Halk Ne İstiyor?

Süleyman Akgül15 Ocak 2025

Paulo Freire, meşhur metni Ezilenlerin Pedagojisi’nde devrimci liderlerin, halkın özgürleşmesi mücadelesindeki rolünü anlatırken, halkın isteklerini dinlemesi ve bu isteklerle bir diyalog içerisinde olması hakkında, “Önderler sözlerini bu yüzden tek başlarına söyleyemezler; halkla birlikte söylemek zorundadırlar” der.[1] Böylesi bir halkla iç içe olma durumunda, halkı dinleme, anlama, onlarla diyalog kurma hali, tek tek bireylerin oluşturduğu kalabalıklar içerisinde birbirlerinden her bakımdan farklı olmak zorunda olan fikirler arasında uzlaşmanın sağlanması nasıl mümkündür? Mümkün değildir, zira halklar içindeki insanlar, geçim derdiyle çalışmak ve yarınlarını satın alacak maddi yeterliliğe ulaşmak zorundadır. Zira dünyaya fikri alınmadan gelen insan, beslenmek, barınmak, su içmek, ısınmak, giyinmek için birilerine para vermek ve öncesinde de bu parayı kazanmak için mücadele vermek zorundadır. Para kazanmak ve geleceğinin garantisi olmadan yaşamak zorunda olan insanların bir fikirde uzlaşması çok kolay değildir. Zira kapitalist sistemde, insanlar yaşamlarını sürdürebilmek adına para kazanmak zorundadır. Ancak kapitalist sistemin içinde olmayan bireylere devlet tarafından sağlanan ücretsiz barınma, ücretsiz eğitim, ücretsiz içme suyu, ücretsiz sağlık hizmetleri, iş garantisi, emeğe saygı ve değer gibi, insanı metalaştırmayan ve insanı yaşatan sistemler içerisinde halkın hırsızlık yapmaya, hile yapmaya, adam kayırmaya, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışmasına gerek yoktur. Zira insanlar ötekilerin de insan olduğunu anlamış ancak yarışma içinde olmadıklarının ve ötekini yarışta geçilmesi gereken bir rakip olarak görmediklerinin bilincinde olduğu için kendini kapitalist sistemdeki gibi “yarış atı” olarak görmeyecektir. Böylesi bir toplum içinde Freire’nin söylediği cümle anlamlı hale gelecektir. Zira devrim sonrası daha eşitlikçi, devletin insanları vergi ödeyecek para kaynağı olarak görmektense yaşayan canlılar olarak ele aldığı sosyalist bir sistemde önderler fikirlerini dikte etmemeli, halk ile uyum ve diyalog içinde olmalıdır.

İşte böylesi bir bağlam yaratılmadığı sürece ne Freire’nin anlatmaya çalıştığı ne de Lenin’in ısrarla vurguladığı Proletarya Diktatörlüğü fikri anlaşılabilir. Halk, kapitalist üretim araçlarının egemenliğinden çıkmaması adına oldukça yoğun ve neredeyse artık bilinçaltına işleyecek biçimde endoktrinasyon ve manipülasyona maruz bırakılır. Bu manipülasyon öyledir ki, artık bireyler düşündükleri fikirlerin dahi onlara ait olmadığının farkında değillerdir. Televizyon kanallarında, sosyal medya araçlarında, küfürlerde, hakaret unsurlarında, reklamlarda, komedi programlarında ve hatta duvar yazılarında bile kendi egemenliğini kaybetmek istemeyen kapitalist egemen sınıf kaynaklarının bir kısmını halkı sessizleştirmek için kullanmaktan çekinmez. Böylesi bir manipülasyon şiddet unsuru içermediği için insanları kahkaha attırarak koşullar. Böylece güldürü öğesi olarak öğrendiği nefreti, ırkçılığı, suskunluğu farkında dahi olmadan etkili ve tehlikeli biçimde yeniden üretir. İşte bu gibi manipülasyonların etkisinde olmayan, ezilmeyen, daha insanca yaşayan ve ekmek parası peşinde koşup emeğine yabancılaştırılmamış insanların hala söyleyecek sözü varsa, önderler onları dinlemeli ve diyalog halinde olmalıdır. Zira böylece insanlar kendi çıkarlarını düşünmek zorunda olmadan, kapitalizmin insan yaşamı dahil her şeyi metalaştırmasından nasibini almamış biçimde, ötekileri rakip olarak görmeden; dayanışma, yardımlaşma, kardeşlik içinde daha özgür olması durumunda istekleri de bizzat daha özgür ve insanca olacaktır. Öyle ki, kapitalist sistem içerisinde insanların isteklerinin birçokları daha çok meta edimine ve daha zengin olmaya dayanmaktadır. Ancak sosyalizmin mülkün değerinin hiçbir biçimde insanın değerinden yukarıya çıkmasına izin vermeyen anlayışı sayesinde önceliklendirmeler farklılaştığı için halkın istekleri meta ediminden ziyade insan yaşamının deneyiminin daha kaliteli olmasına odaklanacaktır. Bu düşünce halkın yekpare bir bütünlük içinde aynı şeyleri istemeyeceği gerçeğini kabul ederek sosyalist sistem içerisinde ötekini ezmek gibi bir düsturdan vazgeçilmesi durumunda isteklerin daha anlamlı ve insanca olacağını söylemektedir. Birbirlerini ezmek istemeyen insanlar aslında içlerinde gizlemek zorunda kaldıkları kötülüklerin özünün büsbütün hiyerarşide pozisyon edinme telaşı olduğunu fark edecektir. İsteklerinin, arzularının ve hırslarının ona tamamen dışarıdan ithal edildiğini anlayacaktır.

Devrim sonrasında, halkın ezici çoğunluğunun artık kapitalist vahşiliğe maruz kalmayacağını göz önünde bulundurursak, Lenin’in proletarya diktatörlüğü kavramını anlamlandırabiliriz. Öncelikle kavramın içindeki kelimelerin ayrı ayrı anlamlarının bilinmesi gerekiyor. Proletarya, işçi sınıfı ya da emeğini satarak geçinen kimse olarak tanımlanabilir. Emeği, sürekli olarak eylemesinden dolayı artık doğrudan kendiliğini oluşturmuş ve emeği sömürüldüğü için de doğrudan kendisi sömürülmüş olan ve bu sebeple de yabancılaşmaya zorlanan kimsedir. Diktatör ise Fransızca’da “diktée” kelimesinden türemiş “buyurmak, tane tane söyleyerek yazdırmak”[2] kelimelerinden oluşan dikte eden kişi anlamına gelmektedir. Politik düzeyde karşılığı olarak insanların yaşayışlarını aldığı kararlarla doğrudan değiştiren kişi diktatördür. Zira diktatör, dikte eder, halk uygular. Öyleyse, proletarya diktatörlüğü, toplumun sayıca en büyük sınıfının, sayıca en küçük sınıfına sözünü geçirmesi eylemidir. Öyle ki egemen sınıf, toplumun en elit ve seçkin sınıfı olduğu için içlerine kabul ettikleri insan sayısı oldukça azdır. Ancak yine de zor kullanarak, baskı ve şiddeti araç edinerek halkın çoğunluğuna hükmetmektedirler. Eğer ki halk gücü eline alırsa, seçkin sınıfı korumak ve onların huzurunu garanti altına almakla görevlendirilmiş kolluk güçlerine de ihtiyaç kalmayacaktır, zira “halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri bizzat baskı altına almışsa eğer, artık ‘özel bir baskı gücüne’ ihtiyaç yoktur.”[3] İmtiyazlı bir azınlığa ait devlet kurumları ve gücün, halk tarafından ele geçirilmesi ve halka verilmesi ile baskı ortadan kalkacaktır. İşte böylece de gücü elinde tutanlar olarak halk kendi istediklerini yaptıracaktır. Kendi istedikleri de kapitalistlerin manipülasyonları olmadığında, daha insanca yaşam, geçim derdinin azaltılması ya da ortadan kaldırılması, politikanın ya da devlet memuriyetinin ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması, politikacıların işçilerle aynı maaşı alması gibi, birilerinin gücü tekelleştirip ötekine zulmetmesini önleyecek dilekler olacaktır.

Bunun yanında proletarya diktatörlüğü, halkın en kalabalık ve çeşitliliği en yüksek sınıfı olarak proletaryanın gerici radikal unsurların ve dayanışma ruhuna zarar verecek unsurların kendi içinde eriyip gitmesine de sebep olacaktır. Üstünlük ve alçaklık hiyerarşisi ile güdümlenmemiş insanlar, bir başka ırkı aşağılamak, güçsüzleştirmek, asimile etmek, yok etmek, sömürmek istemeyecektir zira bunu yapması için bir sebep yoktur. Irkçılık ve nefret söylemleri, kendini hiyerarşide konumlandırmakta güçlük çeken ve kendinden üstün gördüğü insanlara asla yetişemeyeceğinin yılgın bilincinde olan insanlar için bir çıkış kapısıdır. Zira onlar bir başka ırkı pis, kokuşmuş, çağdışı ya da medeniyetsiz göstermesi bakımından kendi pozisyonunun yükseldiği sanrısına kapılır. Bu sanrı ile sistem içerisinde bir yere ait olur ve vahşi kapitalist hiyerarşide var olabildiği yanılgısına düşer. Bir başka ırktan nefret ederek kendini pohpohlayan birey, çalıştığı işte tarihin tozlu sayfalarındaki kölelerden tek farkının boynuna zincir bağlanmamış olduğu gerçeğini görmezden gelir ya da bu gerçekliği hatırlamamaya çalışır. Halkın dikte etmesi, azınlığın ırkçı, nefret yayıcı politikasından; sağlığı, eğitimi, kadını, çocuğu metalaştıran zihniyetinden uzak durulmasına da aynı oranda yol açacaktır. Çünkü halk, bir mozaiktir ve bu mozaiğe dışarıdan bir manipülasyon yapılmazsa çoğu zaman doğru kararlar verilir.

Egemen sınıf, okullarda başlayan manipülasyonu yalnızca ders içeriklerinde değil, sıraların konumu ve öğretmenin rolü bakımından bile öğretir. Zira öğrenci hiçbir şey bilmeyen ve öğretmen de mutlak bilgi sahibidir. Öğrencinin hiçbir şey bilmediği kabulü egemen sınıfın bizleri koşullamasının sonucudur. Zira öğrenmek günlük hayatta ve her an gerçekleşir. Öğrenmenin yalnızca sınıf içinde ve yalnızca öğretmenden kaynaklanıyor olduğunu düşünmek düpedüz bir aşağılama, ya da insan zihninin işleyişinin kavranılamamasının bir sonucudur. Öğrencilerin zihinlerinin boş olduğu ve okulda onlara en doğru bilgilerin verileceği tavrı tam da halka karşı güvensizlik, halkın işleri eline yüzüne bulaştıracağını düşünen fikirle ortaklaşmaktadır. Ancak bir yönetim, halkın elinde ve halk için olmalıdır. Zira her sınıf kendi çıkarlarını düşünüyorsa seçkin sınıf kendi çıkarlarını göz önünde bulundurduğunda halkın azınlığının, proletarya dikte ettiğinde ise halkın çoğunluğunun çıkarları korunmuş olacaktır. Halkın her bireyi farklıdır, ancak farklılık, insanların empati kurarak aynılaşmasını önleyip emeklerine ve böylece de büsbütün varoluşlarına ve insanlıklarına yabancılaşmış, mutsuz, yılgın, bitkin yığınların oluşmasının önüne set çekecektir. Halk dikte ederse herkes mutlu olur, ancak seçkinler dikte ederse zor kullanmak zorunda kalırlar ve bu şiddet tekeli bastırılmış ve geri bırakılmış halkları yaratır. Böylece proletarya diktatörlüğü halkları ve insanları önceliklendirmesi bakımından insanca yaşamanın da insanı anlamanın da yegane metodu olmaktadır.

[1] Freire, P. (2023). Ezilenlerin pedagojisi: 50. yıl özel basımı (D. Hattatoğlu ve E. Özbek, Çev.;23. baskı). Ayrıntı Yayınları.
[2] “Dikte,” Nişanyan Sözlük, erişim tarihi 18 Aralık 2024, https://www.nisanyansozluk.com/kelime/dikte#.
[3] Lenin, V. (2014). Devlet ve Devrim: Marksist devlet öğretisi ve proleteryanın devrimdeki görevi (T. Ok, Çev.). Evrensel Basım Yayın.