Hendek Katliamı: Kadın Emeğinin Sömürüsü Üzerine Kurulu Bir Sosyal Cinayet

Elif Sıla Aşık24 Aralık 2024

İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) 2024 yılının ilk 11 ayına ilişkin raporuna göre 1708 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.[1] Türkiye’de iş cinayetleri, kimi zaman sanıkların yargılama giderlerinden dahi daha az para cezalarına mahkum edildiği, temelinde sermayedarların cezasız ve denetimsiz bırakılmasını sağlayan yargısal ve idari süreçler sebebiyle yıllar içinde katliam boyutlarına ulaştı. 3 Temmuz 2020’de Sakarya’nın Hendek İlçesinde faaliyet gösteren Büyük Coşkunlar havai fişek fabrikasında 7 işçinin hayatını kaybettiği ve 127 işçinin yaralandığı olay da bu katliam boyutuna ulaşan cinayetlerden biri olarak Türkiye’nin iş cinayetleri tarihinde yerini almış oldu.

Cinayet olayları ve öldürmenin suç olarak tanımlanması neredeyse insanlık tarihi kadar eskiye dayanıyor. Her cinayetin bir motivasyonun olduğunun kabulü ise yine bu kadar eski bir kabulün ürünü. Bu yazıda temel olarak Büyük Coşkunlar fabrikasında yaşanan katliamın faillerinin -yani sermayedarların- cinayete sebebiyet veren, en az maliyetle maksimum üretime ulaşmaya çalışan motivasyonlarının en büyük kaynağının ücretli kadın emeği sömürüsü olduğunu anlatmaya çalışacağım. Zira, cinayete ilişkin yargılamanın ilk duruşmasındaki kalabalık dahi bu motivasyonu ortaya koyar nitelikteydi. Duruşmayı takip etmeye gelen ve birçoğu da şikâyetçi olan işçilerin büyük bir kısmının, kısa bir süre öncesine kadar çok yüksek riskli işlerde çalışması yasaklı olan orta yaş ve üzeri kadınlardan oluştuğu katliamın gelişine dair büyük bir ipucu veriyordu.

Katliamın yaşandığı Hendek Ovası, bölgenin en önemli tarımsal üretim alanlarından biri olmasına rağmen 80’li yıllarda başlayan neoliberal politikalarla birlikte bir sanayi merkezi haline getirilmeye başlandı. Özellikle 2000’li yıllarda hızlıca sanayileşen bölgede, organize sanayi bölgelerinin kurulduğunu ve büyük holdinglerin bölgeyi bir yatırım üssüne çevirerek zirai üretimin tasfiye edildiğini görüyoruz. Bir yandan tarım arazileri üzerlerine kurulan büyük fabrikalar bir yandan da bu fabrikaların sebebiyet verdiği çevresel zararlar sebebiyle tarımın bölgede yaşayanların geçim kaynakları arasındaki yeri giderek azalmış durumda. Büyük Coşkunlar havai fişek fabrikasının tam olarak bu bahsi geçen tarım arazilerinden birinin üzerine kurulu olduğunu ve işçilerinin çoğunluğunun bir zamanlar tarımsal faaliyetle geçimini sağlayan ancak yeni kurulan piyasa düzeniyle mülksüzleştirilen ve işçileştirilen halktan oluştuğunu söylemek mümkün.

Büyük Coşkunlar fabrikasında çalışan işçilerin de hikayeleri benzer. Bölgedeki ekonomik dönüşüm sonucunda giderek güçlenen ve zenginleşen Büyük Coşkunlar fabrikasının sermayedarları da daha fazla kâr ve daha fazla üretim hırsıyla yerel halkın ücretli emeğini ucuza satarak yaşamını idame ettirme mecburiyetini ve yoksulluğunu istismar ederek, hukuk tanımaz bir emek rejimi inşa edebildiler. Bu rejimin inşasında işçi sınıfının en güvencesiz kesimini oluşturan kadınların tercih edilmesi ise asla tesadüf değil.

Halihazırdaki sınıflı toplum yapısı, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümüne dayanan kadının ücretsiz emeğinin yanı sıra ücretli emeği üzerine de bir sömürü düzeni inşa etmeye başladı. Neoliberal tarım politikaları sonucunda derinleşen kır yoksulluğu, hanenin geçiminin sağlanabilmesi için kadınların ücretli işgücüne katılımını zorunlu kılmış; bu mecburiyet ise sermayedarların düşük ücretli ve güvencesiz işçi ihtiyacını karşılamak için muazzam bir fırsata dönüşmüştür. Tarımın çözülmesi sonucunda giderek yoksullaşan hane halkının gelirlerinin telafi edilebilmesi için işgücüne katılmaya çalışan ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile perçinlenen güvencesiz çalışma ortamına mecbur bırakılan kadın işçiler, tam bu sebeple Büyük Coşkunlar fabrikası çalışanlarının çoğunluğunu oluşturmuştu. Büyük Coşkunlar fabrikasında kadınlar, bir yandan ucuz işgücü̈ olarak değerlendirilirken diğer bir yandan daha yüksek işsizlik tehdidi nedeniyle ağır çalışma koşullarına mecbur bırakılıyorlardı. Sonuçta, cinayetin arka planında yatan, en az maliyetle maksimum üretime ulaşma amacındaki en temel kaynak olan kadın emeği sömürüsüydü.

Fabrikada üretim faaliyetinin işleyişinde patronların bizzat üretim alanlarında bulunmalarının, üretim şeklini ve miktarını yine bizzat belirlemelerinin kadın işçiler üzerinde özellikle bir tahakküm aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri hiçe sayılarak devam eden üretim sürecinde, kadın işçiler tarafından yönlendirilen en basit haliyle yeni bir eldiven, maske veya önlük talebinin dahi reddedildiğini, bu taleplerin yerine getirilmesine yönelik ısrarın sonucunun “işsizlik” olduğunun her an hatırlatıldığını ve bir tehdit unsuru olarak işsizliğin; mecburiyet karşısında bir rıza inşa mekanizması olarak kullanıldığını dosyadaki yüzlerce tanık ifadelerinden de yararlanarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yönüyle fabrikada isçilerin güvenliğine ilişkin alınması gereken önlemlerin göz ardı edilmesinin, işsizlik ve yoksulluk karşısında emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul kadın işçi için katlanılması gereken bir norm haline geldiği bir çalışma rejiminden bahsetmek mümkün.

Kadınların birincil sorumluluğunun ücretli çalışma olmadığına dair patriyarkal anlayışın hâkim olduğu işgücü̈ piyasasında, işçi çıkarmalardaki ilk tercihin kadınlar olması ve işe alımlarda ilk tercihin erkekler olması sebebiyle kadınlar, eşitsiz bir şekilde işgücünden dışlanıyor ya da güvencesiz ve enformel koşullarda çalışmaya mecbur bırakılıyorlar. Hendek’teki Büyük Coşkunlar fabrikasında çok sayıda kadın işçi istihdam edilmesinin sebebi kadın emeğine duyulan ihtiyaç değil, kadın emeğinin maliyeti azaltan ve üretimi arttıran bir kalem olarak değerlendirilmesiydi. Bu emek rejiminin sonucunda; yasal sınırların üzerinde üretim yapılması ve patlayıcı madde depolanması sebebiyle katliam gerçekleşmişti. Tam da bu yönüyle Hendek Havai Fişek Katliamı kadın emeğinin sömürüsü üzerine kurulu bir sosyal cinayetti.

Bu cinayetin faili olan patronlar “olursa olsun” düşüncesiyle hareket ederek neticeye yönelik kastlarını ortaya koyarken, cinayetin sosyolojik ve ekonomik sebeplerinin temel motivasyonu oluşturduğunu yargılamanın her aşamasında tekrar tekrar gördük. Ancak, fabrika sahiplerinin ve fabrika yönetimi hakkında hiçbir yetkinliği olmadığı anlaşılan, işçileri işsizlikle tehdit ederek üretim baskısı ile fazla üretime zorlayan fabrika müdürünün bilirkişi raporları uyarınca da göz göre göre gelen bu katliama sebebiyet verdikleri ortaya konulsa da yerel mahkeme bu suçun “bilinçli taksir” ile işlendiğine karar verdi. Bu kararla mahkeme özetle; fabrikanın patlamasının failler tarafından öngörülmesine karşın gerçekleşmemesine dair hareketlerde bulunulduğunu ifade etmekteydi. Oysaki gerçekte olan; patlamanın öngörüldüğü ancak bu sonucun ortaya çıkmaması için herhangi bir önlem alınmadığı, alınmasına dair taleplerin ise baskı ve tehdit ile geri çevrildiğiydi.

Türkiye’de iş cinayetleri konusunda yargımızın ısrarla “iş kazası” tanımlamasını kullanmasının bir sebebi var. Ölümle sonuçlanan bu olaylara “cinayet” diyebilmek için fiilin kasten gerçekleştirilmesi gerekiyor. Yargımız ise sermayedarları cinayetle mahkum etmenin taraftarı değil. Çünkü insan canından daha önemli bir mevzumuz var; daha fazla kâr elde etmek.

Her yıl binlercesi yaşanan iş cinayetlerine basit bir ihmal sonucu ortaya çıkmış bir kaza ya da hatanın sebebiyet verdiğini kabul etmek, işçileri ölüm koşullarında çalışmaya zorlayan bu sistemin sürekli olarak yeniden üretilmesini sağlıyor. Kaldı ki Büyük Coşkunlar fabrikasında patlayıcı üretmek gibi son derece tehlikeli ve çok yüksek riskli işlerde oluşabilecek risklerin öngörülmediğini, öngörülse dahi bu tehlikelere ilişkin önlemler alındığını ifade etmek mümkün değil. Eldeki veriler de tam olarak bu yönde. Denetimsizlik, önlemsizlik ve cezasızlık bu katliam dosyasının her satırında yazılı.

“Burası defalarca patladı. Yine patlayacak dedik!” diye haykırıyordu işçiler mahkeme salonunda. Böyle kaza olabilir mi sizce? Göz göre göre gelen, bütün bilimsel ve teknik verilerin işaret ettiği, usulsüz ve mevzuata uygun olmayan bu üretim biçiminin sonucuna rahatlıkla “sosyal cinayet” dememiz gerekmez mi?

Engels sosyal cinayet[2] kavramını, bunun gibi kaçınılmaz olmayan ölümlerin toplumun bilinçli tercihlerinin ve iktidar ilişkilerinin sonucu olduğunu vurgulamak için kullanıyor. Dolayısıyla toplumun egemen gücü de eğer emek gücünü satarak geçinmek durumunda olanların doğal olmayan ölümlerine sebebiyet veriyorsa sonuçları itibariyle bu suçu da tıpkı bireyin bireye karşı işlediği cinayet suçu gibi değerlendirmek gerekiyor.

Neyse ki Yargıtay 12. Ceza Dairesi de -her ne kadar “sosyal cinayet” kavramına yer vermese de- Eylül 2020 tarihli Soma Katliam Davası kararında olduğu gibi bunun bir cinayet olduğu konusunda aynı fikirde. Eylül 2020 tarihli Soma kararında Daire, SOMA A.Ş. yetkililerinin ve özellikle fabrika sahiplerinin 301 işçinin ölümüne sebebiyet veren hareketlerini “olası kastla” icra ettiklerini kabul etmişti. Kararın öğrenilmesinden kısa bir süre sonra Yargıtay’ın ilgili dairesine bürokratların atanması ile özel bir heyet oluşturulmuş ve doğrudan siyasal müdahale ile kararın kaldırılmasına karar verilmişti.

Hendek’te yaşanan katliamın ardından iki yıla yakın süren yerel mahkeme yargılamasından sonra dosya ilk önce istinafa, daha sonra da temyiz incelemesi için Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin önüne gitmişti. Daire, 02.12.2024 tarihinde verdiği kararı ile fabrika sahibi Yaşar Coşkun’un bu suçu “olursa olsun” düşüncesiyle ve olası kastla işlediğine hükmetti. Özetle Hendek’te yaşanan katliamın bir cinayet olduğunu kabul etti. Şimdi siyasal iktidarın MÜSİAD üyesi bu patronu, Soma’da olduğu gibi hukuksuz yollara başvurarak kurtarmaya çalışıp çalışmayacağını izleyip göreceğiz.

Henüz bu yazıyı kaleme alırken Balıkesir’in Karesi ilçesinde bulunan ZSR Patlayıcı fabrikasında korkunç bir katliam daha yaşandı.[3] 12 işçinin yaşamını yitirdiği bu katliamla ilgili haberler yeni yeni gelmeye başlarken; fabrikadaki üretim süreçlerinin, kamu idareleri tarafından gerçekleştirilen göstermelik denetimlerin ve işçinin emeğinin sömürüsü üzerine kurulu çalışma rejiminin motivasyonuna dair tutarlı tahminlerde bulunmak zor değil. Emek sömürüsü üzerine kurulu kapitalist üretim biçiminin yarattığı tahrifat, sermayedarların ve siyasal iktidarın iradesidir. Katliamlar, kaderin ya da takdir-i ilahinin sonucu değil, bu iradenin ürünüdür ve son derece kasıtlıdır.

Bir duruşma çıkışında basın açıklamasında söz alan, katliamda abisi Halis Yılmaz’ı kaybeden Merve Nur Yılmaz şöyle demişti: “Hiçbir işin fıtratında ölüm yoktur. Önlem vardır!” Tam olarak böyle gerçekten de. Hendek, kapitalist üretim biçiminin yarattığı sömürü düzeninin insan hayatına biçtiği değer konusunda son derece açık bir örnek. Hendek’te yaşanan katliama zemin hazırlayan tarihsel koşullar da bir o kadar ortada. 1980’li yıllarla hayatımıza giren neoliberal politikalar, doğal kaynaklarımız ve tarım arazilerimizin yerli ve yabancı şirketlerin yatırım üssü haline getirilmesi ve halkın mülksüzleştirilmesi ve işçileştirilmesi bu katliamın tarihsel koşullarını belirlerken; maksimum kâra minimum maliyetle erişebilmek için kadın işçinin emeği bu sömürü düzenin yapı taşı olarak araçsallaştırıldı. İş güvenliği ve işçi sağlığı için gereken önlemlerin göz ardı edilmesinin, işsizlik ve yoksulluk karşısında emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul kadın işçi için katlanılması gereken bir norm haline gelen bu çalışma rejiminin sonucunda 7 işçi hayatını kaybetti.

Kardeşler, evlatlar, anneler ve babalar gitti. Geriye ısrar ve inatla adalet talep etmeye devam eden aileler kaldı.

İş cinayetlerinde yitirdiğimiz bütün emekçilerin anılarına saygıyla.

[1] Kasım Ayında 164, Yılın İlk On Bir Ayında En Az 1708 İşçi Hayatını Kaybetti
[2] Friedrich Engels, 2013. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çeviren: Oktay Emre, Ayrıntı Yayınları.
[3] https://www.bbc.com/turkce/articles/cdd6genq9p4o