Feminist Mücadelemiz Göçmen Karşıtı Siyasetin İş Birlikçisi Değildir

Nazlıcan Karaaali11 Şubat 2025

Giulia Cecchettin, adını muhtemelen ilk kez duyduğunuz bu genç kadın, 11 Kasım 2023 tarihinde erkek arkadaşı Filippo Turetta tarafından kaçırılarak öldürüldü. Giulia’nın cansız bedeni yaklaşık bir hafta sonra İtalya’nın Friuli-Venezia Giulia bölgesine bağlı Barcis Gölü’nün kıyısında bulunduğunda, ülkenin dört bir yanında kadınların öfkesiyle dolup taşan protesto gösterileri düzenleniyor ve sonu gelmeyen erkek şiddetine dikkat çeken çağrılar yapılıyordu. Çünkü Giulia’nın katili, erkeklerin çoğunluğuna kıyasla istisna teşkil eden, toplumdan dışlanmış bir canavar değil; aksine “ataerkinin ve eril tecavüz kültürünün sağlıklı oğluydu.”[1]

Yaklaşık bir yıl sonra, Giulia’nın vefatının yıl dönümünde İtalyan Eğitim Bakanı Giseppe Valditara, internet üzerinden kadına yönelik şiddetle ilgili resmi bir açıklama yayınladı. Doğrusu, açıklamayı ilk dinlediğimde istemsizce sinirlenmiştim. Çünkü bakan, her yıl binlerce kadının fiziksel ve/veya psikolojik erkek şiddetine maruz kalmasına, onlarcasının öldürülmesine rağmen, ataerkinin Avrupa’da yıllar önce sona erdiğini ima ediyor ve ataerkiye karşı mücadelenin aile yapısını tehdit eden, yalnızca ideolojik bir mesele olduğunu savunuyordu. Yani ona göre sorun, önlem ve yaptırım yetersizliğiyle erkek şiddetine olanak tanıyan, günlük hayatta kadınların sıkça maruz kaldığı mikro agresyonlara göz yumarak taciz kültürünü pekiştiren eril bir devlet yapılanmasının varlığı değildi; aksine sorun, nasıl olduysa cinayet işleyebilmiş, kötü kalpli, canavar bireylerdi. Dolayısıyla, bu cani bireylere karşı, kendisinin deyimiyle, “hiyerarşik olmayan” İtalyan aile yapısı korunmalı ve kadın özgürlüğünü önceleyen Batı Avrupalı değerlere sahip çıkılmalıydı (!)

Buraya kadar duyduklarım derin bir tepki uyandırsa da aslında pek şaşırmamıştım. Çünkü “kadına yönelik şiddeti önleyebilmek için (İtalyan) aile yapısını korumalıyız” ibaresi, Avrupa’daki muhafazakâr hükümetlerin olası her toplumsal sorunda çözüm olarak sunduğu o bayat ve kokuşmuş reçetelerden yalnızca biri. Lakin eğitim bakanının konu aldığı cinayetin gerçekleriyle örtüşmeyen ve komplo teorisine benzer son bir argümanı daha vardı: Avrupa’da kadına yönelik şiddetin bir şekilde (kontrolsüz) göçün sonucu olduğu.

Angela Merkel’in Almanya’ya bir milyon Suriyeli mülteciyi kabul ettiği 2015 yılından bu yana, Orta Doğu ve Sahra Altı ülkelerinden gelen göçmenlerin Avrupa’da kadın haklarından ekonomiye, çok yönlü bir kriz yarattığına dair görüş, sayıları azımsanamayacak ölçekteki milliyetçi ve Hristiyan muhafazakârı kesimler tarafından benimsenmiş durumda. Çoğu zaman birbirinden farklı göçmenlik veya mültecilik statülerinin ayrımına varılmaksızın, sağ popülist siyasetin hedefindeki binlerce yapancı, Avrupa toplumuna ve değerlerine zarar vermekle suçlanıyor. Geleneksel olarak oldukça maskülinist ve otoriter olan Avrupa aşırı sağı ise, alışılmadık bir şekilde, İtalya’da Giorgia Meloni, Fransa’da Marine Le Pen ve Danimarka’da Pia Kjærsgaard gibi kadın siyasetçiler aracılığıyla yeni bir söylem geliştirdi. Bu popüler siyasi figürler, genelde az gelişmiş ülkelerden gelen göçmenlerin, özelde ise Müslüman göçmen erkeklerin, Avrupa’da kadın haklarına büyük bir tehdit oluşturduğunu iddia ederek, göçmen karşıtı ve beyaz üstünlükçü sağ siyasetin içinde yeni ittifak alanları yaratmayı başardılar. İleride de açıklayacağım gibi, 2015 yılından bu yana Avrupa’da sağ milliyetçi hareketin feminist ve neoliberal aktörlerle buluştuğu bir milliyetçi feminist ideolojinin yükselişine tanıklık ediyoruz.

İtalyan Eğitim Bakanı’nın ülkesindeki kadına yönelik şiddetten -doğrudan coğrafi bir isim belirtmekten kaçınsa da- Sahra Altı ve Orta Doğulu ülkelerden gelen göçmen erkekleri sorumlu tuttuğu argümana geri dönelim. Bakanın seslendiği kitleye kabul ettirmeye çalıştığı yanılgı, üçüncü dünyanın “barbar” ve “potansiyel tacizci” erkeklerinin, birinci dünyanın medeni ve özgür kadınlarının düşmanı olduğuna dair genelleyici ve çarpık bir söylemdi. Evet, dünyanın her tarafında olduğu gibi, Siyahilerin veya Müslümanların çoğunlukta olduğu, Batılı retorik tarafından “üçüncü dünya” denilen ülkelerde de baskıya ve erkek şiddetine maruz kalan milyonlarca kadın var. Cinsel, ırksal ve sınıfsal tahakkümlerin kesiştiği durumda gerek şiddet gördüğü kocasından gerek sığındığı ülkenin devlet dairesine yolu düştüğünde gururlu memurların aşağılayıcı tavrından çekinen göçmen kadınların sıkışmışlığını da biliyorum. Bu gerçeği es geçmek, yazının feminist hareket içerisindeki ilerici duruşuna ters düşecektir. Ancak “(Müslüman) göçmen = ataerki = eril şiddet” denkleminin aslında bir nefret propagandasından ibaret olduğunun altını çizmek isterim, çünkü suç kişiseldir ve bireylerin dini, ırkı veya milliyeti, eril tahakkümün ve şiddetin temel nedeni değildir.

O halde neyi, kimi suçlayacağız? Her şeyden önce, bugüne kadar biyoloji ve evrimsel psikolojiyle ispatlanmaya çalışılmış, fakat feminist bilimsel mücadelenin ışığıyla çürütülen, yaratılış itibariyle erkeğin kadına kıyasla daha güçlü, daha akıllı, baskın ve etkin olduğuna yönelik düşünce ve bu düşüncenin egemen olduğu toplumlardaki “ataerkil” diye adlandırdığımız, kadın cinsiyetinin çeşitli yollarla metalaştırılmasına ve LGBT+ bireyler dahil, eril olmayanı ötekileştirmeye dayalı tahakküm sistemini irdelememiz gerekir. Ardından 15. yüzyıla kadar uzanan kökleriyle, Batı’da kapitalizmin gelişimine paralel olarak cinsiyete dayalı eşitsizliklerin günlük hayatın her noktasına işlediği; kadınların ücretsiz ev içi emeğe ve toplumsal yeniden üretime mecbur bırakıldığı “kutsal” ailenin muhafızı olan sermaye düzenini; bu eşitsizliği çevre ülkelerde daha da pekiştiren Batı sömürgeciliğini; emperyalizmi ve daha birçok etmeni düşünebilmeliyiz. Nitekim, Giulia Cecchettin’in katili de göçmen ya da göçmen bir ailenin çocuğu değil; aksine, bir zamanlar çevresince kabul görmüş, Hristiyan, Avrupalı ve İtalyan bir erkekti.

O halde şüphesiz ki Valditara, Avrupa sağının bazı kadın hareketleriyle kurduğu ittifakın toplumsal bir zemine oturduğunu fark etmemiş olsaydı, en iyi ihtimalle “kadın yanlısı” ve göçmen karşıtı ifadelerini Giulia’nın katilinin İtalyan bir ailenin İtalyan oğlu olduğunu bilmesine rağmen dile getiremezdi. Peki göçmenlerin eril şiddetin sorumluluğunu “bir şekilde” üstlendiği, feminist söylemleri bünyesine katabilmiş bu yabancı düşmanı politikalar hangi ideolojiye işaret etmekte? Cevabımızı “Kadın Hakları Adına: Femonasyonalizmin Yükselişi” (In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalizm) kitabının yazarı Sara R. Farris veriyor: Femonasyonalizm.

Göçmen Karşıtlığının Feminizmle Eklemlenmesi: Femonasyonalizm 

İslami kültürün Avrupa’da yeri yoktur”

Giorgia Meloni, İtalya Başbakanı[2]

Korkarım ki göçmen krizi Avrupa’da kadın haklarının bitimine dair bir işarettir.”

Marine Le Pen, Ulusal Birlik Grup Başkanı[3]

Sara Farris, aşırı sağın 21. yüzyıldaki yükselişini anlamak için Batı’da sağ hareketleri besleyen yeni yakınsamaların (convergences) dikkate alınması gerektiğini öne sürüyor. Bu bağlamda, yazarın “feminist ve femokrat[4] milliyetçilik” teriminin kısaltması olarak işaret ettiği femonasyonalizmi tartışmamız önemli. En basit anlamıyla femonasyonalizm, Batı’da milliyetçi ve neoliberal siyasetçiler tarafından, göçmen ve İslam karşıtı kampanyalarda feminist temaların cinsiyet eşitliği bayrağı altında istismar edilmesini ifade ediyor. Örneğin, daha önce de değindiğim üzere, Eğitim Bakanı Valditara’nın göçmenleri İtalya’daki kadına yönelik şiddetten sorumlu tutan provokatif açıklamaları, milliyetçi kadın hakları savunucularının Avrupa siyasetindeki etkisinin ne denli baskın olduğunu ortaya koymaktadır.

Femonasyonalizmin Batı’daki kökenleri, iki kritik olayla ilişkilendirilebilir: 11 Eylül saldırıları ve Avrupa’daki “göçmen krizi”. 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD ve Batı genelinde cihatçı terörizme dair artan endişeler, İslamofobi’nin yaygınlaşmasına zemin hazırlamış; bu durum hem Müslümanlara karşı duyulan korkuyu hem de İslam dinine yönelik nefret söylemlerini derinleştirmişti. 2015 yılına gelindiğinde ise, korkunç bir iç savaşın yerinden ettiği milyonlarca Suriyeli mülteciyle tetiklenen göçmen krizi, Avrupa’da aşırı sağın sesini güçlendirmekteydi. Aynı zamanda günlük hayatta erkek faillerin en sık hedefi olan Batılı kadınlar arasında, Müslüman erkek göçmenlere yönelik kaygılar da artıyordu. İşte temelde bu iki endişenin (cihatçı terörizm ve göçmen erkek) birleşmesinden beslenen milliyetçi feminizm, bir yandan Avrupa’daki sağ partilerin ve neoliberal unsurların toplumsal cinsiyet eşitliği söylemi üzerinden yabancı düşmanı ve ırkçı politikaları yürütme çabalarını tanımlarken, diğer yandan görünür bazı feministlerin ve femokratların, İslam’ın özünde kadın düşmanı bir din olduğu söylemine katılımını yansıtmakta.[5]

Devam etmeden önce, okuduğunuz yazının İslam dinini kadın hakları bakımından değerlendirmediğini belirtmem gerekir. İslam’ın feminizmle ne kadar uzlaşıp uzlaşmadığını veya toplumsal cinsiyet meselesini İslami feminizm açısından da tartışmıyorum. Bilhassa ele aldığım konu, sözde kadın hakları adına hem İslamofobi’yi hem de göçmen karşıtlığını aynı potada eriterek, Batılı olmayan göçmen toplulukların geneline yönelik ayrımcılığı normalleştiren, modernleşme arayışı içerisindeki Avrupa aşırı sağının feminizmi araçsallaştırmaktan kaçınmadığı bir siyasi hareket. Dolayısıyla İslami kültürün ataerkil toplum yapısını pekiştirdiğini düşünmeniz ya da LGBT+ başta olmak üzere, İslam’ın reddettiği kimliklerin mensubu olmanız durumunda yine de kendinizi metnin ana fikriyle çatışıyor bulmayacağınızı umuyorum.

“Femonasyonalizm” denildiğinde akla gelebilecek başlıca örnekler Almanya, Fransa ve İtalya’daki sağ partilerin (Müslüman ve erkek) göçmenleri damgalayıcı kampanyaları olabilir. Zira bu kampanyalar sayesinde aşırı sağ, yabancılara karşı kin ve düşmanlık dolu siyasetine feminist müttefikler yaratmayı başardı. Le Pen’in göçmen krizini kadın haklarının bitimiyle ilişkilendiren demecini ya da Meloni’nin adeta bütün sivil toplum kuruluşlarıyla İslam’ı Avrupa’dan kovmak isteyen çağrısını hatırlayalım. Meloni, İslam kültürünün Avrupa toplumunun yüksek medeni değerleriyle uyuşmadığını iddia ederken, hedefinde Suudi Arabistan tarafından finanse edildiğini iddia ettiği İslami Kültür Merkezleri’nin yanı sıra, geniş anlamıyla göçmenler, yani “istilacı yabancılar” da vardı. Dolayısıyla, aslında iki femokrat lider de birbiriyle bağlantılı soru(n)lara parmak basıyordu: Çoğunlukla Müslüman olan, Küresel Güneyli toplulukların Avrupa’daki varlığı.

Le Pen ve Meloni örneklerini akılda tutalım. Zira 80’lerden bu yana muhafazakâr siyasetin güç kazandığı Avrupa’da İslamofobik retoriğin, göçmen nüfusun genelini mercek altına alan siyasi ve kurumsal mekanizmalara nasıl nüfuz ettiğine dikkat etmeliyiz. 2000’ler itibariyle IŞİD’in başı çektiği sivillere yönelik cihatçı terör saldırıları ve 31 Aralık 2015 gecesi Köln tren istasyonundaki olayların[6] ardından, Avrupa’da aşırı sağ İslam karşıtı feministlerin desteğini alarak kamuoyunda Müslüman erkek nefretini güçlendirdi. Fakat bu korku dolu nefret, zamanla daha geniş bir “öteki” nefretine evrilerek faşizan ve otoriter politikaların pekiştirilmesi riskini taşıyor.[7]

Öte yandan, Sara Farris, yabancı düşmanlığının İslam karşıtı feminizmle birleşmesini, Batılı perspektifte Müslüman erkek ve kadının sırasıyla “ezen” ve “ezilen” temsilcileri olarak görülmesine dayandırıyor. Çünkü bu “ezen-ezilen” diyalektiği, birçok vatandaşın zihninde Batılı olmayan tüm göçmen topluluklara yansıtılarak genelleştirilebiliyor. “İslam’ın Avrupa’da yeri yoktur” düşüncesi de yalnızca Meloni’nin İslam dinine karşı bireysel ön yargısı olarak kalmayıp; aynı zamanda politik ve kurumsal düzeyde işleyerek, İtalyan aşırı sağının ırkçı faaliyetlerine “vatanseverlik” adına meşru bir zemin oluşturulmasına destek sağladı.

Son olarak, “ezen Müslüman erkek” ve “ezilen Müslüman kadın” ikilisi size tanıdık gelebilir. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde, ABD’nin Orta Doğu’daki realist çıkarlarına normatif bir kılıf uydurarak Irak ve Afganistan’da demokrasi şöleni vaatleri verdiğini hatırlıyorsunuzdur. 2001-2021 yılları arasında, ABD ordularının Afganistan’daki varlığını meşrulaştırmak amacıyla, “Müslüman kadınları Müslüman erkeklerin elinden kurtaran” Amerikan askerlerine dair haberler de medyada sıkça yer buluyordu.[8] Ancak günün sonunda, elbette Müslüman kadınlara sormadan, Müslüman kadınları Müslüman erkeklerden koruma iddiası yalnızca başarısız olmakla kalmadı; aynı zamanda İslamofobik algıları derinleştirdi ve (Hristiyan) Batı’nın (Müslüman) Doğu medeniyetlerine kıyasla üstün olduğu düşüncesine dayanan yüzyıllık ırkçı stereotipleri yeniden üreterek emperyalist müdahaleler için vazgeçilmez bir bahane haline geldi.

Sonuç: Milliyetçi Feminizmin Reddi ve Ulus-Ötesi Feminist Mücadelenin Gerekliliği Üzerine

Feminist mücadelemiz, göçmen karşıtı siyasetin iş birlikçisi değildir ve asla olamaz. Çünkü milliyetçi feminizm, özellikle göçmen kadınların yaşadığı sorunlara çözüm üretmekten uzak olup, egemen ve yönetici sınıfların çıkarlarını gözeten, dayatmacı ve feminizme zarar veren bir anlayıştır. Bu yaklaşım, kadınların ve LGBT+ bireylerin maruz kaldığı çok yönlü baskı mekanizmalarını görmezden gelerek, feminist dayanışmayı aşırı sağın belirlediği ve çoğu zaman aile odaklı dar bir ulusal çerçeveye sıkıştırıyor. Fakat feministler ve kadın hakları savunucuları yapay milli sınırları aşmalı, kadınların ve LGBT+ bireylerin özgürleşmesini küresel adalet ölçütüyle ele almalıdır.

Söz konusu göçmenlik ve göçmen kadınlar olduğunda, kültürel ve coğrafi farklılıkları göz önünde bulundurarak sömürgecilik, kapitalizm, ataerki ve ırkçılığın iç içe geçen yapısını sorgulamalıyız. Zira feminist mücadele, yalnızca belirli bir ulusun veya ırkın çıkarlarına hizmet eden bir hareket olamaz; aksine, dünyanın her köşesinde süregelen baskı ve sömürü zincirlerini kırmak için ulus-ötesi dayanışma temelinde göçmenlerle birlikte örgütlenilmelidir. Eril adaletin kıskacındaki kadınlar ve LGBT+ bireyler için gerçek eşitlik ve özgürlük, ancak ulus-devlet sınırlarını aşan, yerel mücadeleleri küresel bir vizyonla birleştiren bir feminist dayanışma ile mümkün olabilir.

Bu noktada, femonasyonalizmin doğrudan bir anti-tezi olmasa da ona karşı güçlü bir alternatifin ulus-ötesi (transnasyonal)[9] feminizm olduğunu düşünüyorum. Batı merkezli ve beyaz feminizme karşı bir eleştiri olarak gelişen ulus-ötesi feminizm, en temel haliyle, ezilen kadınların ve eril şiddetin mağduru olan tüm canlıların küresel dayanışma ağları içinde savunulmasını amaçlar.

Bu feminist yaklaşım, baskı ve sömürünün yalnızca bireysel ya da yerel deneyimlere indirgenemeyeceğini, aksine küresel sistemler ve yapısal eşitsizliklerle derinlemesine bağlantılı olduğunu savunur. Ayrıca, ulus-ötesi feminizmin güçlü yanlarından biri, kapitalizmin, sömürgeciliğin, emperyalizmin ve küreselleşmenin, farklı coğrafyalardan kadınların maruz kaldığı baskı mekanizmalarına nasıl yön verdiğini analiz etmesi ve bu tahakküm sistemlerinin kadınlar arasında farklı kesişimsel avantajlar ve dezavantajlar yarattığını görebilmesidir.

Tartışmaya açık olsa da bazen ulus-ötesi feminizmi, femonasyonalizm ideolojisine bir “panzehir” olarak düşünüyorum. Çünkü kadınlar, kız kardeşler, anneler ve LGBT+ bireyler olarak bizler, yalnızca Batı’nın normlarını merkeze alan bir özgürleşme anlatısını reddetmeli ve aynı zamanda yerel ve küresel feminist hareketleri birbirine bağlayarak eşitlikçi, adil ve kapsayıcı bir mücadele hattı oluşturmalıyız.

Sözlerimi bitirirken, metin boyunca tartıştığım milliyetçi feminist düşünceyi reddetmenin önemini ve feminist hareketin yerel sınırları aşan, çok boyutlu ve tarihsel bağlamları gözeten bir perspektife sahip olması gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Ayrıca, feminist aktivizmin yalnızca belirli bir kesimin değil; göçmen kadınlar, Müslüman kadınlar, Afrikalı kadınlar ve trans kadınlar dahil olmak üzere tüm ezilen kadınların sesi olmayı amaçlaması gerektiğinin altını çizmek isterim…

[1] Corriere del Veneto. (2023, November 20). Lettera Elena Cecchettin. Retrieved from https://corrieredelveneto.corriere.it/notizie/venezia-mestre/cronaca/23_novembre_20/lettera-elena-cecchettin-a165ccdc-5bd8-4db1-bdaf-963424ba0xlk.shtml
[2] Economic Times. (n.d.). Italy PM Giorgia Meloni makes loaded comment on Islam at far-right event. Retrieved from https://economictimes.indiatimes.com/news/international/world-news/italy-pm-giorgia-meloni-makes-loaded-comment-on-islam-at-far-right-event/articleshow/106079509.cms?from=mdr
[3] Politico. (n.d.). Marine Le Pen: Feminist, Front National, and gender equality migration debates. Retrieved from https://www.politico.eu/article/marine-le-pen-feminist-front-national-gender-equality-migration-cologne/
[4] “Femokrat” terimi, Farris’in kitabında (a.g.e.), kadın derneklerinden devletin üst kademelerindeki kadın siyasetçilere veya cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik kurumlarda görev yapan kadınlara kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Buna göre, femokratlar Müslüman kadınları yardıma muhtaç ve kurtarılması gereken edilgen mağdurlar olarak kabul ederken, aynı zamanda türban ya da peçe yasağı gibi doğrudan göçmen kadınları etkileyen İslam karşıtı politikalara destek veriyorlar. y.n.
[5] Farris, S. R. (2017). In the name of women’s rights: The rise of femonationalism. Duke University Press. p.4
[6] 31 Aralık 2015 gecesi, Almanya’nın Köln kentinde yaklaşık 1.200 kadın yılbaşı kutlamaları sırasında cinsel saldırıya uğradığını bildirildi. Yetkililer, kadınları kamusal alanda bulundukları sırada taciz veya tecavüz edenlerin %60’ından fazlasının Arap veya Kuzey Afrika kökenli Müslüman erkekler olduğunu saptadılar. Federal Kriminal Polis Dairesi de Temmuz 2016’da o gece yaklaşık 1200 kadının kalabalık erkek grupları tarafından çevrelenerek saldırıya uğradığını doğrulamıştır.
Federal Criminal Police Office. (2016, July). 2015–16 New Year’s Eve sexual assaults in Germany. Retrieved from https://en.wikipedia.org/wiki/2015%E2%80%9316_New_Year%27s_Eve_sexual_assaults_in_Germany
[7] Farris, S. R. (2017). In the name of women’s rights: The rise of femonationalism. Duke University Press. p.4
[8] Örneğin bkz. NPR. (2012, May 1). Facing death, Afghan girl runs to U.S. military. Retrieved from https://www.npr.org/2012/05/01/151768550/facing-death-afghan-girl-runs-to-u-s-military
[9] Zerbe Enns, C., Díaz, L. C., & Bryant-Davis, T. (2020). Transnational Feminist Theory and Practice: An Introduction. Women & Therapy44(1–2), 11–26. https://doi.org/10.1080/02703149.2020.1774997
Web Kaynakları
-Enrevue. (n.d.). Le patriarcat n'existe plus? Le ministre de l'éducation italien suscite la polémique. Retrieved from https://www.entrevue.fr/en/le-patriarcat-nexiste-plus-le-ministre-de-leducation-italien-suscite-la-polemique/
-The Nation. (n.d.). Feminism, nationalism and the right in Europe. Retrieved from https://www.thenation.com/article/archive/feminism-nationalism-right-europe/
-Anadolu Agency. (n.d.). Italian minister faces backlash for linking sexual violence to illegal immigration. Retrieved from https://www.aa.com.tr/en/europe/italian-minister-faces-backlash-for-linking-sexual-violence-to-illegal-immigration/3397937#
-Open Democracy. (n.d.). What is femonationalism? Retrieved from https://www.opendemocracy.net/en/5050/what-is-femonationalism/
Kitap Kaynakları
-FARRIS, S. R. (2017). In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism. Duke University Press.
-Zerbe Enns, C., Díaz, L. C., & Bryant-Davis, T. (2020). Transnational Feminist Theory and Practice: An Introduction. Women & Therapy44(1–2), 11–26. https://doi.org/10.1080/02703149.2020.1774997