19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması karşısında hemen kitlesel bir şekilde ortaya çıkan toplumsal direnç ilk bakışta “duru gökte çakan bir şimşek” gibi olağanüstü ve beklenmedik gözükebilir. Ne var ki bu hareketlenme, anlık bir heyecanın ve reaksiyonun ürünü değil. Uzun uzun anlatmaya gerek yok: bu direncin arkasında “elden bir şey gelmiyor” demekten artık usanmış, sahaya inip geleceğini kendi elleriyle şekillendirme arzusunu taşıyan, bunun kanallarını uzun süredir arayan, iktidarın ne yapsa da itaat ettiremediği geniş muhalif kesimlerin birikmiş tepkisi bulunuyor. Ayrıca, bugünkü hareketlenme üslubunu, eylem tarzını, taleplerini de bir anda yoktan var etmiş değil. 10 sene önceki Gezi’nin eylem ve sembol repertuarındaki araçlar bugünkü eylemlere açıkça rengini çalıyor. Gezi; AKP iktidarında birikmiş çoklu talepleri ve itirazları tek bir hareket içerisinde bütünleştirerek bunları ülkenin tamamını etkileyen bir toplumsal güce dönüştürmeyi başaran son 20 yıldaki tek hareketti. Gezi direnişine yol açan rahatsızlıkların son 10 sene içerisinde gittikçe daha da ağırlaşması ve alenileşmesi ona tarihsel bir haklılık kazandırdı. Bu yüzden, bugün AKP iktidarına karşı oluşacak herhangi bir halk hareketine Gezi’nin ağırlığını hissettirmesi kaçınılmazdır. Yani yakın “geçmişin ruhunu” çağıran bugünkü eylemlilikler bir boşlukta doğmadı.
Toplumsal hareketler yıllara yayılmış rahatsızlıkların ve geçmiş mücadelelerin belleğini yansıtmaz yalnızca. Aynı zamanda her şey süt limanken pek görünür olmayan ya da görünmez kılınan bazı gerçekleri de apaçık hale getirir. “Donmuş koşullar” içerisinde görünmez hale gelen çelişkilere ve ilişkilere bir fener tutması açısından bugünkü toplumsal direncin -metafora yeni bir içerik yüklersek- “duru gökte çakan bir şimşek” gibi parladığını söyleyebiliriz.
Peki neye fener tuttu bu son haftaki hareketlenme? Son on senedir kolektif eylemlerle bağlantısı koparılmış muhalif kesimlerin ve özellikle de öğrenci gençliğin “suskunluğunun” geri dönüşsüz mutlak bir kayıtsızlığa denk düşmediğini görmek için yalnızca iki günlük bir kıpırdama bile yetti. 2013 yılında küçük bir çocuk olanların bile zihinlerinde Gezi’den imgelerin, özlemlerin dolaştığını hayretle fark etmek ve bu yüzden de geçmiş mücadelelerin parlak anlarını bugünde yaşatmanın, onu aktarmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamak için sokağa çıkmak kafi geldi. Demek ki hakikate yalnızca sözle, analizle ve akıl yürütmeyle yaklaşılmıyor; ataletten körelmiş zihinlerin tetiklenmesi için bir hareketin içinde olmak gerekiyor.
***
Bugün ortaya çıkan toplumsal direnç, bunlar yanında, ülkenin ideolojik haritasına dair de sadeleştirici bir aydınlanma yaşatıyor. Durağanlık anlarında birbirlerine “zıt görünen” konumlanışların temeldeki özdeşlikleri halk hareketinin varlığında berraklaşıyor. Son 10 yılda ideolojiler alanında rakip ve zıt konumlanmaları temsil ediyormuş gibi gözüken bir yanda etnik-ırksal milliyetçilik diğer yanda İslamcı-milliyetçilik aşağıdan yükselen toplumsal direncin mayaladığı yurttaşlık bilincinin yaydığı tam da yaşadığımız zamanı kuşatan umut karşısında zamanın ve mekanın dışına düşüyor; mevcut anın dışına itildikleri oranda da aralarındaki zıtlıklar önemsizleşiyor, zaman-dışı birer boş hamasetten ibaret kalarak aynılaşıyorlar.
Bu son on yılda Türkiye’deki ideolojiler alanı bu iki “milliyetçiliğin” birbiriyle sözde çarpışmasının tesiri altında kaldı. Bir yanda, gidişatı değiştirme, kendi kaderini ellerine alma iradesi çalınmış ülke insanına aşağıdakini, savunmasız olanı ezme çağrısı yapan, ona “ırkıyla”, etnik kimliğiyle böbürlenmekten başka bir ufuk sunmayan güya AKP/Erdoğan karşıtlığı kılıfındaki ırkçı-milliyetçilik bulunuyordu. Bu reaksiyoner milliyetçilik, siyasetin sandığa indirgendiği, gerçek bir halk direncinin oluşmasının zeminlerinin baskı altına alındığı son 10 yılda ortaya çıkan boşluktan fazlasıyla nasiplendi. Diğer yanda da yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkûm edilmiş topluma Osmanlı’nın şanlı geçmişini bugünde yaşamaktan başka bir şey vaat etmeyen, tükenmiş ömrüne rağmen aynı boşlukta sürekli yeniden ve yeniden tedavüle sokulmaya çalışılan İslamcı-milliyetçilik yer alıyordu.
“Duru bir gökte” birbirine karşıt gibi gözüken bu iki cereyanın bugünün ızdırapları ve özlemleri üzerinden yükselen bir ortak bilinç karşısında ne kadar da cansız, ruhsuz ve bu toplumun gerçeğinden uzak olduğu açığa çıkıyor. İnsanların ancak ve ancak bir üstünlük vesilesi addedilen “ırkıyla”, etnik kimliğiyle ya da dini inancıyla ve bunlar dışında kalanların düşman bellenmesiyle bir ortaklığın parçası haline gelebileceğini düşünmekle sınırlı bir zihinsel ufkun bu zamanlara ait olmadığı tam da halkın kalkışma anlarında kendisini belli ediyor. Adalet özlemi, geleceği birlikte kurma arayışı ve saf ülke ve insan sevgisiyle bir araya gelmiş insanların yurtseverliği, 10 yıldır toplumu hamasetle boğan bu iki milliyetçilik biçiminin aslında bu ülkenin gerçeğine ne kadar da uyumsuz olduğunu aşikar hale getiriyor.
Hayali kökenler, hayalet düşmanlar, kudretli geçmiş fantezileri üzerine inşa edilmiş cemaatlere sıkıştırılarak yönetilmek istenen topluma bugünün hakikatine sımsıkı bağlı bir seçenek sunuyor dışarıdaki insanlar: Haksızlıklar karşısında beraber direnmekten gelen özgüvenle, görev duygusuyla ve sevgiyle birleşmiş bir halkın parçası haline gelebilme seçeneği. Bunun mümkün olduğunu gösterenler, haklılıktan gelen ahlaki üstünlüğün keyfini çıkarmak ya da bunun ayrıcalığıyla böbürlenmek yerine, bu memlekette yaşayan hiç kimsenin böyle bir yoldaşlık ve güven duygusundan mahrum kalmaması için mücadele ediyorlar. Bugünü, yarını ve kendi iradesini ellerine almak isteyen herkesi temsil ediyorlar.