Kültür, insanın hayvanı ötekileştirirken çiftçilik yapmayı öğrendiği yerden çoğalarak yayıldı dünyaya. Bir yaşam biçimi yaratmaktı bu. O insanlar için heyecan verici olmalıydı.
Binlerce yıl sonra şimdi biz hayat dendiğinde ortalamayı anlıyoruz. Kültür deyince de önce gelişkinlik, yetişkinlik, yüksek düzey çıtası geliyor akla. Anadolu gibi, neredeyse doğadan çokkültürlü dünyalarda birkaç bin yıl değil, yalnızca birkaç yüzyıl bile farklı kültürleri ortaya çıkarmaya, birbirine karıştırmaya, melez kültürler, dolayısıyla melez kimlikler yaratmaya yetebilir. Bu yüzden Anadolu, herhangi bir etnik kimlikle, soğurduğu kimliklerin herhangi biriyle anlatılması olanaksız bir ülke.
Ülke kavramı da siyasal iktidarlarca yolundan çıkarılmış. Sınırları çizip onu korumak için örgütlenmiş, dolayısıyla sınırların dışındakileri ötekileştirmiş, bazen düşman olarak seçmiş, sınırların içindeki düzeni korumak için şiddet kullanmış bir devletin şemsiyesi altında ülke – buna ülke denemez. Ülke: yurt: insanın seçtiği, sevdiği, onu korumak için mücadele edeceği yer, toprak.
Tek bir kimlikle anlatılamayacak kadar karışık bir çokkültürlülük içinden geçerek bugüne gelmiş bu ülkede, devletin ve siyasetin tek kültürlülük cenderesine hiçbir kültür sığmıyor. Kaldı ki siyasetin tek boyutluluğu kültürün doğasında yoktur. Birbirinden farklı kültürlerin, alışkanlıkların, gelenek ve göreneklerin, yaşam biçimlerinin, estetize etme düzeylerinin bir potada eriyerek döktükleri kalıptır kültür. Demek ki eştürden değildir, renklidir ya da alt kültürlerin bütününü anlatır. “Kültür siyasetin panzehiridir,” diyor Terry Eagleton, “denge çağrısıyla fanatik dar görüşü yumuşatır; benliği taraflı, dengesiz, mezhepçi her şey tarafından lekelenmekten sakince korur.”1
Demek kültür dediğimizde değerlerden söz ediyoruz, oysa ortak kültür kavramı da tam bu yüzden sakıncalı. Siyasetin kötüye kullandığı, popülizmin çamura buladığı, farklılıkları ortadan kaldıran, otoritenin istediği noktada birleştiren bir ulus-devlet tasarımının mayasıdır ortak kültür. Ulusal birlik sloganı çevresinde ortak cumhuriyet, verili demokrasi, ortak dil, ortak değerler, savaşta ve barışta ortak düşünce bu kavramla olumlu değerlermiş gibi dayatılır.
Kültür aynı zamanda bir toplumun –ya da bir topluluğun– hayatını belirleyen değerler, kendisi için yaptığı uygulamalar, düşünceler ve inançlar bütünü olarak da tanımlanabilir. Bir arada bulunmayı isteyen ya da başaran toplulukları değerli kılan bir yapıştırıcı.
Kültürün özgün alanlarının belirsiz bir evrensellik içinde eritilmesi –bazen o yönde bir çaba görülür–, aslında kültürü belirsizleştirmeye neden olur. Yani bu bağlamda sosyalizmin zaferinin yeni bir toplum yaratıp ona uygun yeni bir kültür yaratacağı düşüncesi –yalnızca bu düşünce– ne sosyalizmin bir yaşam kültürü olarak kendini geliştirmesine neden olur ne de kültürün doğrudan sorunlarını çözerek gelişme yollarını açmasını sağlar. Bizim yapmamız gereken, –çiftçilikten hayvanları evcilleştirmeye, insanca yaşamaya uygun barınma koşulları yaratmaya, okul eğitiminden sanatın zaman içindeki değişimine varıncaya dek– kültürün bütün alanlarının tarihsel art alanlarını ortaya çıkarmaktır. Bunu yaptığımız sürece kültürün taş üstüne taş koyarak önümüzde yükseleceğini göreceğiz.
Zaman içinde, ileri kültür ile geri kültür kavramlarının güç ve iktidar kavramlarından geldiği de anlaşıldı. Bazı kültürlerin öbürlerinden üstün olup olmadığını sorgularken, “Sadece bir çeşit kültür olmak kendi içinde bir değerdi; ama bir kültürü diğerinin üstüne çıkarmak,” diyor Eagleton, “Katalanca gramerinin Arapçanınkinden üstün olduğunu savunmak kadar anlamsızdı.”2
Bunu pekâlâ çoğaltabiliriz. Sözgelimi Batı kültürünün Doğu’nunkinden, İngilizlerinkinin Hint kültüründen üstün olduğunu söylemek de anlamsızdır. Her kültür kendi bulunduğu topraklardan ve önce kendi geçmişine dayanarak çıkmıştır, o yere göredir ve o yeri aydınlatırken öteki bütün kültürlere kendince katkıda bulunur. Biz istesek de istemesek de. Gezegenimizde bütün bütüne soyutlanmış ve saf halde duran kültürler var mıdır? Amazon’un keşfedilmemiş yerlilerininki mi acaba?
Öte yandan hep olumlu bir nitelik veriyoruz kültüre, hemen hep böyle düşünülür ama Nazizmin ya da soykırımcı Siyonistlerin kültürü de kültürdü, bu ülkede milliyetçiliği hiç çekinmeden ırkçılıkla birleştiren, neofaşist kimliğini göçmen düşmanlığıyla dışavuran bir kültür de var. Olumluluğun ağır bastığı bir yaşam biçimi yanında, bazen şiddeti ve ölümü de anlatır kültür. Öte yandan savaş kültürü de öldürür. İki büyük savaş arasında yaşam kültürünün de, sanatsal kültürün de yere düştüğünü biliyoruz; özellikle İkinci Savaş’tan sonra hayatın anlamını yitirdiğini, hiçliğe düştüğünü gören insanlar, bireyliklerinin de anlamsızlığını gördüler ve bu o kadar büyük bir yıkımdı ki, yaşanan hayat bütün bütüne çökerken, onu temsil eden modernizmin de sonunu getiriyordu. Postmodernizm bu yıkım içinde aynaya baktığında kendisini gördü ve terk edilmiş sokağa çıktı.
Fredric Jameson postmodernizmin, modernizmin yerini zorunlulukla aldığını düşünüyor. Postmodernizm içinden konuşuyor o. Bana kalırsa ince bir ayrımla onun bu savından uzağa düşüyoruz. Onunkinde modernizm sonuna geldiği için ortaya çıkan boşluğu postmodernizmin doldurduğu gibi bir ima var. Postmodernizmin, modernizmin büsbütün dışında ve çağımızın nesnel değişiminden ve değerlerinden çıktığı düşünülüyorsa buna daha inandırıcı düşünsel bir temel kazandırılmak, günümüz gerçekliğindeki karşılıkları tam irdelenmek zorunda.
Postmodern düşünce dizgesinin en rasyonel yanı, modernizmin yeniden egemen olabileceği koşulları hazırlayabileceği düşüncesi. Tartışılabilir bir düşünce bu. Bundan daha önemli olan, postmodernizmin nitelikli kültürle düşük kültür alanlarını eşitleyen kültür endüstrisinin ideolojisine dönüşmüş olması. Bizim derdimiz de kültürün, özellikle sanatsal kültürün alıcısının kültür endüstrisinin nesnesi değil, öznesi olacak konuma çıkarılması.
Adorno, “Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır” derken özellikle kitle iletişim araçlarının yarattığı benzerlikten söz ediyor. Televizyonun, gazetelerin, dijital medyanın ve sosyal medyanın bulaştırıcı olduğu düşünülürse… Benzerliğin kültürü nasıl aşağı çekebileceğini dünya ölçeğinde süren başka bir gelişmeyle örneklemek istiyorum.
İngilizce bugün dünyada egemen dil. Avrupalıların yüzde 38’inin ikinci dili İngilizceymiş. Üniversitelerde İngilizce derslerin yaygın olduğu İskandinavya ve Hollanda’da bu oran yüzde 90’a çıkıyor. Bu verilere dayanarak soralım: İngilizcenin bütün dünyadaki egemenliğinin sonuçlarının ne olacağı üstünde yeterince duruluyor mu? Bugün dünyada hemen her ay bir yerel dilin öldüğünü bilerek düşünelim bunu.
Dahası, dünyada yalnızca İngilizce yazılmış ve yerel dile çevrilmiş romanların yayımlanma ve okunma oranındaki artışın etkileri neler olabilir? Hollanda’da çeviri kitapların oranı yüzde 35’e çıkmış. Bu oran kurmaca kitaplarda yüzde 71’e ulaşmış. Bu son veri daha önemli. Demek ki Hollanda’da kendi edebiyatlarındaki üretimi yeterli görmeyen okurlar ve yazarlar için İngilizceyle yapılan edebiyat belirleyici bir yere sahip. Türkiye’de de bir yılda yayımlanan çeviri kitapların sayısı yüzde 51’den fazla. Onların daha büyük çoğunluğu da İngilizceden. Ve yazarlar yazarlardan, kitaplar kitaplardan çıkıyorsa bütün dünyada edebiyat anlayışının anglosakson edebiyatına göre biçimlenmeye, ona benzemeye başlayacağı düşünülebilir mi? Ciddi bir soru. Oysa üstünde pek durulmuyor.
Kitle kültürü ya da kültür endüstrisi bu toplumun büyük çoğunluğunu sistemin kurbanlarına dönüştürmek için bulunmaz bir zemin sunuyor. Bazen lüks tüketimin körüklenmesi, bazen ucuz televizyon dizileri ve benzerleri sonunda öylesine yaygın, yaygınlaştıkça gücü öylesine artan bir kültür hegemonyası oluşturabilir ki… Siyasal İslamcıların, nitelikli kültürü, sanat ve edebiyat tarafından temsil edilen yüksek kültürü kazanamadıklarını söylemekle birlikte, sıkı denetimli uygulamalarla, bazen parayla bazen zorla kitle kültürünü baskın yapmayı, dolayısıyla toplumun önemli bir bölümü üstünde kültürel bir hegemonya kurmayı başardıklarını yadsıyabilir miyiz? Ve işte biz maddi olanaklarımızın sınırlılığı yüzünden, o hegemonyayı aşmakta, duvarın öte yanına geçmekte zorlanıyoruz.
Burada hayatını kapitalizmin eleştirisine ve onun içinden çıkacak sosyalizmin öngörülebilir gerçekliğine adamış olan Marx’ın sanat ve edebiyat hakkında yeterince söz almamış oluşunu düşünebiliriz ama bu eksikliği kendisi dışındaki etkenlere bağlamak gerekir. Yoksa o da yaratıcılığın anlamını ve yaratım sürecinin hayatımızdaki yerini anlıyordu. Edebiyattan söz ettiği yerlerde, üretim ilişkileriyle onun insanların bilinci üstündeki etkisini üstyapı kurumları içinde, kültürün parçası olarak düşünüyordu Marx. Reel sosyalizmin bir döneminde sanatı ideolojinin kalıpları içinde düşünenlerin yanılgılarına bakarak, Marx’ın sanatı ve edebiyatı ideoloji kertesinde anladığı söylenemez, tek bir sözü bile buna dayanak yapılamaz. Marx altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi herkesin anlayacağı biçimde açıkladı. Marksizmin bir kültür kuramı oluşacaksa Marx’ın bu düşüncesiyle başlayacaktı. Neden sonra sanatın bir üstyapı kurumu olarak görülüp görülmeyeceği çok tartışıldı. Biz daha 60’ların sonlarıyla 70’lerin tamamında bu düzeyde tartışıyorduk: üstyapı elbette altyapı tarafından belirlenecekti. Böyle değildi elbette.
Doğası gereği sınırsız özgürlük içinde yaratılan sanatın altyapı tarafından belirleneceği düşünülebilir mi?
Elbette her zaman şu var: Sanat kesintisiz ve giderek artan bir hızla değişen hayatla her zaman karşılıklı ilişki içindedir ve hayatın önüne getirdiği sorunlara yaratıcı karşılıklar bulmaya çalışır. Bazen hayatın değişimine karşılıklar vererek gelişir, bazen değişimi önceden görür ve biçime ve anlatım tekniklerine gereken katkıları yapar. Yani sanat söz konusu olduğunda altyapı son tahlilde belirleyici olmaz, olamaz.
Sözgelimi Paul Cezanne klasik perspektifin dışına çıkan geometrik biçimlerin bulunduğu manzara resimleriyle adeta yüz yıl sonra yapıldığı izlenimi veren resimler yapıyordu ya da James Joyce burjuvazinin önünü açtığı bireyin toplumsal hayatta artan rolünü bambaşka bir açıdan keşfetmişti ve Ulysses romanında, bireyliğini kazanmış insanın kişiliğinin asıl büyük bölümünün iç dünyasında olduğunu bilerek yarattığı roman kahramanı Leopold Bloom’un aklından geçenleri vermek için, bilinçakışını sistematik bir teknik olarak kullanmaya başladı ve bilinçakışı neden sonra edebiyatta hızla yaygınlaştı. Çünkü Cezanne’ın resimlerinin ya da Joyce’un Ulysses romanının yaratım biçimlerini anlamak, onların toplumsal karşılıklarını anlamaktan daha önemlidir. Edebiyatın özgürlük alanı nesnel koşulların üstünde uçarak ilerler.
“Buna bağlı olarak kelime,” diyor Eagleton, “kendi anlam haritasını çıkarırken insanlığın kır yaşamından kent yaşamına, domuz besiciliğinden Picasso’ya, toprağı işlemeden atomu parçalamaya uzanan tarihsel değişimini de gözler önüne serer.”3 Bu da çok güzel bir kültür tanımı değil mi?
Sanatta ideolojinin yapıtın soyutlanabilir içeriğinden çok, biçiminde olduğunu söylerken kapıyı tehlikeli sulara açıyor olabiliriz. Çünkü bu tam Lukács’ın modernist edebiyatı tu kaka ettiği bir dönemini hatırlatıyor ve biçime ilişkin yenilenmeyi yozlaşma görmelere kadar gider. György Lukács’ın Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı kitabında Kafka’dan Joyce’a, Musil’e, Faulkner’a varıncaya dek, dönemin modernist yazarlarının getirdiği biçimsel yenilikleri aşırılık olarak niteleyen düşünceleri bir dönemi epeyce etkilemişti. Biz de 1970’lerin başlarında Lukács’ı büyük öğretmenlerimizden biri olarak görüyorduk (şimdi de ondan vazgeçmiş değiliz ama bazı konularda birbirimize uzak düştük). Marksizmin kültür kavramıyla kesinkes çelişen bu yaklaşımlara sözgelimi Marx’ta rastlanmaz, Lenin’in de sanatçının yaratma özgürlüğüne karışılmaması sözlerini hatırlayabiliriz.
Yani sanat kültürünü Karl Radek’in 1934’teki Birinci Sovyet Yazarlar Kongresi’ndeki sınırlara, kalıplara indirgeyen sözleriyle sınırlamak Marksizmin doğasındaki yenilenme gizilgücüne düpedüz aykırıdır. Karl Radek dönemin ruhuna uygun dogmasını, eğer roman yazsaydı nasıl yazacağını Joyce’tan değil, Tolstoy ve Balzac’tan öğreneceğini belirten sözleriyle vurguluyor.4 Ben de şimdi tam tersine, roman yazmak isteyenlere Tolstoy ya da Balzac’la başlamak yerine, Joyce ya da Faulkner’dan çağdaş yazarlara uzanan bir dizi yazarı öneririm.
Yüzyılın şahane insanlarından Susan Sontag, kültür için bir de, “Bir insanın, okuduğu her şeyi unuttuğu zaman hâlâ zihninde saklıyor olduğu şey”5 diyor.
Biriktirerek ve kendinden öncekini dışsallaştırarak ve üst üste binerek yükseliyor kültür. Marksizm bütün bir kültürün taşıyıcı kolonlarından; sınıf, iktidar, devrim ve öteki bütün alanlardaki işlevi bir yana, kültür bağlamında böyle bir taşıyıcı olmanın değeri iyi anlaşılmalı.
1 Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Çeviren: Özge Çelik, Ayrıntı Yayınları, Dördüncü Basım: 2022, s. 28 2 Terry Eagleton, agk, s. 25 3 Terry Eagleton, agk, s. 10 4 Aktaran: Ronado Munck, Marx@2000, Çeviren: Yalçın Yusufoğlu, Kitap Yayınevi, 2003, s. 138. Karl Radek, ayrıca “büyük olmayan olayların, büyük olmayan insanların ve büyük olmayan fikirlerin” yazarı olarak nitelediği Joyce’u “tımarhane karabasanları”, “hezeyan saçmalamaları” yazmakla suçladığı gibi, “içinde kurtlar kaynayan bir dışkı yığını” olarak anlatmış. 5 Susan Sontag, Yoruma Karşı, Çeviri: Osman Akınhay, Can Yayınları, Ekim 2023, s. 383