Hiçleşmeye Karşı Ütopyayı Yeniden Düşünmek

Geleceğe umutla bakmanın çok zor olduğu zamanlardan geçiyoruz. Her gün bir mücadele içerisindeyiz. İşlerimizde çalışırken yaşadığımız yabancılaşmanın yanında emeğimizin değersizleştirilmesine karşı mücadele etmeye çalışıyoruz. Kamusal alanda özgür, adil ve eşitlikçi bir toplumda yaşamak için mücadele ediyoruz. Ne istemediğimizi biliyoruz, ama istediğimiz şeyi betimleyebilsek de detaylı bir resmini çizemiyoruz. Zaman zaman kaybettiğimiz umudumuzu yeniden bulmak ve onu korumak için ütopyalar yaratmalıyız, çünkü yeni bir dünyayı düşlemeye ve dahası onun bir gün geleceğine içtenlikle inanmaya ihtiyacımız var. Bir süredir bu düşünceler zihnimi meşgul ederken Semih Gümüş’ün benzer bir düşünceyi ele alan ve yine Ayrım’da yayımlanan yazısına denk gelmek beni çok mutlu etti. Belli ki, hayal kurmayı hatırlamak ortak bir temenni. Yazısında kendi deneyimi üzerinden hayal kurmanın önemine dikkat çeken Gümüş, ütopyalara olan ihtiyacın, içinde bulunulan nesnel koşullardan çıkış yolunu bulabilmek için önemini şu sözlerle ortaya koyuyor:

“Gelgelelim bizim sosyalizm tasarımız var olan hayatın külliyen reddine dayanan bir büyük ütopya olarak nesnel karşılıklar yaratmaya yatkın olduğu için, kendi ütopyamızı yaratmaktan vazgeçemeyiz. Biz onu yaşadığımız zamanın gerçekliğinin distopyaya çevrilmesine karşı öne sürüyoruz. Hep yapmak istediğim de bu.

(…) nasıl bir sosyalizm istiyorsunuz, sorusuna karşılıklar vermeye çalışmak, politika üretmek için zorunlu olduğu gibi, bu ülkede aklımızı yitirmemek için, düşünce üretmek için de gerekiyor.”[i]

İçinde yaşadığımız distopik gerçekliğin bütün ağırlığıyla üstümüze çökmesinin önüne geçmek ancak bir umuda sarılarak mümkün olabilir. Ütopyalar bu umudun inşası için biçilmiş kaftan. Bu bağlamda asıl önemli olan, hayal kurmanın bireysel sınırlarının aşılması ve kolektif bir şekilde umudun örgütlenebilmesi. Günümüz toplumuysa, bunun tam aksi doğrultusunda, umudun kolektif varoluşunun önüne engeller çıkarıyor. Kamusal alanların teker teker ortadan kaldırılmasına koşut olarak teşvik edilen bireyselleşme bir araya gelmenin imkânlarını azaltıyor.  Bu durum, kişilerin giderek yalnızlaşmasına ve bireysel kurtuluş yolları aramalarına neden oluyor.

Hiçleşmeyi Aşmak

Kentli beyaz yakalılar için yalnızlık, belki daha da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Giderek daha uzun süreler çalışan, pek çoğunun deneyimlediği şekilde bunu da özel hayatıyla ve iş hayatını tamamen birbirine karıştıracak şekilde -çoğu zaman çalışma hayatı namına- deneyimlemek durumunda bırakılan beyaz yakalılar, esnekleşen çalışma ilişkileri dolayısıyla kolayca yalnızlığa sürükleniyor. Halihazırda yaptıkları iş dolayısıyla emeklerine, emeklerinin ürünlerine ve nihayetinde kendilerine yabancılaşan işçiler, yalnızlıklarını aşabilecekleri ilişkileri üretme kabiliyetinden de yoksun bırakılıyorlar. Kamusal etkileşimlere ayrılacak zamanın kısıtlanması ve kamusal alanların ortadan kalkmasıyla, dijital bir alan olarak internet, insanların yeni sosyalleşme alanı haline geliyor ancak, bu alan da gerçek ilişkiler kurmayı daha da zor bir hale getirerek yalnızlığı derinleştiriyor.

Yalnızlaşmanın bir başka boyutu, yurttaş kimliğiyle işçinin, devlet ile arasındaki ilişkide ortaya çıkıyor. Özelleştirmelerle devletin, kamu yararına dönük alanlardan çekilmesi ve bu alanları piyasanın insafına bırakmasının yarattığı yalnızlık hissi, örneğin, en basit hâliyle kaliteli sağlık hizmetlerine erişebilmek için özel hastanelere gitmek zorunda olan ya da çocuğunun iyi bir eğitim alabilmesini sağlamak isteyen, ancak bunun için özel okullara başvurmak durumunda olan ve bu doğrultuda sürekli borçlanmak ve daha çok çalışmak zorunda kalan yurttaşların çaresizliğinde vücut buluyor. Önlenebilir ve önlem alınılabilir afetlerde zarar gören ve yardıma muhtaç duruma düşen yurttaşların yaşadığı değersizlik hissi, devlet ile yurttaş arasındaki ilişkiye kalıcı zarar veriyor. Can Soyer’in bu bağlamda devletin yokluğuna dair betimlemesi aydınlatıcı:

“Gündelik yaşamımız, bu yokluğun, yok edilmişliğin, her türlü sınırdan, tanımdan, kuraldan yoksunluğun, düzenden ve yoldan çıkmışlığın kolektif deneyiminden ibaret hale geldi artık. Toplumsal yaşamı olduğu kadar bireysel yaşamı da öngörülebilir ve tanımlı kılan kurumlardan ve yasalardan mahrum, benliğini anlamlı kılacak bağ ve değerlerden uzaklaştırılmış, kaygan bir karanlığın içinde tutunacak güvenilir bağlanma noktaları bulamadan rüzgâra kapılıp giden insanlığın ortak deneyimi bu. Bu yokluğun adı devlettir.

Hükümetin değil, bir bütün olarak devletin yokluğudur deneyimlediğimiz.”[ii]

Emeğin ve dahi insan hayatının giderek değersizleştiği, sosyal hakların budandığı bir ortamda yurttaşlar hayatlarını sürdürmeye çalışırken vergi indirimleri ve benzeri çeşitli imtiyazlarla zenginliklerine zenginlik katan imtiyazlı grupların varlığı, yurttaşların yaşadığı değersizlik hissini perçinliyor. En basit ihtiyaçlarını karşılamak, örneğin sağlıklı beslenebilmek imkânından dahi, yüksek enflasyon ve tarımsal kimyasalların denetimsiz kullanımı gibi nedenlerle yoksun kalan toplumda değersizleşmenin ötesinde, yaygın bir “hiçleşme”nin gözlemlendiğini de iddia edebilmek mümkün. Önder Kulak, hiçleşme kavramını Andrey Platonov’un eserleri üzerinden incelediği kitabında hiçleşmeyi, “bireyin dışlanmayla beraber toplumun kıyısına itilen varlığını kendisine dayatılan yabancı bir bilinçle kabullenmesi, bunu bir kapanmışlık bilinciyle derinleştirmesi ve düşünden eyleme bütünsel olarak, sergilediği aşırı edilgenleşmeyi mutlaklaştırması” olarak ele alıyor.[iii] Hiçleşme mekanizması şu şekilde işliyor: İşsizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştığı, böylece insanların kendilerini gerçekleştirme imkân ve araçlarının ellerinden alındığı bir dönemde, kendisini yalnızlaştıran toplumsal yargıları; bazen bir babanın, bazen bir komşunun, bazen doğrudan kendisinin hareket ve sözlerinde bulan insan, giderek yalnızlaşarak içine düştüğü durumu mutlaklaştırıyor. İçinde bulunduğu duruma dair ürettiği “rasyonel” açıklamalar, kendi yetersizliklerine odaklanıyor, bunu değiştirmek için elinden gelen her hamlenin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla toplum nezdinde sınırlara çekilerek kendi benliğini hiçleştirmeye başlıyor. Nihayetinde içinde bulunduğu durumdan bir çıkış yolu olmadığını, dünyanın içinde bulunduğu halin ebedi olacağını kabul eden “hiçleşmiş insan” giderek daha fazla edilgenleşerek eylemsiz kalmaya alışıyor, kolektif çabaları anlamsız görüyor.[iv]

Çoğu zaman hiçleşme, insanlar için nihai bir son değil, o durumun içinden çıkaracak bir dış müdahale gelene kadar kişiyi paralize eden ve diğerlerine karşı kendi bilincini tamamen tâli kılan bir eylemsizlik hali. Böylece umutsuzluk içinde hiçleşen insanlar, en kolay yola başvurarak en basit anlatıya tutunmaya hazır hale geliyorlar. Kimisi, kendi kimliğini popüler kültür ögelerindeki gerçek(!), “serdengeçti” karakterlerin fikir ve eylemlerine özenerek inşa ediyor, dünyayı komplo teorileri zaviyesinden yorumluyor, kendisine sahip olduğundan başka bir anlatı veya rol teklif edildiğinde bunu kolayca içselleştirebiliyor. Nitekim, sunulan “yeni-gerçek” anlatının bir parçası olan çetelere katılarak kendini suç dünyasında var etmek de hayatın gerçekliğinin tamamen dışına çıkarak uyuşturucu bataklığına saplanmak da hiçleşmenin doğrudan sonuçları arasında yer alıyor. Ütopyalar bu gidişatı engellemek ve umut ışığı olmak için var olabilirler. Umudunu kaybeden, edilgenleşerek hiçleşmiş milyonlar için birlikte daha iyi bir dünyanın var edilebileceğine inanmak bu kadar zorken, ütopyaların onlara bir cevap bulabilmesi mümkün olabilir.

Ütopyacılık: Nereden Nereye?

Ütopya düşüncesi epey eski bir düşünce. Öyle ki Antik Yunan’da, Platon’un “Politeia” isimli eserine kadar izi sürülebilir. Aydınlanma’nın öncesinde yazılan ütopyalarda, mevcut toplumsal ve siyasal düzenden rahatsızlık görülmekte olsa da büyük çoğunluğunda arayış, yazarları geleneksel toplum biçimlerini yad eden muhafazakâr pozisyonlara sürüklemişti. Örneğin, feodal ortaçağın içe kapalı yapısının dönüşmeye başladığı, ticaretin Haçlı Seferleri ve coğrafi keşiflerin ardından canlandığı, sınıfsal yapının da bu gelişmeler ışığında değiştiği XVI. yüzyılda eserlerini veren Thomas More’un “Ütopya” isimli eseri, Platon’un Politeia’sından etkilenmiş olmakla birlikte toplumsal eşitliğin savunulması ve özel mülkiyete karşı çıkılması nedeniyle dönemin topraksız köylülerinin gelecek tahayyüllerini yansıtan bir eserdi.[v]

XVIII. yüzyılda Aydınlanma ile birlikte geleneğin yerine aklın konulmasıyla, ütopyalar ve ütopyacılık geleneğe ve eski toplumsal yapıya odaklanmayı bırakarak geleceğe dönük bir idealizme alan açtı. Erken sosyalizm; mülkiyetin toplumsallaştırılması, eşitliğin sağlanması gibi talepleri yazılarında dile getiren ütopya yazarlarının metinlerinde ortaya çıktı. Avrupalı işçiler, sınıf bilinci kazanabilecekleri maddi koşulların ve toplumsal ilişkilerin henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde bu kitaplardan çok şey öğrendiler. Okuma yazması olan işçiler bu dönemde yazılmış çeşitli kitapları okuyor, yazışma dernekleri aracılığıyla genel oy hakkı gibi taleplere dair tartışmalar yürütebiliyordu. Okur-yazar olmayan işçilerse kamusal alanlarda bu kitapların okunduğu toplantılara ve tartışmalara katılabiliyordu. Sınıf farkındalığının oluşması ve siyasi taleplerin ortaya çıkabilmesi için söz konusu dönemde atılan ilk adımlardan biri bu bağlamda ütopyacılıktı.[vi] Bu doğrultuda, salt eserleriyle değil aynı zamanda ütopyacı sosyalizmi pratik bir deneyim olarak ortaya koymaya çalışan Robert Owen’ın çalışmaları ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.

İngiltere’de XIX. yüzyılda yaygın olarak görülen işsizliği sorunsallaştıran Owen, özel mülkiyeti, insanın doğal yatkınlıklarını çarpıtan iş bölümünü, aç gözlüğü ve kâr hırsını kapitalizmin temel nitelikleri olarak ele alarak bunların ortadan kaldırıldığı komünal toplulukların kurulması ve bir dönüşüm laboratuvarı olarak kullanılması için çabaladı. Onun düşüncesine göre, herkesin yeteneğine ve yeterliliklerine göre topluluğa katkı sunabileceği işlerde çalışacağı komünlerde eşit işe eşit ücret verilecek, zahmet isteyen veya kirli işler makineleşmenin sonucunda, zaman içinde makinelere gördürülmeye başlanacaktı. Owen, eşitliğin tavizsiz bir şekilde uygulandığı bu toplumlarda sınıf mücadelesinin yatışacağını düşünüyor, toplumun genelinde ve iktisadi düzende yaşanacak bir değişim için şiddetin değil barışçı bir kolektivizmin egemen olması gerektiğini iddia ediyordu. Bu bağlamda aydınlanmanın sembolü olan akla güveniyor, insanların eğitim vasıtasıyla zihinlerinde bir devrim imgesi oluşturabileceğini, cehaletin ortadan kaldırılmasıyla birlikte sınıf mücadelesinin sona erebileceğini ve eşitlik fikrinin yaygınlaşabileceğini düşünüyordu.[vii]

Robert Owen’ın şiddet karşıtı düşüncelerinin Avrupa’nın her yerinde köylü ve şehirli isyanlarının yaşandığı, bunların bir kısmının devrimlere yol açtığı bir dönemde filizlenmiş olması önemlidir. Tıpkı Owen gibi, dönemin ütopyacılarından Saint Simon ve Fourier de düşüncelerini esas olarak barışçı bir dönüşüme yönelik olarak oluşturmuşlardır. Bu, onların, sınıf mücadelesi ve siyasi iktidarın ele geçirilmesi gibi problemleri gözardı ederek soyut düşünceler geliştirdikleri gerekçesiyle eleştirilmelerine neden olmuştur.[viii] Bu eleştirilere karşın, Karl Korsch’un tabiriyle, “bütün hayatını sosyalizmi teorik bir ideoloji ve pratik bir ütopya olmaktan pratiğin gerçekçi ve maddi bir bilimi olmaya dönüştürmeye”[ix] adayan Marx’ın ve Engels’in ütopik sosyalizme yaklaşımları nispeten olumludur. Nitekim Marx’a göre; proletaryanın sınıf bilincinin kuvvetli olmadığı, bunun da pratikte bir sınıf mücadelesini sürdürmeye yeterli gelmediği bir dönemde eserlerini ortaya koyan ütopik sosyalistler, maddi koşulların gelişmemiş olmasının etkisiyle kendilerini hayallerin soyutluğuyla sınırlamak zorundalardı, ancak bu durumda dahi sosyalizm, onların çalışmalarında “embriyon” olarak yer alıyordu. Hatta öyle ki, Engels’e göre, İngiltere’de uzunca bir süre proletaryanın öncülük ettiği toplumsal hareketler, kendilerini Owen ile ilişkilendirmek zorunda hissettiler.[x] Kapitalizme yönelttikleri eleştiriler, geleceğin toplumuna dair tahayyülleri, toplumsal birlik ve adalet fikrine yaptıkları katkılarla proletaryanın sınıf bilinci kazanmasında önemli köşe taşları oldular. Dahası çalışma hakkı, “sosyalizm” ve “komünizm” sözcükleri, “herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre” ilkesiyle, “insanın, insan tarafından sömürülmesine son verme” ifadesi gibi daha sonra kullanılacak birçok siyasal iddia ilk olarak Owen, Fourier ve Saint Simon’un takipçileri tarafından dillendirildi.[xi]

Neredeyiz, Nereye Gidiyoruz?

SSCB’nin dağılması, dünya çapındaki sosyalist örgütlerin organizasyonel ve söylemsel atalete sürüklenmesinin en önemli gerekçelerinden biri olarak gösterilir. Belki de daha önemlisi, başka bir dünyanın mümkün olduğu inancını simgeleyen bir olgu olarak sosyalizm deneyinin çökmesinin yarattığı hayal kırıklığının, üzerinden otuz yıldan fazla geçmiş olmasına karşın devam etmesidir. SSCB’nin dağılmasının ardından rakipsiz kalan neoliberal rejim, bütün dünyada hızlıca genişleme imkânı bulmuş, SSCB’nin ayakta olduğu dönemleri hiç tecrübe etmemiş nesiller, sınıf bilinçlerini başka bir dünyanın mümkün olmadığı bir gerçeklikte inşa etmişlerdir. Kendi paylarına bunun somut sonucu, önceki nesillere kıyasla sosyal haklarının büyük ölçüde ortadan kaldırılması olmuştur. Bu anlamda, nasıl ütopyalar, XVI. yüzyılda erken kapitalizmin ortaya çıktığı, feodalizmin sınıfsal ve siyasal yapısının dönüşüme uğradığı bir dönemde gerçekleşen toplumsal dönüşüme bir yanıt üretmek için yazıldılarsa veyahut XVIII. yüzyıldan itibaren gelişen işçi sınıfının sınıf bilincinin oluşmasında etkili olabildilerse, içinde bulunduğumuz yüzyılda da gerileyen sınıf bilincinin yükseltilmesinde, hayalkırıklıklarının aşılmasında ütopyaların büyük bir rolü olabileceği açıktır.

En çok da edilgen kılınarak hiçleşen, siyasi yapılar başta olmak üzere kolektifleşmenin her çeşidine mesafelenen, siyasi var oluşunu oy vermek veya anonim bir sosyal medya hesabından reaksiyoner gönderiler paylaşmak dışında gerçekleştiremeyen insanların böyle bir umuda ihtiyacı var. Ancak en başından, bu insanları, haklarını savunmak üzere eylemlere davet etmenin, siyasi partilere üye olmaları için teşvik etmenin – mücadele için en doğru yol bu olsa da – gerçekçi olmadığını kabul etmek gerekiyor. Nitekim ütopik sosyalistlerin izlediği model bu değildi. Robert Owen’ın komünlerinin üyeleri, eylemciler, işçi önderleri ve “adanmış devrimciler” değildi. Çoğu bundan habersiz, siyasal ve ekonomik bazı taleplere sahip olan insanlardı. Owen ve diğerleri, eleştirilebilir çabalarla da olsa, kendi komünlerini ve normatif sistemlerini kurarak geleceğin pratiklerini üretmeye çalıştılar. Böylece sosyalizmin kendisinin değil ancak sosyalist bilincin inşasında büyük rol aldılar.

Bugün sosyalistler ne yapıyor? Bu soruya yanıt verirken biraz özeleştiri yapmanın zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ufak nüanslarla birlikte sosyalist siyaset, sosyalist geleneğin “devletli” kanadından etkilenerek şekillenmiş dernek ve siyasi parti gibi yapılar tarafından yürütülüyor. Üyelerine cefa telkin ediyor, onları mücadele ve kavgaya çağırıyor ve onlardan “özverili bir serdengeçtilik” bekliyor. Bunlar önemsiz değil, ancak gelecek güzel günlere olan inancın inşa edilmesine bu kadar az kafa yorulması ve emek harcanması hem bu özverinin kendi başına bir statüye dönüşmesine yol açıyor hem de umudun yaygınlaşmasına engel oluyor. Nihayetinde pek çok sosyalist yapıda üyeler, yıllar boyunca verdikleri emeklerinin karşılığını alamayarak örgütlerine ve mücadelelerine zaman içinde yabancılaşıyorlar. Kaldı ki, bu yapıların kendi iç düzenleri açısından geleceğin toplumunu ve normlarını yansıtan bir dönüştürücü misyonu, alternatif bir düzeni kendi iç bütünlüğünde kurma çabası da bulunmuyor. İçinden çıkılması gereken tehlikeli bir kısır döngü bu. Çıkış, bu yapıları oluşturan kişilerin beklenti ve tahayyüllerine vâkıf olup onları uyumlu bir şekilde ortaklaştırmaktan geçiyor.

Yeni Ütopyacılığın Zemini

Peki yeni ütopyacılığın nasıl bir zeminde gelişmesini önerebiliriz? Örneğin Ursula K. Leguin kitapları okunması bir seçenek mi? Belki. Yenilerinin yazılmasını teşvik etmek gerekir mi? Elbette. Yeterli mi? Hayır. İçinde bulunduğumuz dönemin koşulları geleneksel yöntemleri yetersiz hâle getiriyor. Toplumda kitap okuma oranlarındaki genel düşüş, sosyalist yapıların içerisinde de benzer bir eğilimin oluşmasını kaçınılmaz kılıyor. Evet, son yüzyılda modern eğitim, okur yazarlığı nüfusun geneline yaydı, ancak, bunun okuma oranına etkisi aynı oranda olmadı. Geçmiş yüzyılların aksine kamusal alanlarda bir araya gelmek, kitapların okunmasını dinlemek ve bunların üzerine tartışmak yaygın bir pratik değil artık. Herkesin elinde telefonlar var, hikâyeler ekranı bir parmak hareketiyle kaydırmamızla karşımıza çıkıyor, bir başka parmak hareketiyle de yok oluyor. Bırakalım kitabı, uzun yazılar bile okunmuyor, 280 karakter sınırına sığdırılmış tartışmalar sabun köpüğünden öte bir etki bırakmıyor. Hap videolara sıkıştırılmış bilgiler, bilginin analiz edilmesini ve yorumlanabilmesini engelliyor, bu da kof bir malumatfuruşluktan ötesine geçilmesini imkânsızlaştırıyor. Sayıları az da olsa var olan sosyalist içerik üreticileri çok iyi çalışıyorlar. Ancak anaakımlaşabilecek araçlara ve ürünlere sahip değiller, siyasi gündemin siyasi tahlilini anaakım araçları kullanarak yapmak durumundalar. Bu yeterli değil. O halde yeni ütopyacılık konusundaki basit önerimi bu koşulları göz önünde bulundurarak yapmam gerekiyor.

Hiçleşmenin kolektifleşmeyi engellediği, siyasi yapılara mesafenin arttığı bir dönemde hala bir siyasi bilinç oluşturulması amaçlanıyorsa, buna uygun araçlar da kullanılmalı. Bu bağlamda insanların aynı zamanda hem bir araya gelebilecekleri hem keyif alabilecekleri hem de bir şey öğrenebilecekleri en kolay etkinliklerden biri oyun oynamak. Merak ediyorum, Türkiye’de Sovyet masa oyunlarından kaç tanesi biliniyor? Bahsettiğim elbette kağıt oyunları değil. İçinde yaşanılan gerçek düzenin kurallılığını oyunun dinamiğiyle ortaya koyan ve oyuncuların bunu içselleştirmesine yardımcı olan “Monopoly” gibi oyunlar SSCB’de de vardı. Alternatif bir normatif düzenin ana hatları oyunlar aracılığıyla pekâlâ ortaya konabilir. Bilgisayar oyunları yine aynı amaca hizmet edebilecek olmasına karşın sosyalistler tarafından nüfuz edilemeyen bir başka alan.

Mevcut dijital oyun sektöründe tarihi anlamaya dönük pek çok oyun üretiliyor, ancak bunlar genelde liberal bir tarih anlatısını yansıtıyor, üretime ve üretim ilişkilerinin önemine dair pek çok şeyi göz ardı ediyor, ordulara ve savaşlara çok daha büyük anlam atfediyor. Geleceğe dair oyunlardaysa post-apokaliptik veya “cyberpunk” temalara dayanan gelecek kurguları çok revaçta, ancak sosyalizan bir kurgu herhangi bir şekilde kendine yer bulamıyor. Elbette kapitalist hegemonya; dünyanın sonunun gelmesinin, kapitalizmin sonunun gelmesinden daha kolay olacağını düşündüren bir ideolojik üstünlüğe sahip. Bunun yanında oyun sektörünün kapitalizmle olan bağı bu tarz oyunlar ortaya koymayı zorlaştırıyor. Ancak bu durumda, neden kullanıcıların kendi oyunlarını kendileri yapabildikleri çeşitli oyun platformlarında da sosyalist temaların veya en basit siyasi taleplerin kendilerine yer bulamadığı sorusu yanıtsız kalıyor. Bu tarz oyunlar çıkarıp viral hale getirmek düşük bütçelerle bile mümkün ve dahi kaçınılmaz bir görev aslında. Nitekim, gençlerin pandemi döneminde artan bir şekilde sanal dünyaya kapandığından bahsediliyor, bunun zararlı etkileri de görülüyor. Buraya dönük bir çaba göstermemeye devam edildiği takdirde gençler dijital alana girdiklerinde sosyalizme dair herhangi bir içeriğe denk gelmeyecekler, geldiklerinde bile bu yoğun bir anti-propaganda eşliğinde olacak. Farklı bir dünyanın mümkün olduğu düşüncesi bir fanteziden ibaret kalacak. İşte ortadan kaldırması gereken bu.

Bahsettiklerim kimilerince “apolitik” bulunabilir. Oysa, yalnızlaşan ve hiçleşen bireylerin oluşturduğu bir toplumda, kolektifleşmenin önündeki bütün engellere karşın bireyleri aynı talepler ve hayaller etrafında birleştirmeye, sınıf bilincini geleneksel olmayan yöntemlerle büyütmeye çabalamak son derece politik bir tutumdur. Sonuçta politik alana hiçbir etkisi olmayan politizmin kimseye faydası yoktur. Lebowitz’in söylediği gibi; “Kiracı haklarına, ücretsiz kamu taşımacılığına, kamu ve kooperatif konutlarının desteklenmesine, şehir ölçekli asgari ücrete, şehir bostanlarının kurulmasına, mahalle ve yöre temelli iklim farkındalığına, göçmenlerin desteklenmesine, ırk temelli profil çıkarmaya ve polis baskısına karşı koymaya yönelik mücadeleler, insanların kapasitelerini ve kendi güçlerine ilişkin farkındalıklarını geliştirmeye dönük bir potansiyel taşır.”[xii] Ütopyacı düşünce bu taleplerin yaygınlaşmasını sağlayabilir, bunlara dair mücadelelerin meşruluğunu bir gelecek imgesiyle birleştirerek inşa edebilir. Umudun örgütlenmesine dair bu çok önemli gündemin, gündelik siyasetin sürekli yeni krizler üretmesi nedeniyle arkaya atılmaması gerekiyor.

[i] Semih Gümüş, Sosyalizm, Ütopyadan Gerçekliğe Doğru, https://www.ayrim.org/guncel/sosyalizm-utopyadan-gerceklige-dogru/ adresinden 05.03.2025 tarihinde erişildi.
[ii] Can Soyer, Yokluk Deneyimi: Utanç ve Öfke, https://www.ayrim.org/guncel/yokluk-deneyimi-utanc-ve-ofke/ adresinden 05.03.2025 tarihinde erişildi.
[iii] Önder Kulak, Hiçleşme, Hayalci Hücre, 2. bs., İstanbul, 2023, s. 46-47.
[iv] A.e., s. 82-83, 88-89.
[v] Y. P. Mador, “Bilimsel Sosyalizmin Öncüleri: 19. Yüzyılın İlk Yarısında Ütopyacı Sosyalizm”, çev. Şükrü Alpagut, Uluslararası İşçi Sınıfı Hareketi Tarihi, c.1, Yordam Kitap, İstanbul, 2021, s. 216-217.
[vi] A.e., s. 218, 223.
[vii] A.e., s. 224-227, 231.
[viii] A.e., s. 254-255.
[ix] Paul O’Connell, “İstikbale Mersiye: Hukuk, Marksizm ve Sosyal Değişim”, çev. Ertuğrul Uzun, Hukuk ve Marksizm Rehberi, ed. Ertuğrul Uzun, Kasım Akbaş, Zoe Kitap, İstanbul, 2024, s. 485.
[x] Mador, a.g.e., s. 231, 256-257.
[xi] A.e., s. 254-260.
[xii] O’Connell, a.g.e., s. 490.