Marksistler olarak çoğu zaman refleks haline getirdiğimiz bir tutum var. Çok yeni bir olgudan bahsedildiğinde bile bunu Marksizmle ilişkilendirmeye çalışırız. Zira Marksizm, üzerine hiç söz söylemediği konularda dahi belirgin bir yöntemsel üstünlüğe sahiptir. Üstelik Marksizmin yöneldiği dünya tarihsel ölçek de kapsayıcılık anlamında oldukça görkemlidir. Belki de tüm bu vaatlerden dolayı Marksizme yönelik eleştirilere baktığımızda çoğunlukla eksikliklerin ya da körlüklerin keşfedildiğini, boşluklara işaret edildiğini, açılardan dem vurulduğunu görürürüz. Neyse ki Marksizm, son noktanın konulduğu kapalı bir sistem değildir ve eleştirinin gücünü belirleyen şey “katkısı” olacaktır.
Elbette benimsenir ya da benimsenmez ama çeşitli eleştirilerin Marksist müktesebatı “zorlaması” ya da “sınamaya çalışması” bile başlı başına önemli kabul edilmelidir. İşte bu güzergahtan baktığımda öne sürmek istediğim argüman şudur ki, feminist kuramcıların Marksizme dönük en önemli eleştiri ve katkısı “sınıf kuramına” ilişkin olmuştur. Elbette feminizm başka alanlarda da Marksizme önemli girdiler sunmuştur, ne ki bunlar arasında hiyerarşik bir öncelik oluşturmak gerekirse bu “sınıf kuramı” olacaktır.
Bu söylediğim kimilerine abartılı ya da tuhaf gelmiş olabilir. İşçiyi haritada uzak bir kasabayı gösterir gibi gösterenler; onun mazbutluğunu, “siyaset-öteliğini”, mavi yakalı -kaslı ve bıyıklı- oluşunu işaret edenler “feminizmin katkısını” yadırgayacaktır. İşçiyi bir kadınsa eğer “çilekeş bir fabrika işçisi”, -ve sanki- yaşam amacı sınıf çelişkilerini ispat etmek olmak olan, mukavvadan bir “söylem” materyali olarak öne sürenler de Marksist sınıf kuramına yaklaştırılan bir “feminist tartışmayı” hoş karşılamayacaktır. Sınıf diye sunulan bu kabalaştırmalar ve mitoslar dünyasında sorun, yalnızca işçinin “haritadaki yeri” değildir. Sorun, işçinin bir türlü sınıf olamamasında, sınıfın bir türlü tüm veçheleriyle, tüm emek süreçlerinde varlığını gösterememesindedir.
Bu vesileyle bir kez daha Marksist sınıf kuramının biricik perspektifi olarak “sınıf oluşumuna” geliyoruz. Zira sınıf bir “şey” değildir.[1] Sınıf, kategoriler ve tabakalar toplamı değildir. Sınıf, haritadaki yerler, tüketim standartları ya da kültürel konumlar da değildir. Sınıf oluşumdur; nesnel, tarihsel, antagonistik bir ilişkidir.[2] Ve bu yüzden “ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar.”[3]
Bu yaklaşımın bizi oldukça gelişkin bir noktaya taşıdığı kuşku götürmez. Ne var ki en gelişkin “sınıf oluşumcu” perspektifte bile kadınların ağırlıklarının olduğu emek süreçleri, başta ev içi olmak üzere soluklaşır, görünmezleşir.[4] Oysaki sınıfı “şey” olmaktan çıkarmak için fabrikanın yanına mahalleyi eklemek yetmez. Eğer “oluşumdan” söz edeceksek, emeğin yeniden üretim süreci tüm hengamesiyle sınıf oluşumunun ve mücadelesinin ayrıcalıklı bir parçası olarak kendini göstermelidir. Mücadele diyorum, zira “sınıf mücadelesi”, işçilerin yalnızca greve gitttiği günlerde kendini gösteren “sıradışı bir vakıa” değildir. Sınıf mücadelesi kesintisizdir.[5] Maaş yetmediğinde ek işe girmek gibi “ev içi işleri” yeni geçimlik stratejilere adapte etmek de bu kesintisiz “sınıf mücadelesinin” parçasıdır.
Bunlar doğruysa, sınıf oluşumunun en önemli uğraklarından biri bizatihi evle ve “ev içi emekle” ilgili olmalıdır. Feminist kuramcıların Marksist sınıf analizlerine en önemli katkısı da burada başlamaktadır. Bu yazıda özel olarak buraya odaklanmaya çalışacağız. Dolayısıyla kadınların “sınıf olurken” işyeri odağında karşılaştıkları cinsiyetçi işbölümü, ücret eşitsizliği, cinsel şiddet gibi düzlemleri ve buralara dönük feminist kuramın katkısını başka bir yazıya havale edeceğiz.
Ev İçi Emeği Kuramlaştırmak
Öncelikle “her toplumsal üretim sürecinin aynı zamanda bir yeniden üretim süreci olduğunu” Marx’tan biliyoruz. Üstelik biraz daha daraltırsak, Marksist klasik eserlerde, hem “emeğin yeniden üretimi” hem de ailenin oluşumu anlamında “ev” bir yer işgal eder. Ne var ki evdeki emek süreci ile sınıf kuramı arasındaki ilişki oldukça dolaylıdır. Daha açık ifade etmek gerekirse, “ev içi emeğe” dönük bir yöntemsel-kuramsal vaat vardır ama gösterildiği anda gerisin geriye kaybolmuş gibidir.[6] Ev içinde harcanan emeğin boyutları, çeşitliliği, ağırlığı, dönüşümü, kimler tarafından kimlere harcandığı ya da “ekonomi-dışı” karateri ile politik ekonomisi arasındaki gerilim belirsiz bırakılmıştır. Bu belirsizliğe ilişkin en ciddi eleştirilerden biri, Marx’ın ev içini, aile ya da haneyi “doğa alanına”, (işçi ailesinin) “hayatta kalma içgüdüsüne” ve bu anlamda tarihin dışına itmiş olduğu iddiasıdır.[7]
Sonuçta tüm bu eşitsizliklerin giderilmesi için öncelikle üretimin toplumsal alanın tümüyle bağlantılı kılınması gerekir. Bu noktada da çıkış motivasyonu ne olursa olsun feminist kuramcıların önemli bir katkısı olmuştur. Özellikle 1960 sonrası tartışmalar bu katkılar için bir milat oluşturuyor diyebiliriz.
Bu bağlamda ilk klasik eser olarak Margaret Benston’un Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği (1969) yapıtı sayılabilir. Benston, ev içi emeğin, tüm sistem için nasıl işlediğine dikkat çekerek kuramı emeğin ev ölçeğine yakınlaştırmıştır.[8]
Christine Delphy, Baş Düşman adlı eserinde ev içi emeği bütün ayrıntılarıyla ele alır. Ev içi emeği kullanım değeri, değişim değeri ya da üretken emek gibi kavramlarla ilişkilendirerek, “doğal varsayılanı” sınıf analizine katmaya çalışır. Delphy, patriarkayı “kadınların emeğinin kocaları tarafından sömürülmesi” olarak tanımlarken, sömürü kavramını Marksist anlamının ötesine taşırır ama önemlidir.[9] Yine de sonunda Delphy için ironik olan şudur ki kapitalizmdeki üretim ile yeniden üretim arasındaki fetişleşmiş ayrımı aşmak için açtığı onca tartışmadan sonra karşımıza çıka çıka yine evin ayrı olduğu bir “ev içi üretim tarzı” kavramı çıkar. Delphy, odağına yapısalcı bir eklemlenme anlayışını yerleştirir.[10] Benzer şekilde Juliet Mitchell “Kadınlar: En uzun Devrim” adlı eserinde “yeniden üretim tarzı” adını verdiği alanı “üretim tarzından” ayırır![11]
Elbette bu çıkışlar oldukça radikal ve kışkırtıcıdır. Lise Vogel ise farklı bir yoldan giderek ayrı sistemler yerine “toplumsal yeniden üretim” kavramını merkeze alır. Buna göre sınıf ve toplumsal cinsiyet özerk görünümler olamaz. Ancak toplumsal yeniden üretim de salt kapitalist bir süreç değildir.[12]
Benzer bir güzergahta Johanna Brenner da biyolojik olanı dahil emeğin yeniden üretim sürecinin kapitalist kar maksimizasyonu mantığıyla bağdaşmayan yanlarını ve bunun kadınlar ve erkekler olarak emekçilerin mücadelelerine etkilerini faş eder.[13]
Feminist kuramcılar, evi odağa alırken oldukça geniş bir salınım alanında yer almışlardır. Bu bağlamda ev, kimi zaman “yabancılaşmamış emeğin” varolduğu yerdir, kimi zaman sömürünün kesişim alanlarını işaret eder. Sözgelimi Angela Y. Davis, ev emeğinin köleci toplumdaki özel yerine, tüm cüssesiyle modern döneme de sarkan köle emeğine odaklanır.[14]
Eli Zaretsky, “modern toplumu karaterize eden kamusal ve özel dünyalar arasındaki aşırı kopmayı” kapitalizme özgü, onun için karakteristik hale gelmiş bir şey olarak görür. Ona göre bu parçalanmanın bir tarafında ev içi emek ve kadınlar yer alır.[15]
Maria Dalla Costa, ev içi emeğin “yabancılaştırıcı etkisine” odaklanır. “Bir trenin, arabanın ya da uçağın üretimine başkaları ile birlikte katılmak, başkalarından soyutlanmış olarak aynı süpürgeyi aynı mutfağın birkaç metrekaresinde çağlarca sallamakla aynı şey değildir” derken yabancılaşmaya işaret eder. Bununla birlikte Dalla Costa, “Bir montaj bandında kölelik mutfak lavabosundan kurtuluş değildir” diyerek kadınların çifte sömürüsünü de hatırlatır.[16]
Pek çok büyük ismi atlama pahasına kısa kısa değinmeye çalıştığım bu katkılara Türkiye’den de bir örnek vermek gerekir. Gülnur Acar-Savran “ev emeği” tanımlamasında Marksist ve feminist güzergahı oldukça verimli biçimde diyaloğa sokmuştur. Savran’dan dinleyelim:
Bu emek görünmeyen emektir, çünkü birincisi doğallaştırılmış emektir. Ev içi, aile, özel alan ve bu alandaki cinsiyetçi işbölümü, patriarkanın modern biçimi olan kapitalist patriarka çerçevesinde, toplumsal-olmayan dolayısıyla da ‘doğal’ bir alan olarak kurulur. (…) Bu emeğin görünmeyen emek olmasının ikinci nedeni, onun miktarını da gizleyen ev içi çalışma düzenidir. Ev içinde yapılan işlerin belirlenmiş mesai saatleri yoktur. Bu düzende çalışmayla, dinlenmeyi, iş zamanıyla boş zamanı, iş yapmakla sevgi paylaşmayı ayrıştırmak neredeyse olanaksızdır; tersine iç içedir bunlar. Böyle olunca da neyin emek harcama, neyin sevgi ve şefkat gösterme, neyin çok sıklıkla şiddet tehdidi karşısında zorunluluktan yerine getririlen görevler, neyin gönülden yaşamı paylaşma olduğu görünmez. Üçüncüsü ve en önemlisi, karşılıksız olduğu için görünmezdir bu emek. Kadınlar ücret karşılığı başka bir işte çalışsalar da, tam zamanlı ev kadınlığı yapsalar da, çocukları, kocaları ve kocalarının yakınları için harcadıkları bu emek karşılıksız emektir.[17]
Sonuç Yerine
Tüm bu tartışmalar boyunca ev içi emeğin mahiyeti didik didik edilmiş, Marksizmin yüz yılı arkasında bırakan “kör noktası”, sınıf kuramının çok daha yakınında dolanmaya başlamıştır.
Bu tartışmaların sınıfların kendi çıkarlarına uygun davranmaları anlamında sınıf kapasitesiyle ya da sınıf kapasitesini o veya bu yönde belirleyen sınıf bilinciyle zenginleştirilmesi mümkündür. Sınıf mücadeleleri tarihine bakıldığında, büyük ayaklanmaların “üretim alanının” dışından çıkması -sözgelimi Fransız ve Rus devrimlerinde kadınlar tarafından ekmek ayaklanmalarının çıkarılması- anlamlıdır. Nitekim emeğin yeniden üretim alanına ait kimi taleplerin -en azından kimi yönlerinin- sınıf politikası olarak belirmesi de bunu göstermektedir: Sigorta, kreş, yaşlı bakım hizmetleri, gıda ya da ulaşım indirimleri vb.
Tüm bunlar bize emeğin yeniden üretim alanının sınıf politikası için bir tür “zayıf halka” gibi iş gördüğünü göstermektedir. Özneleri ve yoğun emek süreçleriyle türlü çatışmaları bağrında toplayan bir “zayıf halka”…
[1] E.P. Thomson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim, s.39. “(...) oluşum, faile olduğu kadar koşullanmaya da çok şey borçlu olan etkin bir sürecin incelenmesidir. İşçi sınıfı belirlenen bir zamanda güneş gibi doğmadı.” [2] Ellen Meiksins Wood, “İlişki ve Süreç Olarak Sınıf”, Çev: E. Atilla Aytekin, Praksis, sayı:1, (2001), s.97. [3] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Sevim Belli, Sol, (1992) s. 91. [4] İşin aslı F. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu eserinde de “sınıf oluşumunun” çeşitli veçhelerine uzanan giyim kuşam, barınma, beslenme, konut, yaşam gibi konular vardır. Thompson’un büyük eseri, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu bu kavrayışı kültürler, gelenekler, hurafeler, gündelik yaşam pratikleri, dinsel inanışlar gibi alanlara da taşımıştır. Tüm bunlar yığınla insanı “ortak çıkarlar” etrafında toplayan “sınıf oluşumunun” bazen doğrudan bazen politika-altı dolayımlarla etkileyen düzeylerdir. Sınıf oluşumunu kavramak uğruna Thompson bizi türlü yerlere götürür; ateşli tartışmaların döndüğü publara, şapellere, horoz dövüşlerine, ayakkabıcıların ya da dokumacıların gizli buluşmalarına, Pazar ayinlerine götürür. Buralarda hep erkeklerle karşılaşırız. Eserde kadınlar da vardır kuşkusuz, bira yapan, çocuk bakan, bebeklerine işe gidebilmek için afyon veren vb. Ne var ki kadınların kamusal yaşamları ya da emek sürecinde üstlenmek zorunda kaldıkları hayati rol oldukça eşitsiz biçimde yer alır. Thompson evlerde fırının olmadığını, biranın ev yapımı olduğunu, temiz su için gece su kuyruklarına girildiğini anlatır ama bunları yapanın kadınlar olduğunu sessizce geçiştiriyor gibidir. Sözgelimi açlık, ekmek yokluğu, etin lüks olması sınıf kavgalarının en büyük konusu olur hep ama bu sorunların evlerde nasıl cereyan ettiği, ete, ekmeğe, süte de emek verenlerin yani kadınların bu yokluğu kendi komşularıyla, sınıfdaşlarıyla nasıl deneyimledikleri belirsizdir sanki. Kuşkusuz bu konu bir dipnota sıkıştırılamaz, ayrı bir çalışma olarak ele alınması gerekir. Ayrıca E. P. Thompson’a yönelik eleştiriler için -biraz tartışmalı ve yöntemsel sorunlar içeren bir metin de olsa- Scott’un şu eserine bakılabilir: Scott, Joan Wallach(1988), Gender And The Politics of History içinde “Women in The Making of the English Working Class”, Columbia University, s.72. [5] Metin Çulhaoğlu(1996), “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları”,Sosyalist Politika, sayı:10, Doruk, s. 91. [6] Gülnur Acar-Savran(2013), Beden, Emek, Tarih, Kanat, s.29. “(Marx)İşçilerin bireysel tüketim süreçlerini, ücretleriyle aldıkları geçimlik malların tüketilebilir hale gelmesi için harcanan emeği tahlil dışında tutar. Yöntemsel metinlerde bir vaat olarak yer alsa da, kapitalizmin tahlilinde bir kör nokta olarak duran ikinci yeniden üretim uğrağı ise, insanların üretimi, gelecek kuşakların doğrulması, bakılması, yetiştirilmesidir.” [7] Age, s.30. [8] https://gercegingunlugu.blogspot.com/2019/10/margaret-benston-kadnlarn-kurtulusunun.html [9] Christine Delphy, “The Main Enemy”, Feminist Issues / Summer 1980, s.25. [10] Acar-Savran(2013), s.47. [11] Juliet Mitchell (1966), Kadınlar: En Uzun Devrim, Çev: Kolektif, Agora, s.49. [12] Lise Vogel (1990), Marksist Teoride Kadın, Çev: Mine Öngören, Pencere, s.165. [13] Johanna Brenner(2012), Sınıf Siyaseti ve Kadın, Çev: Dafne Yeşilsu, Kalkedon, s.42. [14] Angela Y. Davis(2019), Kadınlar, Irk, Sınıf, Çev: Selda Arıt , Heretik. [15] Josephine Donovan(2014), Feminist Teori, Çev.: Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan, İletişim, s.154. [16] Josephine Donovan(2014), s.156. [17] Gülnur Acar-Savran (2012), Kadının Görünmeyen Emeği, Önsöz, Yordam, s.11.