Entelektüel olmak sözleri aklıma gelince gözlerimin önüne ilkin Sartre gelir. Sokaklarda dergi satarken, bildiri dağıtırken, eylem içinde konuşan Sartre. Nobel Edebiyat Ödülü’nün 120 yıllık geçmişinde ödülü reddeden tek yazar, ödün vermez, dik duruşlu. O pek çok şeydi, belki bizim gibi sonuna kadar partiye bağlı olmaması iyi de olmuştur, sonunda Marksizmin aşılamaz olduğunu düşünüyordu ya. Koskoca bir yüzyıl, hatta içinde yaşadıklarımızı düşününce yüz yılı da aşan bir yüzyıl ve onun önemli yıldızlarından biri Sartre’dı.
Sonra oturup bu ülkenin son elli yılını gözlerimin önünden geçiriyorum. Ürkütücü. Sosyalizm ideali için gözlerini kırpmadan canını feda edebilen insanların oluşturduğu büyük bir ailenin içinde yaşamak var elbette ama… Hep şiddete karşı mücadele ederek ve yenilgiler içinden ayağa kalkarak yaşanır mı, hayat denen şey böyle mi yaşanmalı?
Bu felaketli ülkeye bakarken kötümserliğimiz kolayca uç verebilir ama sosyalistlerin iradesinde her zaman iyimserlik vardır. Kaldı ki yalnızca kendi dünyamızda, her zaman parçası olduğumuz partilerimizin önümüze getirdiği hayatı yaşayamayız. Bu toplumda biz yalnız olmadığımız gibi, dışarda izleyici konumunda görünenler de bizim burada olduğumuzu görüyordur. Karşımızdakine kendimizi anlatarak kurulur ilişkiler, kabuklarımız böyle çatlamaya başlar.
Türkiye büyük bir ülke. Bu devlet Ortadoğu’nun en güçlü devleti, en donanımlı silahlı gücüne sahip, siyasal gericiliği her zaman faşizmle dirsek dirseğe, çiğnenmiş olsa da büyük olanakları var ve büyüklüğü hep üstümüze abandı. Son altmış yılı düşünelim, yapılanları, verdiklerimizi; bu ülkede sosyalistler hiçbir zaman kendileri için var olmayı seçmedi, sınıfın ve halkın parçası olmak için uğraştı, yürüdükleri yolun her dönüm noktasına köklerini salacak bir ağaç dikerek bugünlere geldi. Güçlü bir toplumsal karşılık yaratmaya çalıştı, onun aynı zamanda kendini koruyacak bir kalkan olduğunu bilerek.
O toplumsal karşılığın gücünü üretimden gelen işçilerden ve emekçilerden aldığı kuşkusuz ama her toplumda sözleri merakla beklenen, kendilerine kulak verilen aydınlar, entelektüeller de var. Çoğu orta sınıflardan, yazarlardan, sanatçılardan, öğretmenlerden, üniversiteden ve onların muhalif duruşlarıyla söylediği sözler ulaştıkları yerlerden art arda yankılanarak gelir.
Onlar toplumun düşünen kesimini oluşturuyor. Kendilerini çoğu kez bir sınıfa, büyük bir topluluğa ait görmeden, kendi adalarında yaşamayı seçiyorlar. Kendileri gibi olmayanlarla birlikte olmaktan çoğu kez uzak duruyorlar. Oysa kendi başımıza yapamayacaklarımızı birlikte yapabilme gücünün de çekiciliği olmalı. Bu sürekli canımızı acıtan ülkede, birleşik bir güç olmadan nelerin –adeta hiçbir şeyin– olmayacağını yalın biçimde yaşayageldik. Örgütlü bir güç olmadan hiçbir kapı açılmıyor.
Edward Said entelektüeli, “belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan birey” olarak tanımlıyor.1 Umberto Eco da entelektüelin, muhalif duruşunu iktidara karşı tavır alarak yükselten, kamusal insan olduğunu söylüyor. Ülkesinin haksız savaşına karşı durabilen, hiç de kolay olmayan bu duruşu gösterebilen insan, yönetenlerin hoşlanmadığı sorunları gündeme getiren, özgür düşüncelerinin gücüyle dokunulmaz görünen, devletin dayatmalarını ve rezil olma cüretiyle yaşayan büyük sermayenin, holdinglerin sunduğu olanakları geri çevirebilen, haksızlıklara karşı duran, özgürlük ve eşitlik isteğini her fırsatta dile getiren bir parıltıdır entelektüel.
Önceleri, aydın denince her türlü toplumsal ya da siyasal kesimin kendi aydını olduğunu düşünürdük, ırkçı ve faşist olmaması koşuluyla. İyi niyetle. Bu son yirmi iki yılda yalanın, sahteciliğin, riyanın, ahlak yoksunluğunun bu ülkenin tarihinin hiçbir döneminde görmediğimiz gürültülerle düşüşüne tanık olduk. Kendini, kendi dünyasının aydını olarak görenler iktidardan nemalanmak için bütün değerleri yok sayıp düşmanlaştırdıkları kesimlere, bize hayasızca saldırdılar, ihbarcılık ettiler. Artık bu ülkede aydın tanımı değişti. Zalimlerin sunduğu olanaklara dayananlara aydın denmemeli.
Kendi dünyasında, üretken, yaratıcı, düşünen, iktidardan bağımsızlığını koruyan, gerektiğinde halk düşmanlarının maskesini indiren insandır aydın. Onlar kendi işleriyle baş başa olabilir ya da yaratıcılıklarını ve düşünsel donanımlarını işlerine ve ilgi alanlarına bağlayabilir. Ama şu var: Bu ülkedeki ekonomik çöküntü öylesine büyük ki bütün çalışanlar aynı hızla toplumun en altında yaşayanlara doğru sürükleniyor. Asgari ücretin altında ücret alanların bütün çalışanlara oranı yüzde 40 dolayında ve asgari ücret şu anda açlık sınırının da altında. Peki yoksulluk sınırı (65.874 TL) altında olanların bütün çalışanlara oranı nedir? Bilmiyorum ama yüzde 90 desek, yanılmış olur muyuz? İşte bu nedenle işçi sınıfının kapsamının, dolayısıyla tanımının değiştiğini düşünüyoruz. Plaza çalışanları, şirket yöneticileri, reklamcılar, dijital dünyanın yeni yıldızları, sanatçılar, bütün çalışanlar kendilerini bu çöküş sürecinden ayrı tutuyor olabilir mi? Onlar da artık kendilerinin yukarıdan aşağı katlara düşüşünü izliyordur ve bugün değilse bile, gelecek kaygısını pek yakında daha çok duyacaklar.
Demek ki bu ülkede halkın neredeyse tamamının çıkarları bir ve ortak. Ekonomik demokrasinin kazanılması önce yaşam standartlarının düzelmesinden geçiyorsa onu kazanmak da timsah dişleriyle karalık kuyusuna çağıran neoliberalizmin hayasız uygulayıcılarına karşı durmayı gerektiriyor. Büyük sermayeyle iç içe geçmiş kapitalist devletin tepesine demir atmış yönetenlere karşı durmak ister istemez siyasal bir tutumu, birlikteliği gerektiriyor. Yoksa durumumuz daha da kötüye gidecek.
Eduardo Galeano, “Zalim, aynanın mazluma sürekli değişen bir cıva lekesinden başka bir şey göstermemesini ister” diyor.2 O aynayı kırmaya da hazır olmalı. Dinlerin cennet düşüncesinde yaşamıyoruz, bulutların üstünde de. Bu toplumun entelektüellerinin, aydınlarının, düşünen bütün insanlarının bugüne dek duruşundan, kararlılığından, gelecek ümidinden hiç vazgeçmemiş olanlarla, toplumsal muhalefetin sol ve sosyalist odaklarıyla birlikte olması gerekmiyor mu?
Sanırım şu var: Sosyalist partilerin dışında kalmayı seçenler, kendilerine benzeyen insanların bulunmadığı –ya da çok azınlıkta kaldığı– yerlerde düşüncelerini özgürce belirtebileceklerinden kuşku duyuyor ve kendi düşüncelerinden önce partiye bağımlı kalmanın kişiliklerini özgürce ortaya koymalarını engelleyeceğini düşünüyor. Geçmişte bu kaygıların nesnel nedenleri vardı belki, parti çizgisi herkes için belirleyiciydi ve onun dışına çıkmak neredeyse olanaksızdı.
Gelgelelim birbirine benzerlerle bir arada bulunmak, kendi çeperlerinin dışına çıkmamak, hayatta neler olup bittiğini gerçekte yeterince anlamamaya neden olacağı gibi, kaçınılmaz ve karşılığı olmayan çekişmeler için de istenmeyen ortamlar hazırlayabilir. Hem bazen yaratıcılıktan gelen bir beceri ya da bir plazanın üst katlarında yönetici olmak, acayip eğitimli olmak, aşağıda gereken becerilerden daha işlevli olmayabilir. İnsanların özgürlüğünü yaşayarak içinde var olduğu hayatı iyileştirmek, kendisine benzemeyen insanların becerileriyle birlikte yaşamayı gerektirebilir.
Bir entelektüel ve aydının hakikat arayışı başkalarının hakikat arayışıyla niçin kesişmesin. Michel Foucault entelektüeli, hakikati görmeyenler ve onu dile getirmeyenler adına, hakikati söyleyen insan olarak tanımlıyor. Sonunda bilgi ve deneyim başkalarına aktarılmak içindir. Karşılıklı ilişkinin kurulmasını önleyen çekincelerin bir nedeni de sosyalistlerin bu karmaşık ve başka bir yerden bakınca zenginliğin bu denli kötü paylaşıldığı hayat karşısında parlak seçenekler, toplumun işte o parıltılı kesimini içine alacak bir yaşam biçimi sunamaması olabilir. Sosyalizm ideali ufukta, parti dışında kalan entelektüelleri, aydınları belki de bugün ilgilendirmiyor. Bu elbette anlaşılır, başlangıçta öyle de geliyor ama bu ülkenin felaketi ve her an içine atılabileceğimiz kara kuyuların çekiciliği var mı? Tersine, birbirine yakın olanlar yaşam alanlarını pekâlâ iyileştirebilir. Bir toplumun aydınları ve entelektüelleri, sanatçıları, edebiyatçıları herhalde en çok bitmeyen bir çaba içinde olan sosyalistlere yakındır.
Belki şu yaşadığımız ülkeyi cehenneme çevirenlerin ümitleri azalttığını görmek de politik ilişkiler kurma isteğine ket vuruyor. İnsanlar elbette hayatlarının önemli bir bölümünü işlerine verecek, hoşlandıkları şeyleri yapacaklar, sevdikleriyle vakit geçirecekler… Ve istediklerini yapan insanlar, istediklerini yapamayanlara göre politik ilişkilerde daha rahat ve özgüvenli de olabilir.
İnsanın kendi kendine, ben başkaları için, büyük deprem felaketinde her şeylerini kaybeden insanlar için, haksız ve hukuksuz yere yıllardır hapishanelerde tutsak edilenler, Gezi tutsakları, Can Atalay, Selahattin Demirtaş için ne yaptım sorularını sorması önemlidir. Sokak hayvanlarının katledilmesinin önünü açan yasanın çıkmasını bile beklemeyen vicdansız ellerin sopalarla öldürdüğü köpeklerin fotoğrafına bakıp da bundan acı duyan insanın bu gidişe dur demeyi düşünmemesi mümkün mü? O insan kendi kendine yaratıcılığını, bilgisini, görgüsünü, eğitimini düşünüp bu gidişi tek başına, kendi kendine önleyemeyeceğini elbette görüyordur. Bir aydının tıpkı Sartre gibi olması niçin beklensin. Ama kim olursak olalım, siyasal mücadeleden kendimizi bütün bütüne soyutlamak olanaksız.
Bugün 1960’larda ve 1970’lerde yaşadığımız, tek sesli, kendi kabuğunda sosyalist partiler yok. Kendisini bir kitle partisi olarak gören bir sosyalist partinin esnekliği, toplumun çok çeşitli kesimlerden gelen sosyalistleri içine almaya açıktır. Artık amacımız sürekliliği olan, içinde yaşadığımız ve onunla birlikte geleceğe yürüdüğümüz bir toplumsal karşılığa sahip olmak, onu sürekli büyütmek, genişletmek, ülkenin siyasal ve toplumsal hayatının vazgeçilmez parçasına dönüşmek. Böyle bir amaç, parti çizgisine her şeyiyle bağlı insanlarla birlikte olma düşüncesinin değişmesini kendiliğinden gerektirir. Amaç sosyalist bir kitle partisi yaratmaksa çok sesliliği yönetmeyi öğrenmek de gerekir. Ülkenin ve sosyalizmin sorunlarıyla ilgili farklı düşüncelerimizle içinde yaşayabileceğimiz bir parti hayatı yaratmalıyız. Demek ki dışardakilerin içerde olmaması için neden yok. Tersine, bunun için en uygun ve nitelikli koşulları oluşturmaya çalışıyoruz. Hayatımızın son demlerini yaşarken arkamıza dönüp baktığımızda, neler yaptım sorusunu önemsemeyen kimseyi düşünemiyorum.
1 Edward Said, Entelektüel-Sürgün, Marjinal, Yabancı, Çeviren: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, Ağustos 1995, s. 27 2 Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, Çeviren: Bülent Kale, Metis Yayınları, Beşinci basım: Temmuz 2021, s.24