İktidarın Şiddeti, Halkın Örgütlülüğü

Tayfun Mertan6 Nisan 2025

İktidarın Türkiye’yi parlamentosuzlaştırma ve anayasasızlaştırma pratikleri seçimsizleştirme girişimi ile devam ediyor. 19 Mart’ta bu “iktidar darbesi” girişimine karşı başlayan halk direnişinin tartışmasız öncüsü üniversite öğrencileri. Kayyım yöneticilerinin lekelediği okulun onurunu temize çıkaran İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin, Beyazıt’ta polis barikatını delip geçmesi toplumun bütün muhalif kesimlerine yayılan ateşin kıvılcımını çaktı diyebiliriz. Büyük çoğunluğu örgütsüz olan genç kitle, Saraçhane’de, “mitinge değil eyleme geldik” ve “Taksim’e yürü” sloganlarıyla Kılıçdaroğlu döneminde kemikleşen ve CHP yönetim aklında kalıntıları olan sokaksız siyaseti artık kabul etmediklerini ilan etti. Böyle bir tepkiyi CHP yönetiminin de beklemediği Özgür Özel’in konuşmasından da anlaşılıyordu.

İktidar, uzun süredir kullandığı otoriter yansıtma stratejisi ile kendi suç veya pratiklerini rakiplerine ve onların üzerinden toplumun muhalif kesimlerine yüklüyor. Diploması tartışma konusu olan Erdoğan’ın rakibinin diploması iptal ediliyor. Kamu İhale Kanunu’nda yaptığı sayısız değişikliklerle kendi sermaye gruplarını beslerken muhalefeti yolsuzlukla suçlayan iktidar, bir yandan yeni bir barış sürecini yürütürken diğer yandan muhalefete “terör” soruşturması açıyor. İktidarın diğer stratejisi ise uzun zamandır tanıdık olduğumuz şiddet politikasına dayanıyor. Polis şiddetinin ve tacizinin ötesinde, öğrenciler ve Mahir Polat gibi insanlar için yapılan çağrılarla dalga geçer gibi cinayetten hüküm giymiş Hizbullahçıları serbest bırakmak da bir şiddet pratiği. Muhalif kanallara ceza yağdırırken, kendine yakın kanallarda sözde gazetecilerine muhalif partileri ve halkı tehdit ettirmesi de bir şiddet pratiği. İktidar bu şiddet pratikleriyle toplumun tamamına sınırsız güce sahip olduğu ve istediğini yapabileceği duruşunu sergiliyor. Böylece kendi kitlesinden sapmaları engellemeyi ve muhalif bütün kesimlerin güçsüz hissetmesini amaçlıyor.

Hükümetin bu adımlarına karşı halkın farklı kesimlerini aynı sokaklara ve meydanlara döken iki temel derdin olduğunu söylemek mümkün. İlki, halkın sorunlu da olsa işleyen ve elde kalan son demokrasi kurumu olan seçimleri hükümetin ortadan kaldırmayı hedeflediğini düşünmesi. Parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargı organlarının iktidarın kontrolü altına alınması ve anayasanın yok sayılmasından sonra halkın tek umudu seçimler. Seçimler iktidarın yarattığı tüm bu hasarı onarma imkânına sahip olmanın tek yolu. İktidarın kendisine alternatif olan tek popüler adayı hapsetmesi bu umuda bir saldırı olarak hissediliyor. İkincisi ise elbette ekonomi. İktidarın 23 yıllık neoliberalizmi ve 2018’den beri devam eden enflasyon ve kur krizi halkın tepkisini şekillendiriyor. Tanık olduğumuz direniş dalgası iktidarın yürüttüğü sömürünün ve servet transferinin reddini dile getiriyor. Halk iktidarın otoriter neoliberal siyasetine cevap olarak işçilerin, öğrencilerin, kadınların, LGBTİ+’ların ve emeklilerin yaşam mücadelesini, geçim sıkıntısını ve gelecek endişesini somut bir siyasete dönüştürüyor, demokrasi ve refah taleplerini doğrudan kendi örgütlenme yeteneğiyle ülke gündemine yerleştiriyor.

CHP’nin kendi ön seçimini kitlesel bir destek seçimine dönüştürmesi ve ardından başlattığı imza kampanyası tüm otoriter iktidarlara karşı sivil direniş örnekleri arasında önemli bir yer tutacak. Meşruiyet söylemini seçimler etrafında kurgulayan ve bu yol haricinde kendisini eleştiren herkesi şiddetle korkutan AKP iktidarına karşı bir seçimle ahlâki ve moral üstünlük sağlamak akıllıca bir yöntem. Ancak halkın bu pratiği sahiplenmesi ve devlet otoritesinin örgütsel ve kurumsal gücüne ihtiyaç duymadan uygulaması CHP’yi aşan bir olgu. Seçim denilen demokrasi kurumunun, kapitalist-otoriter devletin gözetimi dışında da var olabileceğini, yani demokrasinin şiddet tekeline sahip bir otoriteye ihtiyaç duymadığını halk bizzat tecrübe ederek kanıtladı. Buna göre, devletin resmi seçim kurullarına, mühürlerine, damgalarına veya seçim mekânlarının, sandıkların veya oy çuvallarının polis-jandarma tarafından korunmasına halkın ihtiyacı yok. Başka bir açıdan baktığımızda halk, devlet araçları ve kapasitesi ile gerçekleşir gibi görülen seçimlerin aslında halkın rızası ve katılımı sayesinde gerçekleştiğini, devletin seçim süreçlerindeki varlık nedeninin, demokrasi pratiğini belirlediği sınırlar içerisinde tutmak olduğunu gösterdi.

CHP’nin diğer adımı ise boykot oldu. Boykotu iktidar uzun süredir iç ve dış siyasette toplumsal tepkiyi sınırlamanın bir aracı olarak kullanıyor. Filistin’de yaşanan katliam ve soykırıma maddi bir cevap veremeyen ve Türkiye’deki enflasyonu, özellikle gıda enflasyonunu dindiremeyen iktidar, boykotu halkın tepkisini pasifize etme aracı olarak kullandı. Bugün CHP boykot stratejisini sahaya sürdü ama bu sefer amaç halkı pasifize etmek değil, mücadeleyi zamana yaymak. Halk, CHP’nin boykot çağrısını benimsedi ama CHP’yi de aşarak ve boykotun kapsamını genişleterek uygulamaya koyuyor. CHP sınırlı sayıda şirket ve markayı hedef alırken, halkın boykotunun hedefinde iktidarla ilişkili tüm sermaye grupları ve hatta iktidara tepki göstermeyen tüm ünlüler var. Geçtiğimiz aylarda bazı Balkan ülkelerinde de gerçekleştirilen günlük boykotlar da bu stratejinin bir parçası haline geldi. Boykot fikrinin bu kadar sahiplenilmesinin arkasında, iktidarın neoliberal saldırganlığıyla işçi ve orta sınıfları fakirleştirmesine olan tepki var. Böylece halk ekonominin tüketim kanadında örgütlü davranabileceğini ve ekonomik ilişkilerdeki asıl gücün kendisi olduğunu tecrübe ediyor. Ancak üretimde bu tepkiyi ortaya koymak, yani genel greve çıkmak daha zor. Çünkü bir yandan işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi kapitalist-otoriter devlet tarafından baskı altına alınırken, diğer yandan ana-akım sendikalar eylemsellik ortaya koymanın gerektirdiği bilince ve iradeye sahip değiller.

Bu arada gözden kaçmaması gereken bazı konular var. Birincisi neofaşist grupların eylemleri. Irkçılık, maskülenizm ve incel davranışlarla temellenen görüşlere sahip çoğu genç erkeklerden oluşan bu gruplar, küfürlü sloganlarıyla eylem alanlarını ve eylemcileri taciz ediyor, direnişi kendi yönlerine çekmeye çalışıyorlar. Direnişe uzaktan bakanların “tüm muhalifler birleşti” şeklindeki tanımlamalarının aksine alanlardaki eylemciler bu grupları tedirginlikle takip ediyor. YouTube, Kick ve Twitch gibi platformlarda, eylem alanlarından herkese açık olarak yaptıkları yayınlarda ve yorumlarda devletin terör ve terörist söylemini bire bir yeniden üretiyorlar. Onlar için sosyalistler, feministler, Geziciler ve hatta Berkin Elvan terörist. Eylemcilerin toplamı karşısında azınlık olan ama sesleri çok çıkan bu grupların toplumun verili milliyetçiliğini kullanarak kitleleri yönlendirmesi zor değil.

İkincisi ise Gezi’nin etkisi. Eylemciler arasında Gezi’nin mirası sloganlarda ve yöntemlerde varlığını açıkça gösteriyor. Öğrenciler için Gezi bazen inanmakta zorlandıkları ama örnek aldıkları ve ahlâken beslendikleri bir efsane gibi. Bunda, elbette, Gezi üzerinden hâlen halkı tehdit eden iktidarın da payı var. Ayrıca, özellikle İstanbul’daki eylemlerde valiliğin ve polislerin pratikleri, hükümetin Gezi’den ders çıkardığını gösteriyor. Saraçhane’de örgütsüz gençlere ancak kitle dağıldıktan sonra şiddet uygulanması polisin ve iktidarın alacağı toplumsal tepkiyi en aza indirmekte. Belirlediği eylemcileri eylem anında değil, ertesi günün sabahında evlerinden gözaltına alan iktidar, bu şiddetin de görünürlüğünü azaltıyor. Bu şiddetin farkında olmak ve onu ifşa etmek de bir direnişin bir parçası olmalı.