Kölelikten Kapitalizme: Sömürüde Değişen Hiçbir Şey Yok

Tunç Türel25 Şubat 2025

Plutarkhos (M.S. 46-126), özellikle eski Yunan ve Roma’nın yönetici elitlerinin biyografilerini ele aldığı Paralel Yaşamlar adlı kitabıyla tanınan bir yazardır. Bu eserinde, M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış matematikçi ve mühendis Arkhimedes’ten ve onun icatlarından da bahseder. Plutarkhos, Arkhimedes’in buluşlarını anlatırken, onun adına özür dilemektedir. Bunun nedeni, Romalıların Sicilya’daki Siraküza kuşatması sırasında Arkhimedes’in mühendislik harikası sayılabilecek icatlarının Roma saldırılarını tam olarak durduramasa da onları büyük ölçüde zorlamasıdır. Arkhimedes’in mekanik düzenekleri, Romalılara ağır kayıplar verdirmiş ve Roma’nın meşhur kibrini sarsmıştır.

Peki, Plutarkhos neden mucit adına özür dilemiştir? Çünkü eski Yunan ve Roma toplumlarında (özellikle bu toplumlar köleci sisteme geçtikten sonra), fiziksel emek, çalışma ve ellerle üretim yapmak, üst sınıflar için aşağılayıcı bir uğraş olarak görülüyordu. Bu yüzden Plutarkhos, Arkhimedes gibi büyük bir bilim insanının ‘elle iş yapıyor’ olmasını küçük düşürücü bir şey olarak değerlendirmiştir. Zira çalışmak, insanın bedenini, ellerini bir şeyler yaratmak için kullanması sadece kölenin işi olarak kabul ediliyordu. Eski çağ toplumlarında özgür insan öyle kas gücünü, ellerini kullanarak çalışmazdı. Bu kölelerin işiydi. Özgür insan hayatın tadını çıkarmaya bakardı. Fiziksel değil, zihinsel efor gerektiren işlerle uğraşıyorlardı. İlgilendiği ve uğraştığı işler felsefe ya da politika gibi “ulvi” etkinliklerdi.  Aristoteles insanı (tabii burada özgür insanı kastettiğini belirtmeye gerek yok) boşuna politik bir hayvan olarak tanımlamamıştır.

Plutarkhos’un mucit adına özür dilemesi de ait olduğu üst sınıfın bakış açısına sahip olmasından kaynaklıydı. Bu bakış açısına göre Arkhimedes gibi biri normal şartlar altında böylesine fiziksel efor gerektiren “bayağı”, “kaba” işler yapmamalı, Plato’nun da öğütlediği gibi geometriyi salt teoride “pratiğe dökmelidir”. Eski Yunan ve Roma’nın yönetici sınıflarına hakim bu anlayış, bu toplumlarda teknolojinin de neden son derece yavaş geliştiğinin sebeplerinden biri olarak kabul edilebilir.

Eski Roma’nın mirasını Hıristiyan mitleriyle harmanlayarak devam ettiren orta çağ Avrupa’sında da durum farklı değildi. Feodal toplum demek süzeren-vasal, derebeyi-ona bağlı kimse, yani eski çağda olduğu gibi yöneten-yönetilen, ezen-ezilen toplumsal ilişkilerinin egemenliği demekti. Toprağa bakmak, ekip biçmek feodal lordun değil, ona bağlı kimsenin işiydi. Lordlar savaş gibi nihayetinde politikayla ilgili, sınıfsal pozisyonlarına yakıştırdıkları işlerle ilgileniyordu. Tabii bu savaşlarda asıl çarpışan, zaferlerin kazanılmasında asıl katkısı bulunanlar yine halktı. Kısacası çalışmak, iş yapmak, hele hele alt sınıfların yaptıkları işlere el atmak üst sınıf için halen utanılacak şeylerdi.

Kapitalizmde Çalışmak Kimler İçin Ayıp?

Peki kapitalizm kölelikten pek farkı olmayan, artık miadı dolmuş feodal toplum ilişkilerini zamanla yerle bir ederken ve yerine feodal toplumla karşılaştırınca güya daha “ilerici” ve “özgür”, yeni bir toplumsal ilişki koyarken durum farklı mıydı? Bugün durum farklı mıdır?

Lenin’in, Marksist felsefe üzerine yazılarını her komünistin okuması gerektiğini söylediği Plehanov’un 1895 tarihli Monist Tarih Anlayışının Gelişimi adlı eserinde, Plehanov artık durumun değiştiğini öne sürmektedir. Ona göre, örneğin, kimse Edison’un icatları için özür dilememiştir. Kapitalist toplumda üretmek, yani çalışmak, artık utanılacak bir şey olarak görülmemektedir. Ancak Plehanov’un gözden kaçırdığı bir nokta vardır. Plutarkhos’un yaşadığı çağda egemen olan düşünceye göre, yönetici sınıfın yalnızca zihinsel ve entelektüel işlerle uğraşması doğaldı. Arkhimedes, içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler ve ait olduğu sınıfın dünyayı kavrayış biçimiyle çelişen işlere girişince, Plutarkhos bunu anormal bulmuştu. Oysa kapitalist bir toplumda üretim, sistemin temel taşıdır. Kapitalist, Edison gibi teknoloji ve elektrik alanlarında icatlar yaparak sistemin devamlılığına katkı sağladığı sürece, onun adına özür dilemeye gerek duymaz. Çünkü Edison ve benzerleri, kapitalist üretim biçimiyle çelişen değil, aksine onun sürmesini ve gelişmesini sağlayan işlerle uğraşmışlardır.

Çalışmak, insanın elleriyle bir şeyler üretmesi, emeğe yeni bir değer kazandırmış olsa da, kapitalizm altında bir sömürü ilişkisine dönüşmüştür. Bu nedenle, Plehanov’un yaşadığı yüzyılda olduğu gibi bugün de egemen sınıfın gözünde –ya da egemen sınıfa ait olmasa bile onun bakış açısını benimseyenler nezdinde– çalışmak hâlâ utanılacak bir şey olarak görülmeye devam etmektedir.

Artık, utanılması ya da başkası adına özür dilenmesi gereken işler, köleci ya da feodal toplumlarda olduğu gibi kolayca ayırt edilebilen bir kategori olmaktan çıkmıştır. Daha da önemlisi, varlığını sürdürebilmek için sınıf savaşına değil, “toplumsal barış”a ihtiyaç duyan burjuvazi, bugün Plutarkhos’un yaptığı gibi işçi sınıfıyla özdeşleşmiş işleri açıkça hor görememekte ya da bunu yapmamaya çalışmaktadır. Ancak ne kadar çabalasa da alışkanlıkları ve davranışları onu ele vermektedir. Eski çağlarda filozoflar ve Orta Çağ’da lordlar, toplumsal konumlarına yakıştıramadıkları işleri asla yapmazlardı. Bugün de egemen sınıf mensupları –ve hatta bu sınıfa ait olmasa bile onun bakış açısını içselleştirmiş, işçi olduğunun farkında olmayan işçiler–, “yüksek” konumlarıyla bağdaştıramadıkları işlerden kaçınmaktadır. Ancak bir sebeple bu işleri yapmak zorunda kaldıklarında ya da kendileriyle özdeşleştirdikleri birini yaparken gördüklerinde, utanç duyar ve özür dileme ihtiyacı hissederler.

Kapitalizmin “Pis İşleri”

İçinde yaşadığımız toplumdaki deneyimlerimizi, gözlemlerimizi aklımıza getirdiğimizde bunu inkar edebilir miyiz? Mahalledeki çöpleri toplamak sadece çöpçünün işidir. Her zaman da onun işi olacaktır, değil mi? Ya da ev temizlikçisi “teyzeler” mesela. Hani yaz kış demeden evlerini geçindirmek, çocuklarına, torunlarına bakmak, destek olmak isteyen ve bu yüzden ilerlemiş yaşlarına rağmen neredeyse her gün kendi yatağını bile toplamaktan aciz zenginin birinin katlı binasını temizleyip, yemeklerini de hazırlayan teyzelerden bahsediyorum. Bu saydıklarım da hep o teyzelerin işidir değil mi? Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Bulaşıkçılar, inşaat işçileri, market kasiyerleri, motokuryeler, tezgahtarlar… Zengin yaşamı tepe taklak olmuş ama kafasında hala eski üst sınıf görüşünü muhafaza eden dizi karakteri diyor ya kızının tezgahtarlık yapmaya başladığını duyunca: “Yani tezgahtar oldun? Bu mu bulduğun ? Tövbe estağfurullah!”[1] Çünkü bunlar hep belli bir sınıfın, “kaderi” hizmet etmek olan işçi sınıfının, ama asla burjuvazinin ya da burjuvaziden olmasa da onun gibi yaşayan ya da yaşamaya çalışan, kendini “yukarıda” gören kimselerin yapacakları işler değildir, değil mi? Bunlar alt sınıfın, fakirlerin, okumamışların (halbuki artık niceleri diplomalı hatta doktoralıdır), tembellerin işleridir. Nasıl eski çağda köleler, orta çağda vassallar dünyaya “üstlerine” hizmet etmeye gelmiş, onların yapmayacakları “pis, bayağı, kaba işleri” yapmakla yükümlü kılınmışlarsa, günümüzde de işçi sınıfı, burjuvazinin yapmayacağı “pis, bayağı, kaba işleri” yapmakla yükümlü kılınmıştır.

Halbuki ne bu işler (burjuvazinin hayal ettiği gibi) pis, bayağı, kaba işlerdir, ne de böyle gelmiş böyle gidecektir.

Sosyalizm ya da Çalışmanın Demokratikleşmesi

Fransız Komünü’nden erken dönem Sovyet deneyimlerine kadar sosyalist tarih, kapitalist toplumda değişmez ve sabit görülen –yani anti-diyalektik, bireyci ve dayanışma karşıtı– toplumsal ilişkilerin nasıl dönüştüğünü bizlere göstermiştir. Bu tür dayanışmacı deneyimlerde, hiçbir iş utanılacak ya da başkası adına özür dilenecek bir şey olarak görülmemiştir. Dahası, belirli işlerin yalnızca belli kişiler tarafından yapılması gerektiği fikri (örneğin, çöpçülüğü yalnızca çöpçü yapar anlayışı) kapitalist bir “doğa kanunu” gibi sunulsa da, bu anlayışın geçerliliği de bu deneyimlerle çürütülmüştür.

Bu da çok kısa bir süreliğine olsa da, sınıfsız toplum yaratılarak başarılmıştır. Zira sınıfsız toplumda görevi hizmet etmek olan bir işçi sınıfıyla, yaşamını zevki sefa içinde sürdürmekle yükümlü bir burjuvazi artık yoktur, olmayacaktır. Nasıl Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde öngördüğü komünist toplumda kişi her gün aynı işi yapmak zorunda kalmayacak, kişisel gelişimini tam ve özgürce gerçekleştirebilecek, sabah resim yaparken, öğlen balık tutacak, akşamsa eleştirmen olabilecekse, sosyalist devrimi takiben yaratılacak yeni toplumda hiçbir insan tek bir işi yapmaya mahkum kalmayacaktır.

Ancak sosyalist devrimi gerçekleştirmek ve sınıfsız bir toplum yaratmaktan bile daha zor bir görev önümüzde duruyor gibi görünüyor: Kapitalist toplumsal ilişkilerin yarattığı alışkanlıkları yıkmak. Alışkanlıklar kaçınılmazdır, ancak Hegel’in Tinin Görüngübilimi’ndeki gibi, tamamen mekanik veya rutin hâle geldiklerinde, özbilincin ve manevi yaşamın körelmesine yol açabilirler. Bu durumda insan, düşünmeden hareket eden, eylemleriyle bağını koparmış, neredeyse otomatik yaşayan bir varlığa dönüşebilir. Hegel’in, alışkanlığın hem özgürlük için bir gereklilik hem de potansiyel bir yabancılaşma kaynağı olduğunu vurgulayan diyalektik düşüncesini dikkate almakta fayda var.

Zira sosyalist devrim gerçekleştiğinde, bir kararnameyle herkes oturduğu evin sahibi yapılabilir, elektrik, su ve internet gibi temel ihtiyaçlar halka ücretsiz sağlanabilir. Ancak hiçbir kararname, insanların kapitalist toplumdan taşıdığı alışkanlıkları bir günde değiştiremez. Dahası, işçi sınıfı bilincine sahip olmamış ya da olsa bile bunu henüz içselleştirememiş bir akademisyen, doktor veya mühendis—yıllarca kendini en fazla bir “beyaz yaka” olarak tanımlamış, kaçınılmaz olarak “mavi yakalılar”ın üzerinde gördüğü ve belki farkında bile olmadan burjuvazinin bakış açısını benimsemiş biri—sosyalist toplumda hiç kimseden üstün olmadığını (ve altında da olmadığını) anlamakta zorlanacaktır. Eski alışkanlıklarından kurtulması, bu yeni gerçekliği kabullenmesi ve sindirmesi mutlaka zaman alacaktır.

Bu reddedilemez nesnel gerçeklik, bizi şu noktada düşünmeye ve harekete geçmeye zorlamaktadır: İşçi sınıfına dahil olduklarının farkında olmayan insanlara sınıf bilincini kazandırmak. Bu birliği sağlamak, işçileri ve emekçileri yaka renklerine göre bölerek, sınıf içinde sınıf yaratarak değil; yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak zorunda kalan herkese –çöpçüsünden akademisyenine, tezgahtarından doktoruna, mühendisine– işçi sınıfının bir parçası olduklarını anlatmaktan geçmektedir. Aldıkları maaş ne kadar yüksek, unvanları ne kadar prestijli olursa olsun, nihayetinde egemen ve yönetici sınıfın değil, onun karşısındaki yönetilenlerin, ezilenlerin sınıfına ait olduklarını kavramalarını sağlamak gerekir. Kısacası, proletaryalaştıramadığımız kimseyi bırakmamak gerekir.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=e-S8p2mGLaU

İLGİLİ İÇERİKLER