Batı, bütün söylemimiz içinde öteden beri en çok kullandığımız sözcükler arasında oldu. Dünyanın geri kalanından farklı bir dünyayı, gücü, emperyalizmin varlığını anlatıyordu. Sonunda bir kavrama dönüştü ama hep çok tartışmalı oldu. Uzun süre karşıtıyla birlikte değerlendirildi. Dünyanın ekseni özellikle son iki yüzyılda birkaç kez kaydırıldıktan sonra, Doğu giderek daha doğuya, Güney daha güneye itildi, özellikle iki büyük savaş arasında Avrupa merkezli bakış açıları yaygınlık kazandı, sonra ABD dünyanın merkezini oymaya başladı.
Bizim bulunduğumuz yerden baktığımızda, önce Avrupa’ydı Batı, öyle anlayageldik. ABD ayrı alınmıştır, gezegenimizi kıskıvrak yakalamış bir ahtapot gibi ağır ağır dolanır o ve gölgesini Avrupa’nın üstüne de düşürür.
Batı bir zamanlar siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, demek özel hayatlar dışındaki bütün hayata ilişkin ne varsa dünyanın geri kalanından daha olumlu görünen değerlerin sahibi gibi görülürdü. Yaşadığı dönemi aydınlatan parıltısıyla Erasmus’un evrensel insanlık değerlerinin, Montaigne’in hümanizminin, Zweig’ın değer verdiği her şeyin simgesi. Sonra… Bütün değerlerini yitirmeye mi başladı Avrupa?
Georges Corm Avrupa ve Batı Miti-Bir Tarihin İnşası kitabında, bugün daha farklı düşünmek zorunda olduğumuz Batı ve Avrupa için, “Yön belirlemek için kullanılan ‘Batı’ sözcüğü, toplumları birbirinden ayıran doğal engellerden daha geçit vermez, daha kuşkulu bir düşünsel sınır haline nasıl gelebilmiş, nasıl bu denli radikal farklılık duyguları üreten, bunca hümanist umudun yanı sıra sert tepkiler de yaratan bir slogan olabilmiştir?” diye soruyor.
Geldiğimiz yer ve onun sınırı burası. Üstelik sınırın ötesine geçiş de başladı: İkinci Büyük Savaş’tan sonra Bosna’da yaşananlar Avrupa kültürüne indirilmiş son darbeydi. Daha doğrusu o günlerde son darbe vuruldu ama Avrupa adım adım siyasal olarak daha da sağa kaydı, devletler otoriterleşti, art arda gelen küresel krizlerden çıkmak için Avrupa’nın bürünmek zorunda hissettiği yeni siyasal kültür, sınırın ötesine geçen yolları açmaya başladı.
Bir kez daha hatırlayalım: Gerçekte ne olduğu bir yana, uygarlığın, ilerlemenin, bilimin, modernitenin, bireyliğin, demokrasinin, hukukun, insan haklarının, kadınların özgürlüğünün, çocuk haklarının, refahın, fırsat eşitliğinin kavramı olarak anılan Batı’dan bugüne neler kaldı? Bu soru oradaki halkların gözünde de pek çoğunun iyice aşındığını, bazılarının kalmadığını gösteriyor. O büyük “Batı uygarlığı” büyük bir krizde mi, yoksa büsbütün çürüyüp gitti mi ya da gerçekte yalnızca bir yanılsama mıydı?
Bu soruları elbette ortaya soruyorum, yoksa şunu da belirtmek gerekir mi: Batı, sosyalist ve devrimci hareketin topyekûn mücadelesi içinde, 1960’lardan 1980’e kadar, bir hasım olmanın ötesinde hiçbir olumlu değer taşımıyordu.
***
Geçmişe bakıldığında, insanlık tarihinden geriye ne kalır? Olumlu ya da olumsuz oluşuna göre değişir sanırım. Olumsuz olanlar siyasal olaylarsa –savaşlar belleklerden silinmez–, olumlu olanlar kültürel –Rönesans ya da modernizmin sonuçları– değil mi? Uygarlıklar arasında kültür köprüleri kurarken siyasetin köprülerini atmaya yatkındır bellek. Avrupa her iki kutbun sürtünmesinden elbette çok çekti ve utanç, pişmanlık ve özeleştiriyle kendini temize çıkarmaya çalıştı. Yoksa binlerce yıldan beri yaşadıkları, tartılması olanaksız bir suç dünyasını yığıverir Avrupa’nın kapısının önüne.
Sonunda demek Batı bir üstünlük dünyası değilmiş. Demokrasi, birey hakları, özgürlükler, aklın üstünlüğü Avrupa’nın olumlu değerleri olarak alkışlanırken şimdi bu değerlerin ne hale getirildiği görülüyor.
Devlet ve iktidar Avrupa’da kastların, gizli ve açık odakların çıkar birliği üstüne oturuyorsa ve 11 Eylül gibi Batı’yı sarsan büyük terör eylemlerinin ardına geçip demokrasiyi, birey haklarını, özgürlükleri kısıtlamaktan başka çare bulamıyorsa, piyasayı neoliberalizmin koçbaşları olan uluslararası şirketlerin kucağına kolayca atıyorsa, sömürgeciliği işgal yollarında edindiği deneyimlerle yeni biçimlerde sürdürmeye çalışıyorsa, bu arada son keşifleri arasında öne çıkardığı yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi tehlikeli sularda sorumsuzca kürek çekmeye başlamışsa Batı kavramının içi boşalırken Avrupa dizleri üstüne çökmeye başlamıştır. Onu ayakta tutacak ekonomik gücü küresel krizlerle ve bölüşüm uçurumlarıyla zayıflamaya başlamışsa kendi krizini dünyanın geri kalanına bulaştırarak çözme aptallığına da düşmeye başlamıştır.
***
Georges Corm, Avrupa’nın değerlerini özellikle belirtirken, “eğer Avrupa tüm siyasi ve etnik parçalanmışlığına ve yaşadığı sayısız savaşa rağmen var olabiliyorsa, bu, tüm kültürel ve dilsel sınırları, tüm etnik, ulusal ve dini öfkeleri aşarak ona vücut veren müzik sayesinde mümkün olmuştur” diyor.
Bu yaklaşım ilk bakışta ilginç gibi görünebilir ama Avrupa kültürünün kaynaklarını düşününce olağan görünüyor. Müzik, melodik yapıdan çok sesliliğe geçerken aslında bir simge olarak bütün kültürün niteliksel dönüşümünü gerçekleştiriyor ve onu olumlu değerlere kavuşturuyordu. Corm, 16. yüzyılın ortalarından sonra “Avrupalılar artık her şeyi müziğe tercüme edeceklerdir” diyor. Bunu tersine çevirip, müziğin Avrupa kültürünü tercüme ettiğini söylemek sanırım daha açık bir söz olur. 16. yüzyılın sonunda Mozart’ın inanılmaz dehasıyla ortaya çıkışı ve erken ölümü, neden sonra hem aristokrasiye vurulmuş bir tokattı hem de ileri bir kültürün yapıtaşlarını taşıyordu.
Avrupa uygarlığı Rönesans ertesindeki yükselişi içinden çıkardığı büyük güçlerin yol açtığı çatışmalarla kesintiye uğruyordu. Her zamanki gibi, milliyetçilik ve iktidar kavgası Avrupa’nın birliğini bozmaya başladı. Klasisizmin ve romantizmin geri çekilmeye başlayıp modernizmin öne çıkışı ve bütün dünyayı içine alan bir yenilenme atılımı yaratması, nitelikli kültürde sıçramalara neden olurken Avrupa’daki devletlerin güçlenmesini de sağladı.
Devlet bürokratik düzeneklerle parlamenter sistemi iç içe geçirirken tehlikeli biçimde güçlendi ama bu arada nitelikli kültür de modernizmin yarattığı büyük dalgayla çeperleri aşmaya başladı.
Siyasal hayatsa sosyo-ekonomik değişimlerle birlikte çok geçmeden Nazizmi yarattı. Nazizmin yalnızca Almanya’ya özgü bir olgu olmadığını biliyoruz, Avrupa’nın geri kalanı da kendini o felaketten ve suçtan ayrı tutamaz. Irkçılık ve yayılmacılık Avrupa kültürünün kaynaklarına karışmayı hiçbir zaman savsaklamadı. Beyaz Avrupa karşısına koyduğu Yahudi, Müslüman, Asyalı, Sarı, Zenci gibi ayrımlardan kendini ne zaman soyutlayabildi ki? Etnik, ulusal, ideolojik, dinsel, kültürel üstünlük ve hegemonya Avrupa kültürünün doğasını oluştururken Nazizmin sürdüğü uçlara bin yıldır su veriliyor. Soylu Avrupa yirminci yüzyılda birkaç kez çamura bulanırken artık çok ama çok yıpranmış durumda.
Türkiye’de önemli bir kesim arasında Avrupa merkezci bakış açıları öteden beri egemen olmuştur. Bütün niteliğin Avrupa kültürü içinde olduğu, Doğu’nun geri kaldığı düşüncesi, büyük edebiyatlar ile küçük edebiyatları hiyerarşik bir düzen içinde gören yanılsamanın bir benzeri.
Geçmişine dönmesi neredeyse olanaksızlaşmış Avrupa bugün etkisiz gördüğü kültürel gelişimi kıyılara itip siyasal amaçlarına uygun bir yol mu çizecek?
Son zamanların eğilimleri, siyasal seçimlerin toplumsal histerilerle birleştiğini, dolayısıyla yeni güç ve iktidar çatışmalarının kendisi için daha çekici ve zorunlu olduğunu mu düşündürtüyor?
Küreselleşmenin yok edici yanları öne çıkarken bunun Avrupa’nın demokrasi kültürüne bir büyük darbe vurmaya başladığı görülüyor. Yalnızca ekonomik güç, neoliberalizmin hayasızlığıyla büyürken iyileşme ve refah yerine, totalitarizmi getiriyor.
Neofaşizm bugün de güçlü bir olgu olarak Avrupa’da sınırları aşıp bütün topraklara sızıyor. Aşırı milliyetçilik Avrupa’da her zaman özel mülkiyetin bekçisi oldu. Yapısı değişmekle birlikte, kapitalizmin bu son vahşi dönemiyle daha iyi bütünleşti. İçinden bir türlü çıkılamayan son büyük kriz neoliberalizmin olağan yolardan işlerini yürütmesine engeller çıkarmaya başlayınca, başvuracağı tek yol şiddetti, o da hem sokakta hem devlet uygulamalarıyla bunu yapmaya çalışıyor. Yeni göçmen topluluklarının nüfusunun artışı, öteden beri için için kaynayan azınlıkların varlığı, dibe vuran yoksulların şeytanlaştırılması neofaşizmin önüne yeni kapılar açıyor. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, ne ala. Yeni dünya düzeninin kurucuları ellerinde çok işlevli silahlar taşıdığını düşünüyor.
Faşizm Avrupa’nın hücrelerine sızıyor, bünyeye uygun bir kültüre dönüşüyor. Artık demokrasi mücadelesinde antifaşizm antikapitalizmle bütünleşmek ve karşısına ulus devletleri almak zorunda. Giderek otoriterleşmiş, her durumda şiddete başvurmaktan kaçınmayan kapitalist devlete karşı dişe diş mücadele içinde bedeller ödemeye hazır olunmalı. Neofaşizmin ve aşırı milliyetçiliğin sulandığı toprakları önce kurutmak, sonra yeniden yeşertmek zorundayız.
Avrupa miti çatırdıyor mu, yoksa çoktan göçtü mü? Kendini iyileştirmezse çöküşe doğru koşuyor.
Georges Corm, Avrupa ve Batı Miti (Bir Tarihin İnşası), Çeviren: Melike Işık, İletişim Yayınları, 2011, 364 s.