Bundan on iki yıl önce, bugün barikatları yıkıp geçen gençlikle aynı yaşta, aynı sıralarda, aynı üniversitelerdeydik. Haziran 2013. Gezi olayları.
Haziran Direnişi, Gezi Parkı Direnişi, Gezi Ayaklanması, Haziran Hareketi. Hepsi bir arada kullanılıyordu. İçindeyken henüz tam bilinmeyen, kavranamayan Türkiye yakın tarihinin gördüğü en büyük kendiliğinden tepkiyi, isyanı, öfkeyi nasıl adlandıracağımıza sonradan karar verecektik. Gezi Direnişi.
80 sonrası, devamında 90’ların karanlığı, 2000’lerde neoliberal dönüşümün yerleşiklik kazanmasıyla bütün bir toplumun iliğine kemiğine işlemiş sinikliği yırtıp atan ‘ilgisiz’, ‘apolitik’, ‘bireyci’ ve ‘teknoloji bağımlısı’, kendilerinden hiçbir şey beklenmeyen gençler olmuştu. Bugün Mart 2025. O gün apolitik olarak tanımlanan, umut beslenmeyen ancak Gezi’de direnişin en ön safında yer alan Y kuşağı dahil olmak üzere Z kuşağı ile ilgili herkes benzer tanımlamalar yapıyor. Şüphesiz bu tesadüfi bir şey ya da bir ‘yaşlılık’ —gençliğin ifadesiyle ‘boomer’lık— emaresi değil. Her kuşağın, kendi döneminin biricikliği içine sıkışıp kaldığı, ne öncesi ne sonrasıyla bağ kurabildiği, derin bir kopukluk hissinin ifadesi. Yani bir yanılgı. Öyleyse biz bu yanılgıya ne sırtımızı yaslayıp bugünün biricikliğiyle kopukluğu derinleştirecek ne de ona kapılıp inançsızlaşacağız. Kuşak ve işe yararlık anlatısının çözümlemesini yapıp deneyimlerden öğrendiğimizle bugünü, bugün eylediklerimizle yarını inşa etme sorumluluğunun adını koyacağız.
Birlikte bakalım. On iki yıl ortalama insan ömrü için pek uzun bir süre değil belki ancak Gezi sonrası Türkiye’si için çok uzun bir süre olduğunda herkes mutabıktır zannediyorum. Tutuklamalar, katliamlar, darbe girişimi, KHK’lar, iç savaş koşulları, sınırlarda savaşın körüklenmesi, yangınlar, depremler, zaferken bile yenilgi hissi yaşatan seçimlerle geçen on iki yıl. İtiraz eden, direnen, umudunu yitirmeyenlerin on iki yılı. Bugün hiç de parlak olmayan bir tablonun orta yerinde görkemli bir gençlik direnişi var. Hiç tereddütsüz karanlığın üstüne yürüyen bir gençlik. Ancak az önce bahsettiğimiz yanılgıdan hareketle bir noktayı keskinleştirmekte fayda var. Kopukluk hissinin olağanlığı kadar benzerlik kurarak gururlanmak da olağan ve insani. Evet, bu muazzam direniş Gezi’ye benziyor. Fakat yarını inşa etmek için, benzerliklerin üstünde daha kısa süre durup, bugün ne yapmak gerektiğini tartışmalıyız.
Gezi Direnişi’nin neden nihai bir zaferle yani o günün taleplerinin kazanımıyla sonuçlanmadığına dair kaba bir özet yapacak olursak kendimizi dahi şaşırtacak büyüklük ve güçte bir halk hareketinin öncü kuvvetten yoksun olmasını söyleyebiliriz. Kitle hareketinin, kendiliğindenlikten siyasi hedefleri olan örgütlü bir halk gücüne dönüşmemesi; niceliğin ve heyecanın azaldığı yerde mobilizasyonun da azalarak direnişin sönümlenmesine neden oldu. Elbette bu dönüşüm öncülük olmaksızın ‘kendiliğinden’ olamazdı, olamadı. Gezi’de direnenler yıktıkları barikatlardan, açtıkları yollardan, tünelin ucundaki ışığa varmaktan, meydanları tutmaktan, ‘orantısız mizah’tan haklı bir gurur duyuyordu. Ancak kendi direnişinden büyülenip düşmanı küçümsediği zamanlar da çoktu. Bu ruh halinin kapladığı alanı azaltıp, düşmanın -hafife alınması büyük hata olan- aklını ve varlığını örgütlenmeyle, siyasi hedeflerle nasıl yeneceğine bakılabilseydi ne olurdu diye düşündüğümüzde bugüne yol gösterecek önemli cevaplara sahip oluruz. Artık nasıl kaybetmeyeceğimizi biliyoruz. Nasıl kazanacağımızı konuşmak zorundayız. Gezi’de, öncesinde ya da sonrasında veyahut ilk kez bugün direnen, örgütlenen, kavga eden herkesin kazanmak için birkaç başlıkta ciddiyetle çalışması gerekiyor.
Öncülük: Serdengeçtilik ya da fedailikle ‘atılmak’ yerine herkesin bulunduğu alanı tanıması, ona yabancı değil aşina olması, alanın ihtiyaçlarını siyasi taleplere dönüştürmesiyle kurulacak bir öncülük anlayışı geliştirmek.
Adanmışlık: Sokağı ve barikatı fetişleştirmeden fakat önemini de bir nebze olsun hafifsemeden, nihai hedefe kitlenmek. Bazen dinlenmek, geri çekilmek, bazen tam gaz ileri sürmek. Her birine politikayla, taktik ve stratejinin gerektirdikleriyle karar vermek.
Politikleşme: Gezinin en güzel çocuklarına ya da bugünün umudu gençlerine söylenenleri tekrar düşünelim. Belki de söylenenler doğruydu. Biraz önce her kuşağın kendinden sonra gelenleri apolitik olmakla itham etmesinin neden yanlış ve faydasız olduğunda hemfikir olduysak şimdi tespitin kendisini konuşabiliriz: Apolitiktik (bugün belki depolitikliği de ekleyebiliriz). Bu tanımlamalar on yıl öncesi için ya da bugün bir gerçekliğe sahip olabilir. Ancak esas olan toplumsal hareketin içinde politize olmak ya da olmamak. Direnişin, mücadelenin şu veya bu şekilde dönüştürmediği bir kimse varsa oradaki eksik apolitik kalanda değildir. Kitlenin politize olması önümüzde apaçık bir sorumluluk olarak durmaktadır.
Hedeflilik: Sokaktan parka, mahalleden meydanlara yapılan her eylemin, söylenen her sözün nihai amaca odaklanan politik bir hedefe sahip olması gerekiyor. Bunun ‘her şeyi’ istemek ve talep etmekle, aklımıza her geleni yapmakla olmayacağını peşinen kabul etmek lazım. Gezi’de zaman ilerledikçe somutlanması ve güçlenmesi gerekirken en büyük boşluğumuza dönüşen işte buydu. Milyonların ‘gönlünden geçen’i odaklı bir siyasi talep haline getiremeyince, elimizde gönlümüzden tüm geçenleri anlatarak uzayıp giden bir talepler manzumesi kaldı. Kazanmak için önce neyi kazanacağımızı bilmek, sonra onu politik bir hedefe dönüştürmek gerekiyor. Gerisi akıl, strateji, kararlılık, süreklilik.
Bu başlıklar Gezi’den öğrendiklerimiz. Dahası var, dahasını öğreneceğiz de. Ancak Gezi’den tek öğrenen dersler çıkaran biz değiliz. İktidar da öğrendi. Taktikleri benzer olsa da başa çıkma, baskı kurma, yıldırma stratejilerini geliştirdi. Tabii bir noktada eşitiz: Gezi’nin şaşkınlığını onlar da biz de üzerimizden attık. Yani hem düşmanı hem kendimizi çok daha fazla ciddiye almak zorundayız. Ama çok önemli bir noktada farklıyız. Onlar tarihin tekerrür edeceğini düşünüyorlar. Tarihi bilimle kavrayabilen herkes bilir ki tarih tekerrürden ibaret değildir. Ve dahi bunun tam dışında, dünden devredenle, benzerlik ve özgünlüklerin bir araya geldiği o anda olandır. Dünün getirdiklerinin o günle, an’la buluşmasıdır. O buluşmayı gerçekleştirenlerin neyi nasıl yaptığıyla ise tarih yazılır. Şimdi, benzerlik ve özgünlüklerimizle bir arada, şu anda, burada tarihin nasıl yazılacağına karar verecek ve onun rotasını özgürlüğe çevireceğiz.
2013 Haziran. Ali İsmail’le Berkin tarihin aynı yerindeydi. 2025 Mart. Ali İsmail’in sıra arkadaşlarıyla Berkin’in sıra arkadaşları tarihi değiştirmek üzere birlikte baharı karşılıyor.