Önemli toplumsal olaylar bir kez yaşandığında her şeyi yeniden şekillendirir. Bunun ülkemizdeki en güzel örneği Gezi Direnişi’dir kuşkusuz. Gezi’yi yaratanlar da Gezi’ye neden olanlar da bu büyük halk hareketini hafızalarından silemediler. Türkiye’de Gezi’den sonra toplumsal mücadelelerin karakteri belirgin biçimde değişti ve her toplumsal mücadele gündeminde kendini yeniden hatırlattı. Karşı tarafta ise bizzat Erdoğan, muhtelif zamanlarda Gezi’yle olan hesabını sürekli ifade etti. Bununla da kalmayarak yargı eliyle birkaç kişi üzerinden korkusunu korkutarak aşmaya çalıştı.
Olmadı. Yıl 2025, milyonlar yeniden direnişte!
Türkiye’yi sarsan on uzun günden sonra bayram molasını da fırsat bilerek hepimizin biraz nefeslenip düşünmemiz, perspektifimizi biraz daha genişletip arkamızda bıraktığımız yola ve önümüze bakmamız iyi olabilir. Zira görünen o ki yol zorlu ve “bu daha başlangıç!”
Günlerce Saraçhane’ye gidip gelenler arasında Gezi’den bahsetmeyen, özellikle yaşamış olanlar arasında karşılaştırma yapmayan kalmamıştır herhalde. Doğal olarak… Gezi ruhu, kitleselliği ve çeşitliliğiyle; pankartlara yansıyan mizahı ve öne çıkan sloganlarıyla her gün Saraçhane’de ve Türkiye’nin dört bir yanında dolaşmaya devam etti.
Saraçhane diyoruz şimdilik. Belki içinden geçtiğimiz bu önemli süreç tarihe başka bir isimle kazınacak. Ancak bu aşamada Saraçhane direnişi denmesi uygun görünüyor.
Yanıltıcı olmasın, bu yazıda Gezi ile bugün yaşadığımız süreci karşı karşıya koymak ya da hassas terazide tartmak değil amaç. Evet çok şey değişti, ancak içinden geçtiğimiz sürecin bazı özelliklerini ayırt etmek açısından Gezi referansıyla düşünmek kolaylaştırıcı olabilir.
Geçtiğimiz 12 yılda çok tartışıldığı için şu notu düşerek başlayalım: Gezi, yenildiğimiz bir kavga değil, neoliberal kapitalist düzeni sürdürebilmek adına giderek otoriterleşen Saray Rejimi ile halk arasında süren uzun soluklu kavganın rauntlarından biri olarak değerlendirilmelidir. O raunt berabere bitmiş, her iki taraf da istediğini alamamıştı. Evet hükümet devrilemedi o süreçte, ancak halkın direnci kırılamadı ve eylemlerin ateşleyicisi olan Gezi parkıyla ilgili proje de hayata geçirilemedi.
Karşılaştırma yapacaksak, önceliği öncülük yapana vermeli.
Öğrenci gençlik, Gezi eylemlerinde de dinamik ve belirleyici bir kategoriyi oluşturuyordu kuşkusuz. Ancak eylemlerin başlama tarihi okulların tatile girdiği döneme denk geldiği için, kendi alanından doğru örgütlü bir basınç kuvveti olarak öne çıkamamıştı.
Ancak Saraçhane direnişinin başlamasında gençlik tartışmasız biçimde öncülüğü üslendi. 19 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde polis barikatını yaran öğrenciler milyonlarca insanın harekete geçmesinin ateşleyicisi oldu. Akademik boykotla birlikte üniversitelerde büyüyen gençlik hareketi Saraçhane direnişinin en güçlü dayanağı oldu.
Uzun süredir toplumsal mücadelede adı geçmeyen gençlik kategorisinin bu kadar hızlı yükselişini işin doğrusu kimse öngöremezdi. Koşullar Selçuk Kozağaçlı’nın viral olan konuşmasındaki gibi olsa da gençliğin yerleşik siyaset kültürüyle mesafeli ilişkisi onu görünmez kılmıştı. Şimdi anlıyoruz ki, sessiz sedasız olgunlaşmış isyan fırsatını bekliyormuş. İyi ki…
Gezi’yi yaratan toplumsal-siyasal koşullar, toplumun çeşitli kesimlerinde biriken tepkinin ortaklaşarak bir isyana dönüşmesi olarak değerlendirilebilir. Yaşam tarzına dönük müdahaleler, laikliğin aşındırılması, özgürlüklerin kısıtlanması, kentsel alanın bütünüyle rant mantığıyla ele alınması, ben yaptım oldu kibri, vesaire. Tüm bunların hepsi Gezi’nin öne çıkan sloganlarından biri olan “kahrolsun bağzı şeyler”di. Bugün geldiğimiz noktada ise Saraçhane’de ortaya çıkan irade sınırları ve hedefleriyle çok daha net bir görüntü veriyor.
Ağırlaşan ekonomik yaşam koşulları karşında ana muhalefet partisinin uzun süredir gösterebildiği yegâne çıkış yolu sandıktı. Sandığın da önünün kapatılmasıyla başlayan sokak direnişi, farklı toplumsal talepleri iki pratik başlık altında buluşturdu: Erken seçim ve İmamoğlu’nun serbest bırakılması. Pratik ve hedefi net. Ancak bu sürecin, halkın eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerinin silikleştiği, liderlik ve hegemonya mücadelesinin belirleyici olduğu bir duruma evrilme riski taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır.
2013 yılında AKP ekonomik açıdan güçlü hissettiği bir dönemdeydi. Küresel ölçekteki ekonomik krizden görece az etkilenmişti. İçerde ve dışarda yoğun yatırım hamlelerinin olduğu bir yıl geride kalmıştı. Veriye boğmayalım ama bugünle kıyaslamak açısından örnek olsun; TÜİK’e göre, 2013 Ekim ayında, bir önceki yılın aynı ayıyla kıyaslandığında, TÜFE’de yüzde 7,7; ÜFE’de ise yüzde 6,8 oranlarında bir artış yaşanmıştı. Ve bu oranlar o günlerde yüksek olarak değerlendiriliyordu. Kısaca, ekonomik koşullar emekçiler açından kötü olsa da henüz trajik olarak değerlendirilmiyordu.
Bugünse anlatmaya ne hacet, geniş kitleler yaşam tarzını tartışamıyor bile. Barınma ve beslenme gibi temel giderlerdeki artış nedeniyle hayatta kalma mücadelesi verilebiliyor ancak.
Bu noktada Saraçhane direnişinin bilince çıkarılmayı bekleyen güçlü bir sınıfsal öfkeden beslendiğini düşünmemiz için çok neden var. Burada sosyalistlere önemli bir tarihsel sorumluluk düştüğü çok açık.
2013 yılında iktidar yapısına baktığımızda bugün ki gibi monoblok bir görüntüden söz edemeyiz. Retorik düzeyde de olsa devlet-hükümet ayrımı yapılan, yargının egemenleri mutsuz eden kararlar alabildiği, iktidar organları arasında bile farklı yaklaşımların kamuoyuna açık biçimde tartışıldığı bir dönem hatırlıyoruz. 31 Mayıs’ta Taksim’de eylemler devam ederken, İstanbul Altıncı İdare Mahkemesi, Topçu Kışlası’nın yapımına onay veren kararı iptal edebiliyor ya da dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümetten farklı düşünce ve kaygılara daha çok kulak vermesini, polisin de müdahalelerinde ölçülü olası gerektiğini söyleyebiliyordu. Bugünse kötülüğünü merkezi planlayan ve hiçbir aykırı sese izin vermeyen -en azından görüntüde- yekpare bir iktidar aygıtı var karşımızda.
Bu karşılaştırmayı muhalefet tarafında yaptığımızda ise pozitif yönlü bir değerlendirme yapılabilir. Gezi, öncüsü olmayan, örgütsüz ve kendiliğinden bir hareket olarak öne çıktı. Bugün, İmamoğlu’nda cisimleşen liderlik ve CHP’nin merkezinde durduğu örgütlülük -teknik olarak- önemli bir boşluğu doldurmuş gibi görünüyor.
2013’te iktidar ve tabanı arasındaki ilişkinin oldukça güçlü olduğunu hatırlıyoruz. İktidarı destekleyen kesimler partilerini ve liderlerini güçlü biçimde sahipleniyorlardı. Gezi direnişi sürerken Erdoğan’a kitlesel karşılamalar, kefenli şovlar, temas edilen toplumsal alanlardaki saldırgan üslup… Bugünse daralan AKP tabanında bir yarılma göremiyoruz evet, ama güçlü bir sahipleniş olduğuna dair bir kanıttan da şu aşamada söz edemeyiz. Ekonomik darboğaz içerisindeki geniş kitleler, İmamoğlu operasyonuna ikna edilebilmiş gibi görünmüyor. En azından şimdilik… Sessizlik hali olumludur. Bu durumun korunması ve mümkünse Saray ittifakının bütünüyle yalnızlaştırılması büyük önem taşıyor. Mümkündür. Ancak daha önce defalarca denendiği gibi, ayrışmayı temel kabul eden “ürkütmeyelim” yaklaşımıyla değil; tam tersine, bu kez emekçilerin kader ortaklığına işaret eden agresif bir sınıf dilinin öne çıkarılması gerekiyor. Önümüz 1 Mayıs…
Gezi döneminde iktidarın kullandığı dış güçler, faiz lobisi, sivil darbe argümanları bugün muhalefetin elindedir. “Dış güçler” konjonktür nedeniyle büyük oranda iktidarın yanındadır. Hali hazırda devam eden uygulamalarsa darbe söyleminin genel bir toplumsal kabul haline gelmesi için elverişli bir zemin yaratmaktadır. Bu durumda iletişim kanalları üzerindeki ablukanın kırılması kritik önem taşıyor. Zordur, ama bu çağda mümkündür.
Toparlarsak…
Gençliğin dinamizmi, geçim sıkıntısı, Saray’ın ikna mekanizmalarındaki aşınma, uzun süredir örülmeye çalışılan korku duvarının kitleler tarafından yıkılışı, halkın örgütlü hareket etme kapasitesindeki artış, liderlik sorunsalının çözülmüş olması, iktidar tarafından yaygın kullanılan argümanların muhalefetin eline geçmiş olması, Gezi ile kıyaslandığında önemli avantajlar olarak öne çıkıyor.
Diğer yanda devletleşmiş; her şeyi kendine entegre etmeyi başarmış Saray Rejimi bulunuyor. Bu, toplumsal baskının kısa vadede sonuç vermesini zorlaştıran önemli bir dezavantaj olsa da tek adamla halk arasında başlayan bu irade savaşının sürdürülebilirliği Saray açısından daha zordur. Zira bu mücadelede halkın kaybedebileceği şeyler çok azalmıştır.
Hepimize kolay gelsin.