Dünyayı Yeniden Kurabiliriz Ama Önce “Sevgiden Tuğlalar”

Kerim Can Kara17 Nisan 2025

Beyazıt’ta, Esnaf Yemekhanesi’nden memleket devrimci tarihinin en simgesel kent mekânlarından birine akarken bir anlık gafletle -ya da on yılların kibriyle- önlerine serilen plastik yığınını, “barikata yüklen” nidalarıyla yarıp geçen; ellerinde kitapları, türküleriyle önce Beyazıt Meydanı’nı özgürleştiren, bir hışımla düştükleri yolda koşar adım karanlığın üstüne yürüyüp bir haftada memleketin meydanlarını bir kez daha zapt eden üniversitelilerin hepi topu elli saniyelik görüntüsünü her gün yeniden izliyor, her gün yeniden göğsümüzü genişleten bir ferahlıktan nasipleniyorum günlerdir.

Yine günlerdir her durakta “bu işin sonu nereye varır” tartışmasının ucuna kıyısına, yanına yöresine atmış halde buluyorum kendimi, sanıyorum milyonların da her gün ısrarla yaptığı gibi. Kuşaklar tartışmasından kendiliğindenlik analizlerine, uzaktan izleyenlerden içinden aktaranlarına, seçimlerle kesiştirme çabalarından sokağın yaratıcı yıkımı vurgularına, sürekliliğe patikalar çizenlerden sönümleneceği uğrağı on ikiden vurmaya çalışanlara; sayısız tartışmadan pek çoğunun, özellikle Gezi etrafındakilerin tamamına ermeyen heyecanına kıyasla, geçmiş günden epey ileride olduğunu bir çırpıda söyleyebiliriz. Yine de bu tartışmalar sahasının hiç azımsanmayacak hacmini tutan bir büyük tehdidi olanca enerjimizle bertaraf etmenin tarihsel sorumluluğu yerine getirilmeyi beklemektedir: kazanılabilecek olanla, hatta kazanılmış olanla ilişki kuran devrimci siyasallık.

Yarayı Doğru Yerden Almak

Türkiye toplumu – öncesini hiç yabana atmadan, seçilebilecekler arasından bir milat seçmek adına – her gün yeni bir yerinden, üstelik çoğu zaman da yeni bir özgün biçimle saldırıya maruz kalan, dolayısıyla yaralarını anlayıp sarma/sağaltma pratiği son derece gelişkin toplumsal grupların bileşkesidir. En merkezi kadrolarını cezaevlerinde ziyaret etme pratiğini tanıyan, en merkezi kadrolarının iler tutar yanı olmayan dosyalarla rehin alınmasının açtığı derin yarayı bir şekilde sarmayı başaran toplumsal gruplar… En temel varoluşsal nitelikleri dolayısıyla katledilmeyi anlayan, her katledilişten sonra daha gür sesle haykırarak yaralarını sağaltmayı öyle ya da böyle başaranlar… En atılgan yerlerinden hançerlenen, giderek daha da geri çekilmenin açtığı yarıkları yeni ileri atılma projeleriyle, bazen derme çatma da olsa doldurmayı becerenler…

Bu gruplara sallanan türlü çeşit kılıcı tutanlar ne kadar merkezleştiyse, bu grupların ortak keseni de o kadar merkezleşmiş; nihayet 2018’de merkezin de merkezinde esas kılıcı tutanı tek hamlede bertaraf etme, birleşik bir muhalefet projesiyle iktidarı değiştirme, böylece salınım aralığı katlanılamaz bir genişliğe varan hegemonik merkezi daraltarak savunma hattına biraz nefes aldırma projesinde cisimleşmiştir.

2018’in özgün niteliği, “toplumsal muhalefet” yakıştırması yapılan ve iktidarın kılıcından küçük sıyrıklar alanlar da dahil olmak üzere ilk yardım kutusu boşalmaya yüz tutmuş herkesi; “hiç olmazsa şu eczanenin başına geçmeli” motivasyonunda birleştiren ve ironik biçimde ilk yardım kutularındaki son solüsyonları, yara bantlarını, ağrı kesicileri hepten çöpe attıran bir paradigmatik berraklaşmadır. Yani, Türkiye toplumunun AKP iktidarını bütünüyle değiştirmekten başka hiçbir yolu olmadığını, bunun da ancak birleşik bir seçim stratejisiyle mümkün olabileceğini, yara alanların artık geri dönülemez şekilde yüzde 50+1’i bulduğunu; ve neticede Erdoğan’a karşı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi kazanmanın mümkün ve tek geçer akçe olduğunu öne sürerek olağan şüpheli vaziyetindeki CHP’yi merkezleştiren, muhalefetin merkezini de CHP’leştiren bir makro kazanım anlatısının toplumsal gerçekliğin bütün boyutlarını sömürgeleştirmesi.

Bu makro kazanım anlatısı öyle kati ve yayılmacı ama aynı ölçüde yanılsamalıdır ki, aslında bu proje tam da kendi tarihsel zirvesini gördüğü yerden, altı siyasal partiyi ve memleketin devrimci sol dışında kalan bütün tarihsel hatlarını bir yuvarlak masaya oturttuğu yerden zaferle kalkamayınca çöküvermiş olmasına rağmen; hemen 2024’te muhalefetin AKP’ye sayısal üstünlük kurabilmesiyle yeniden tahkim edilmeyi başarmıştır. Burada iktidar-dışı toplumsal grupların, bir kılıç gölgesinde hayatta kalma savaşı verdiği yirmiyi aşkın seneden sonra, bu kez birbirlerinin yaralarını sararak çöküntüdeki toplumsal alanı yeniden inşa edebilecekleri eşsiz bir fırsat doğmuşken; tahkimat önceliğini kapıveren makro kazanım anlatısı, hat gerisine sahra çadırları kurulmasına imkan vermeyecek bir hız ve onun yarattığı kaçınılmaz panikle ön cepheye sürülecek yeni süvarileri seferber etmiştir.

Bunların en görkemlisi, güneşin alnına çıkabildiği her an gözleri kamaştıran zırhıyla, yağız atı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sırtında muhafazakar liberal bir kamusal hizmetler kılıcını, dillerden dillere aktarılan bir destansı imgeyle sallayan Ekrem İmamoğlu’dur. İktidar Erdoğan’ın şahsında tekleştikçe, makro ve mutlak kazanım fikri de kendi tekleştirici/birleştirici kudretini İmamoğlu’na koşmaktan geri durmamış; böylece birazı etten kemikten, birazı da şandan şöhretten menkul bir “kazanacak adayı” nihayet itiraz alanlarının pek çoğunu tarumar edecek ölçüde kimliklendirmiştir.

Bu uzunca serimle tarif etmeye çalıştığımız üzere Türkiye toplumunun 19 Mart’ta aldığı derin yara, bir kez daha tam da en kuvvetli olduğu düşünülen yerine, muhalif merkezin tek ve mutlak umuduna, makro kazanım perspektifinin en yoğunlaştığı yere sallanan; daha önce görülmemiş büyüklükteki bir kılıcın yarasıdır. İktidar kendinden pekala bekleneceği şekilde kendi savunmasını büyük ve tek bir mevzide topladıkça, o tek mevzii de Erdoğan’ın ulviliğinde mistik ve yenilmez hegemonik duvarların arkasına sürüklemeyi başardıkça, muhalif merkezin yeni mevzilerle vakit kaybetmek yerine kendi en geniş mevziini kazmaya koyulduğu kırılgan denklem de orta yerinden çatlayıvermiştir.

Elbette bu başarılı sayılacak çatlatma harekatı iktidar bakımından nihai bir zaferle neticelenmemiştir, ki iktidarın buradan nihai bir zafer alma niyetinin gerçekçiliği de tartışmaya açıktır. Yine de bu kırılma anı, toplumun yara almayı aralıksız sürdüren çok geniş kesimlerinde bir patlamaya, ileri atılma hissiyatının ortaya çıkmasına, “eczanenin başına geçemedik ama şu zuladaki sargı bezlerini bir çıkaralım bakalım” refleksine dönen; böylece muhalif merkezi tanımı gereği aşan bir hareketliliğe ön açmıştır. Bu apaçık bir paradigma değişimidir ve girişte sözünü ettiğimiz tarihsel sorumluluk, tam da bu paradigma değişimini siyasallaştırmanın; kıymeti kendinden menkul bir anlatının (makro kazanım anlatısının) yerine sahici toplumsal hedefler koymanın sorumluluğudur. Hem de bu kez, hat gerisini önümüzdeki uzun mücadele evresine hazır sahra çadırlarıyla donatma fırsatı hiç olmadığı kadar belirgindir.

Yeni Mevzilerin İlk Kazıkları

Mart Direnişi’nin nereye varabileceğini anlamak için bu tartışmanın en başına dönüp ellerinde kitapları, türküleriyle gelenlerin ne yaptığına, nasıl yaptığına, kimi arkasına dizdiğine ilişkin, yere basan bir kavrayış geliştirmek zorundayız. Beyazıtlıların yaptığı tarihsel önemi en büyük şey; uzun yıllar sonra mücadele alanının içinde müzakere edilip uzlaşılan, mücadele alanının kendi özgün koşulunda türetilen ve tam da bu niteliğiyle makro kazanım anlatısının dayattığı kuşatmayı delip geçen, nihayetinde de barikatları yıkarak aşmayı başarıp müthiş bir epik görünüm yaratan “yüklenme”dir.

Beyazıtlılar sandıktan yüzde 50+1 çıkarmamış; tam aksine istatistik hesaplarının iç karartan, kaş çattıran dayatmasından özgürleşerek, yurttaşlık ve yoldaşlık etmenin heyecanını açığa çıkarmıştır. Burada, nasılını ele alırken, altını çizmemiz gerekir ki, şanlı Gezi Direnişi günlerindeki yurttaş neşesini açığa çıkaran kendiliğindenlikten farklı olarak Beyazıt’ta açığa çıkan, örgütlü bilinçler arası müzakerenin dayatmasıdır. Nitekim Beyazıt’ta açığa çıkanın arkasına dizdiği de yüzde 50+1’den ötesini düşünme pratiği körelmiş merkez muhalefeti, sayılar saymaya birkaç günlüğüne de olsa araya vermeye zorlayarak Saraçhane’yi tutmaya iten yurttaşlık bilincini harekete geçiren milyonlardır.

Memleketin dört bir yanındaki yerel yönetimlere tek bir kalem hamlesiyle atanabilen kayyumlardan birini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kapısına koşmaktan alıkoyan da aynı örgütlü bilincin dayatmasından başka bir şey değildir. İktidar, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun ve onun satır satır kaleme aldığı sözleşmenin üstüne yürürken, üstelik o kurucu kadroyu dahi bir yeniden kuruluş girişiminde eriten muhalif merkezi hazırlıksız yakalamışken; örgütlü bilincin orada öylece duran hazırlığı, kitleleri -kimilerince tahmin etmenin olanaksız olduğu- kesimleriyle harekete zorlamıştır. Burada harekete zorlanan nitelemesinin bozkurt işaretine eşlik eden “Enver, Cemal, Talat, İttihat, İttihat!” naralarıyla gezen kesimleri dahi kapsadığını atlamama gereğini de bir kenarda tutmak gerekir.

İktidarın en kuvvetli kılıçlarından biriyle sarsılan ve kendini tek bir gecede koca bir belirsizliğin içinde bulan (henüz üzerinde pek dikkatle durmadığımız bu “belirsizlik” seçimler söz konusu olduğunda gündemimize en üst sıralardan girecektir) makro kazanım fikrini yere serme çabasına karşı; örgütlü bilincin onu yurttaşlık yönünden muhafaza ederken siyasal yönden aşma refleksi, şimdi hat gerisinde kurulacak sahra çadırlarının ilk kazıklarını çakmıştır. Beyazıt’ın dar bir sokağında plastikleri iterek de kazanmanın mümkün olduğu milyonlar nezdinde bilince çıkmış, o milyonlar da kent meydanlarında “bizim çadırları sizin hatta taşımanıza izin vermeyeceğiz” diyebilmiş ve sahiden de izin vermemiş; üniversitelerde yılın başında hayalini kurmanın pek mümkün olmadığı boykotlar çok geniş katılımlarla gerçekleşebilmiş, hatta sermaye kliklerinin azımsanmayacak bir kesimini tutan ana muhalefet kendi çelişkisini sırtlayarak, iktidarın tuttuğu sermaye kliklerine karşı genel boykot girişimine katılmak zorunda kalmıştır.

Burada bir parantez açarak, ana muhalefetin boykot örgütlediği yönündeki yaygın kanının karşısına, ana muhalefetin bu örgütlülüğe katılmak zorunda kaldığını somut biçimde yerleştirmeliyiz. Memleketin bütün muhalefet olanaklarını tek bir makro kazanım anlatısıyla teslim alma girişiminde, kendini de aynı anlatıya kaçınılmaz olarak teslim eden ana muhalefet; tam da bu yüzden aynı anlatı içinde kendi etrafındaki çepere imlenen Doğuş Grubu gibi sermaye kliklerinin adını miting meydanlarında sarf etmek zorunda kalmıştır.

Meselenin en ironik örneklerinden biri de Pelit pastanesi gündemidir: Genel boykot çağrılarına karşı “yerlici ve millici” iktidar örgütlenmesinde özneleşme telaşına giren AKP milletvekili, aynı zamanda da Pelit’in sahibi ailenin üyesi Nilhan Ayan’ın sosyal medya paylaşımları kamuoyunda gündem olunca, aynı ailenin başka iyi üyesinden “zaten bizim görüşlerimizi yansıtmıyor” açıklamaları gelmiştir. Ana muhalefet ile iktidarın sermaye kliklerinin bu denli “aileleştiğini”, kârda ortaklaştığını ortaya koyan, bunlardan birinin diğerine kendi eliyle geniş boykotlar örgütleyemeyeceğini kanıtlayan daha iyi bir tasviri, ne yaparsak yapalım, geliştiremezdik.

Sahra Çadırlarını Dikeltme Zamanı

Neredeyse bir aydır olan, yaraları günbegün derinleşen Türkiye toplumunun ancak tek bir büyük ameliyatla kurtulabileceğine olan karamsar inanışın (elbette o büyük ameliyatın çok acil ve şart olduğu konusunda bir itiraz geliştirmeden) iyimser bir iradi hareketlilikle yer değiştirebileceği hissiyatını yeniden filizlendirmesidir. O halde devrimci tarihsel sorumluluk, o filizlere su vermekten, dallarını güneşe döndürmekten, kuruyan yerlerini budamaktan; kazanmanın nasıl ve neden mümkün olduğunu bilince çıkarmaktan, 2 Nisan’daki genel boykotla sokakları ve dijital dünyayı saran yurttaşlık neşesini kalıcılaştırmanın yollarını bulmaktan başkası değildir.

Elbette bu yolları bulabilecek, henüz ortada olmayanları açabilecek ve kitleleri bu yollardan yürümeye ikna edebilecek olan, ancak Beyazıt’ın dar sokağında açığa çıkan örgütlü bilinçtir. Kitlelerdeki ve o kitlelerin en önünde saf tutan örgütsüz heyecandaki kararsızlığı, bilinmezliği ve en doğal haliyle doğrultusuzluğu ortadan kaldırmak; henüz çok kısa süreliğine pencerede gördüğümüz üzere tümünün enerjisini uzaktaki bilinmez bir sandığa odaklama girişimiyle tabi ki mümkün olmayacaktır. Henüz yola düşmemiş olanlara uzak bir geleceğin engebesiz yollarını tarif etmek -belki- mümkündür ama zaten yola düşmüş kitlelere “hele şu dinlenme tesisinde duralım da bir bakarız” demenin, üstelik o konvoylar henüz yorgunluğa düşmediyse dinlenmeyi önermenin gerçek hayattaki karşılığı bulunamamıştır. Dolayısıyla tarif etmeye çalıştığımız tarihsel sorumluluk; aşılan engebeli yolları göstermekten, geçilen küçük tepeleri bütün çıplaklığıyla anlatmaktan ve kervanı o henüz gözle görüp elle uzanamadığımız uzaktaki nihai hedefe giderken önümüze çıkacak diğer engelleri aşacak patikaları döşemektir.

Somutlamak gerekirse, yola düşmüş kitleleri orta yaşlı erkeklerin otobüs tepelerinden tekrarlı cümleler kurduğu mitinglerle yatıştırma girişimlerinin ve biz size “yağ gibi kayan otoyollar yapacağız, az bekleyin” demenin karşısında kitleleri yolda kaynaştıran; yan yana gelerek, el ele tutuşarak engebeli patikalardan da yürümenin mümkün ve -o otoyol inşaatları büyük olasılıkla hiçbir zaman istenen vadede tamamlanamayacağından- gerekli olduğunu anlatan, “düşmediğimiz yolun hiçbir kıymeti yoktur” diyen bir hareketi yaratma sorumluluğu öylece önümüzde durmaktadır. İnşaatı nihayete erse bile tek bir büyük barikatla önü tıkanabilecek geniş otoyolların tek seçenek olmadığını, plastik setler çekerek kapatılamayacak kadar fazla alternatif yol olduğunu gösterme sorumluluğu…

“Bir gün hiçbir şey satın almazsak her şeyi kazanabiliriz” diyen makro kazanım anlatısı ne kadar kırılgansa “hiçbir şey satın almadığımızda dımdızlak kalmamak için çayımızı, kahvemizi, ekmeğimizi birbirimizle paylaşabiliriz” diyen ve birlikte yapmayı çoğaltarak hat gerisine sahra çadırları kurmanın neye benzediğini hatırlatan örgütlü irade o kadar sağlamdır. “Kent Lokantası’nı kapatamazsınız” iddiası Kent Lokantası’nın kapısına ucuz bir kilit asıldığı anda boşa düşer ama o kilidin önünde evinden getirdiği çorbayı dağıtan mahalleliyle başa çıkmak için köşedeki nalbura gitmekten çok daha fazlasını yapmanız, daha çetrefilli bir karşı müdahaleyi göze alabilmeniz gerekir, ki iktidarın her şeye rağmen memleketin binlerce mahallesiyle birer birer mücadele edecek gücü de enstrümanı da yoktur.

Bir aydır olan bitenden, üniversiteli gençlerin milyonları harekete zorlayan gözü karalığından türeyen sokakta bir arada olma hissiyatı; sandık başlarındaki kasvetli bordo perdelerin dibinde periyodik bir araya gelişler saplantısını yenmiştir. Bir makro ideal için rutinleşmiş bir araya gelme fiili; bir ortak amaç, yurttaşlık amacı için bir arada olma haline yenilmiştir; bu aynı zamanda kazanılacak bütün mevzileri tek bir geniş karşılaşmaya eriten muhalif merkezleşme fikrinin yenilgisidir ve bu yönü her an vurgulamaya değerdir. Dolayısıyla buradaki tarihsel fırsat ve onun kaçınılmaz sorumluluğu, yurttaşlık amacını gerçekleştiren sürekli yapma/etmeleri arayıp bulmak, toplumun yaralı kesimlerinin tek bir büyük ameliyat dışında hiçbir olasılığın olmadığı kanaatine yeniden vardırılmasını önlemektir. Kolay olmadığı kadar heyecan verici, bugünden yarına tamamlanamayacak ama hemen harekete geçmeyi zorunlu kılan bir görev…

Dünyayı yeniden kurabilir, düşleri gerçek yapabiliriz; her zaman, elbette. Ama önce sokakları mahallelere, mahalleleri meydanlara, meydanları kentlere katmalı, hepsinden önce ve acil şekilde, o meydanlarda birbirini en kırılgan umutsuzluklarından omuzlamaya can atan yurttaşları, her şeyden çok kendi kapı önlerine serecekleri sevgiden tuğlalarla donatmalıyız. Bak nasıl mutluluk dokur tezgahlar o zaman!