme getirilen yasa teklifine karşı çıkan çevrelerce dahi kabul ediliyor olması. Tartışmanın ekseninin hayvanların sorunlarından “hayvan sorununa”, sokaklarda yaşayan köpeklerin popülasyonu meselesine kaymış olması.
Sokakta yaşayan hayvanlar iktidarın kışkırttığı ahlaki paniklerin tek örneği değil elbette. LGBTİ+’ların sistematik bir biçimde hedef alınması da benzer bir ahlaki panik imalinin bir başka örneği. Toplumsal tabanı daralan, aşağısını ve yukarısını aynı anda yönetme kabiliyetinde, yani hâkim sınıfın bazen ihtilaf halindeki fraksiyon ve kesimlerinin çıkarlarını bütünleştirirken alt sınıfların kimi taleplerine karşılık verebilme kapasitesinde ciddi bir erozyonla karşı karşıya kalan rejim, ahlaki panikleri bir kriz yönetme tekniği olarak giderek daha fazla benimsiyor. Saray rejimini, yani mevcut olağanüstü rejimi sürdürülebilir kılmanın yolu olarak ahlaki panikler yaratmak, şiddet ve baskıya başvurmayı gündelik hayata yayarak rutinleştiriyor, otoriter pratikleri ve devlet şiddetini yönetme tekniği olarak genelleştiriyor, hayatın her alanına yayıyor.
Ancak ahlaki panikler şiddet ve baskının sadece yukarıdaki örgütlenişini belirlemiyor, aynı zamanda aşağıda da şiddetin paylaşılıp yaygınlaşmasının zeminini yaratıyor. Ahlaki paniğe neoliberalizmin dekadansının kışkırttığı toplumsal sadizm, bir başka deyişle sadist popülizm eşlik ediyor. Söz konusu olan, alt sınıfların gündelik sıkıntılarını bir nebze olsun telafi edebilecek, yoksulluğu yönetilir kılacak maddi vaatlere dayanan bir popülizm değil, hedef seçilen bir grubun (göçmenler, LGBTİ+’lar, Kürtler ya da köpekler) ezilmesine, sindirilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak iştirak etmenin yarattığı tatmini ve suçlu zevki (guilty pleasure) hedefleyen bir negatif popülizm. Gerçekten de sokakta yaşayan köpeklerin “kapatılması” ve katli sonucunu doğuracak bir yasal düzenlemenin gündeme getirilmesi, toplumsal yükselme ve refah vaadinin tam anlamıyla bir hayal halini aldığı geç neoliberal devre özgü bir “sadist popülizm” örneği sayılabilir.
Şöyle ki: Muktedirler açısından alt sınıfların maddi yaşam koşullarında anlamlı bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey giderek kötüleşen bu maddi koşulların ister istemez kışkırttığı ve egemen sınıflara yöneltilebilecek tatminsizlik ve öfkeyi başka bir kanala yönlendirmektir. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesini izlemek, hatta o acı çektirme eyleminde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar. Böylece, acının yönetilmesi ve dağıtılması, başat yönetme tekniği halini alır. Milliyetçi-şoven saldırganlık, kadın düşmanlığı, lubunyalara dönük açık nefret, türlü komplo teorileri eşliğinde pazarlanan emperyal nostalji, militarist bir büyük güç olma iştahı vs. hepsi bu sadist popülist hattın giderek belirgin hale gelmesiyle alakalı.
Örneğin, hekimlere ve sağlık emekçilerine yöneltilen şiddet, şiddeti aşağıya doğru yayıp toplumsallaştıran (bu bakımdan da bir toplumsal faşistleşme dinamiğini tetikleyen) bu toplumsal sadizmin bir örneği: Herkese ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti verilemiyorsa bir “telafi mekanizması” olarak kitlelere “doktor dövme” olanağı sağlanır. Belli ölçüde göz yumulan, dolaylı olarak önü açılan bu şiddet biçimi sahte bir toplumsal yükselme, muktedirlik ve tatmin hissi yaratır. Konuyla ilgili bir sokak röportajında bir hasta yakını bu durumu gayet açık bir biçimde özetliyordu: “Ben bu dönemden önceki dönemi de biliyorum. Amcam ameliyat oldu hastanede. Yarı parasını ödediğimiz halde, babam senede imza attı. Bizim evimizde ne varsa götürdüler. Televizyonu, buzdolabını, yani ne varsa götürdüler. Ben bunu yaşadım yani. Şu anda böyle bir sıkıntımız yok. Hatta gidiyorlar şu anda hastanedeki görevliyi bile dövüyorlar. Öyle baskı yapıyoruz artık. Benim hastama bakmıyorsunuz diye. Benim en büyük zenginliğim bu ya zaten. Zaten yok trilyonumuz, öyle büyük zenginliğimiz yok.”
Yaygınlaşan göçmen karşıtı ırkçılık da rahatlıkla aynı kategoride değerlendirilebilir. Örneğin kamusal ulaşımın bedelsiz olması vaadinde bulunmaktansa göçmenlerin bayram günlerinde ücretsiz ulaşımdan faydalanmasına mani olunması tipik bir sadist popülist tutum. Bu örnekte, giderek daha pahalılaşan şehir içi ulaşımın yaratması olası huzursuzluk, belli bir grubun ulaşım hakkının sınırlanması aracılığıyla telafi edilir. Bu telafi mekanizması neden olduğu gayrısiyasallaşma itibariyle iktidar lehine işler. Cenk Saraçoğlu’nun deyimiyle, “sahip olduğu vatandaşlığın içinden eksiltilen sosyal hakların peşini kovalayacağına, neredeyse bir resmi statüden ibaret kalmış olan vatandaşlığını buna sahip olmayanlar üzerinde bir sopa gibi kullanma eğilimi”, yani yaşadığı sefaletin hesabını muhatabından değil de kendinden altta olandan sorma tutumu, toplumu iktidar lehine bir “depolitizasyon sarmalına” sürükler.[6]
Suriyeli mültecilerin ülkelerine gönderilmesi günümüzde neredeyse bütün siyasal yelpazede ciddi bir karşılık bulan bir sadist popülist talep. Bu örnek, toplumsal sadizmin beklenmedik bir hızla yaygınlaşıp farklı siyasal eğilimlere sirayet edebildiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla günümüzde iktidarın giderek daha fazla toplumsal sadist çağrı ve vaatlere istinat etmesine şaşırmamalı. Mesela İstanbul Sözleşmesi’nden çıktıktan sonra 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” yasasının da kaldırılarak kadınlara dönük şiddetin önünün açılması, tam böyle bir vaat. Meselenin siyasal iktidarın “İslamcılığına” ya da toplumsal tabanı daralan Erdoğan’ın yeni ittifaklar arayışına indirgenerek tartışılması böyle bir vaadin neden belli bir karşılık bulabileceği sorusunun üzerinden atlıyor. Oysa kadına dönük şiddetin cezasız kalması, erkek nüfusunun hiç değilse bir bölümünde muhtemelen bir muktedirleşme vaadi (aile düzeninin, dolayısıyla erkekliğin teyit edilmesi) olarak algılanıyor ve bu yüzden de etkili olabiliyor.
Neticede, ahlaki panikler sadist popülizmi kışkırtırken toplumsal sadizmin yaygınlaşması, ahlaki paniklerin potansiyel etki sahasını genişletiyor, böylece uğursuz bir sarmal oluşuyor. Bu koşullarda sokak köpeklerinin “uyutulması” ya da bakanın tabiriyle “ötanazi yoluyla hayatlarına son verme imkânı tanınması”, iktidarın gündem saptırmaya, seçim başarısızlığını unutturmaya dönük bir hamlesi falan değil. Sokakta yaşayan hayvanların katli girişimi, küresel çapta sağın daha da sağa doğru radikalleşmesiyle birlikte gündeme gelen ahlaki panikler ve toplumsal sadizm aracılığıyla yönetme girişimleriyle alakalı. Bu bakımdan sokakta yaşayan hayvanlara sahip çıkmak hayırseverliğe, vicdani temelde gelişen bir hayvanseverliğe sıkıştırılamayacak önemde bir siyasal mesele. Sokakta yaşayan hayvanların hayatlarına sahip çıkarken kendi hayatımıza da sahip çıktığımızı bir an için dahi unutmamalıyız.
[1] “Meclis, hayvan hakları için mesai yapacak”, https://www.aa.com.tr/tr/politika/meclis-hayvan-haklari-icin-mesai-yapacak-/1442040 [2] Bu “imalat süreci” hakkında kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Meltem Oral, “Sokak hayvanları yasası: Bir iktidar operasyonu”, http://marksist.org/icerik/Yazar/21094/Sokak-hayvanlari-yasasi-Bir-iktidar-operasyonu [3] “Erdoğan: Gelişmiş hiçbir ülkede olmayan başıboş köpek sorunumuz var”, https://www.trthaber.com/haber/gundem/erdogan-gelismis-hicbir-ulkede-olmayan-basibos-kopek-sorunumuz-var-860615.html [4] Ahlaki panik hakkında klasik bir çalışma için bkz. Stanley Cohen, Ahlaki Panikler ve Halk Düşmanları, çev. Deniz Türker, Heretik, 2019. [5] S. Hall, C. Critcher, T. Jefferson, J Clarke, Policing the Crisis: Mugging, the State, and Law and Order, Palgrave, 1978. [6] Cenk Saraçoğlu, “Türkiye'nin yeni depolitizasyon sahası: ‘Ülkemde sığınmacı istemiyorum’”, https://www.birgun.net/makale/turkiye-nin-yeni-depolitizasyon-sahasi-ulkemde-siginmaci-istemiyorum-385411