Şu son bir haftada mevcut durumun dayattığı koşulları geriye dönüşsüz bir biçimde değiştiren, “oyunun” kurallarını alt üst eden, yepyeni bir siyasal durum yaratan tek gelişme, tek “olay”, kitleselliği ve kararlılığıyla beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan öğrenci-gençlik hareketidir. İktidarın siyasal beklentilerini alt üst eden bu “olay”, bu hareket vuku bulmasaydı eğer, İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan süreç kayyum atanmasıyla devam edecek ve birkaç basın açıklaması, belki bir miting ve CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvurusuyla nihayetlenmiş olacaktı.
Baştan söylemekte yarar var: Bu apansız ve heterojen hareketi anlama çabası, onu depolitize edip sosyolojik bir tahlil nesnesine indirgeyen “kuşak analizlerinden” uzak durmalı. Hareketi anlama gayreti, onun dinamizmini kavrama, onunla bütünleşme, onunla birlikte öğrenme, onunla birlikte mücadele etme azmine denk düşmeli. Aksi halde tavrımız, 1973 tarihli “Diyalektik Tuğla Kırabilir mi?” adlı sitüasyonist kung-fu filminde, işçileri “üzerinize siyaset bilimcileri, sosyologları, psikologları salarım” diye tehdit eden bürokrattan farklı olmayacaktır.
Gençlerin, “Z kuşağının” politik mi apolitik mi olduğu sorusu büsbütün abesle iştigaldir. Neoliberalizmin altın çağına has “postpolitika”, yani siyasetin esas olarak teknik meselelerin idaresine indirgendiği, sağın da solun da birbirine alabildiğine benzer hale geldiği koşullar dünyanın dört bir yanında neredeyse bütünüyle ortadan kalkmıştır. Siyasal polarizasyon sert bir biçimde geri dönmüş, gündelik hayatın neredeyse her veçhesi alabildiğine siyasallaşmıştır. Ancak günümüzde kimse 20. yüzyıldaki şekliyle “politik” değildir. Pospolitikanın sonu, sendikaların, kitle örgütlerinin hâkim olduğu kitle ve sınıf siyasetinin geri dönüşü anlamına gelmemiştir. Günümüzde hâkim olan politizasyon da depolitizasyon da değil, Anton Jäger’in deyimiyle “hiperpolitika”dır. Yakınlık grupları ya da online bağlantıların belirleyici olduğu, istikrarlı örgütsel yapılardansa enformel, dijitalleşmiş, kısa erimli ve sonuç odaklı örgütlenme biçimlerinin hâkim olduğu, toplumsal mücadeleler açısından evrimsel gelişme ya da organik büyümedense ani kabarış ve geri çekilişlerin birbirini izlediği bir dönemdeyiz.
Gençliğin karşı karşıya bulunduğu geleceksizlik, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde cereyan eden bütün büyük kitle seferberliklerinde, tüm toplumsal kalkışmalarda belirleyici etkendir. Tunus’ta da Yunanistan’da da Şili’de de Nijerya’da da karşımıza çıkan hep benzer bir örüntüdür. Geleceksizlik-güvencesizlik cenderesine sıkışmış, örselenmiş “mektepli-gri yakalı-işsiz” gençlik kesimleri daha geniş toplumsal kesimleri harekete geçiren müşevvik rolünü üstlenen patlayıcı bir bileşim halindedir. Bu uzun zamandır bildiğimiz ama nedense sürekli olarak unuttuğumuz, unutuverdiğimiz için de karşımıza çıkıverince yeniden ve yeniden afalladığımız bir hakikat.
Toplumsal hareketlenmeyle birlikte Gezi, adeta “tehlike anında parlayan bir anı” gibi, yani güncel bir tehlike karşısında mücadeleyi kışkırtan, bugünkü kavgayı geçmişe bağlayıp o geçmişten güç devşiren bir ilham kaynağı olarak devreye girivermiştir. Gezi’nin hatırası her yerdedir. Direniş, felaketi durdurup geleceğe sıçrayabilmek için önce geçmişe, geçmişin Gezi gibi özgürleştirici anlarına sıçramak ve o geçmişten, yani ezilenlerin geleneğinden beslenmek durumundadır.
Ancak bugünün direnişinde dünün direnişinin uyandırılması, eskide kalmış olanın tekrarını, “sequel”ini, parodisini yapmaya yol açmamalı, bugünün gerçek güç ilişkilerinde bulunacak çözümlerden kaçışa sebep olmamalıdır. Gezi’yle bugün arasında, toplumsal güç ilişkileri ve siyasal konumlanışlar açısından herhangi bir doğrudan kıyasa elvermeyecek muazzam farklılıklar vardır. Sadece bu nedenle bile, bugünün mücadelesinin “şiiri geçmişten beslenemez, onun hayat pınarı gelecektedir.”
Somut siyasal güç dengeleri ve hedeflerle herhangi bir bağı olmayan “Taksim” sloganı, geçmişin ağırlığının üzerimize nasıl çöktüğünün iyi bir örneği. “Taksim”, seferber olan kitlelere bir bütünlük veren, harekete kurumsal siyasetin ötesine taşan bir radikalizm kazandıran bir “mahşeri mit” işlevi görüyor adeta. Kurumsal muhalefete dönük sağlıklı bir güvensizliğin ifadesi olan bu mitin kolektif muhayyilede yarattığı coşkuyu küçümsememeli elbet. Ancak Taksim’in mevcut stratejik tutulmanın üzerini örten bir şala, mevcut güçler dengesiyle alakasız mucizevi bir çözüme, açılamayan kapıları birde bire açacak hayali bir “maymuncuğa” dönüştüğünü de atlamamalı.
Gezi’nin belki de en olumsuz bakiyesi, kurumsal siyasetin dışında ve ona rağmen gelişen “sokak siyasetinin” esas olarak bir toplumsal patlamaya indirgenmesi, herhangi bir gelişme karşısında tepesi atan ahalinin bir gece ansızın sokağa inivermesi olarak anlaşılmasıdır. Oysa sokak siyaseti apansız gelen bir toplumsal patlamadan, kolektif bir infial halinden ibaret değildir. Örgütlenmeyi, koordinasyonu, kolektif direniş yapılarını, halkın kendi kaderine el koymasını mümkün hale getirecek alternatif iktidar organlarını gerektiren bir süreçtir.
Esas sorun da zaten sokak siyasetini süreklileştirecek direniş altyapılarının alabildiğine zayıflamış olmasıdır. Genel grev talebini bir hayal ya da yine bir mit olmaktan çıkartıp kuvveden fiile taşıyacak koşulların eksikliği, yani emekçilerin bir sınıf olarak davranabilme kapasitesindeki gerileme, bu durumun, yani direniş altyapılarındaki çözülmenin tipik bir ifadesidir sadece. Bu zaaf, kurumsal muhalefetin stratejik tercih ve önceliklerinin ister istemez öne çıkması sonucuna yol açmakta, kurumsal muhalefetin “sokağı” iktidarla olan çekişme ve olası pazarlığında bir koza indirgeme riskini artırmaktadır.
Eylemlerde faşist bir eğilimin kendini açıkça örgütlüyor olması öyle küçümsenecek, gençlerin kafa karışıklığına falan atfedilip geçiştirilecek bir anomali değildir. Bu tuhaf durum, yani solla aşırı sağın değişik versiyonlarının (istemeden de olsa) aynı eylemlilikte buluşması, son yıllarda tanık olduğumuz kitle mücadelelerinin, solun dünya ölçeğinde örgütsel ve politik kapasitesinin geçmişe göre daha cılız olduğu koşullarda gerçekleşiyor olmasıyla alakalı. Dolayısıyla günümüzde muhtemel bir radikalizasyon sürecinin siyasal adres olarak tek bir yöne (sola) doğru gelişmesi söz konusu değil ve Brezilya, Ukrayna ya da İtalya’da gördüğümüz üzere bir büyük kitle hareketi pekâlâ yeni faşist akımlar için bir örgütlenme sahası haline gelebiliyor.
Hareketin birliğini muhafaza etmek (hele hele devlet şiddet ve reaksiyonunun kızıştığı bu konjonktürde) elbette önemli. Ancak hareket için vahim siyasal sonuçlar yaratabilecek bu faşist örgütlenmeyi ehemmiyetsiz, gelip geçici bir garabet saymaktan da imtina edilmeli. Kendini açıkça ve güçlü bir biçimde ifade eden bu faşist akımın hareket içerisinde baskın bir eğilim halini alması hiç de küçümsenmemesi gereken, “zamanın ruhuna” pekâlâ uygun olan bir tehlike. Tam da bu nedenle ve toplumsal seferberliğin genel antifaşist karakterini muhafaza etmek adına, hareketin içerisinde bu eğilimle açıkça bir hegemonya mücadelesi yürütmek, bunun araçlarını ivedilikle yaratmak gerekiyor.
Engels, “siyasette sadece iki belirleyici güç vardır: Örgütlü devlet gücü, yani ordu ve halk kitlelerinin örgütsüz, yalın gücü” diye yazar. Başta CHP, kurumsal ya da düzen içi muhalefet, “halkın yalın gücü”nden çekinmekte, ona güvenmemektedir. Bu güvensizlik, kişilerle ya da önyargılarla alakalı arızi bir husus değildir, esasa dairdir. Kurumsal muhalefetin en elverişli koşullarda dahi sokak siyasetine sırtını çevirmesinin nedeni, “proleter cehennem” bir kere hareket ederse onun zapt edilemeyeceğine dair adeta “yapısal” korkudur. CHP geriye çekilecek başka yer kalmadığında sokak siyasetine göz kırpmak zorunda kalmıştır. Ancak “sokağa” dönük bu alaka gelip geçicidir, ilk fırsatta fabrika ayarlarına dönülmesi kuvvetli bir ihtimaldir.
Bu riski bertaraf etmenin, toplumsal seferberliğin süreklileşmesinin yegâne yolu, hareket içerisinde ve hareket aracılığıyla direniş altyapılarının güçlendirilmesidir. Saraçhane (ve şimdi Maltepe) ile açık rekabet içerisinde olmasalar da bir başka seçeneğe işaret eden odak ve mevzilerin hareket içerisinde inşa edilmesidir. Bu yolda umut vaat eden en önemli güç, bu yazının en başında anılan “olay”, yani öğrenci-gençlik hareketidir. Yola çıkan onlar olmuştur, yeni bir yol açan da muhtemelen onlar olacaktır.