Doğum “Normal mi” Dedim, Dedi ki “Normal”

Sinem Yıldız17 Nisan 2025

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de futbol sahaları, bu kez bir gol sevincinden ya da centilmenlik gösterisinden ziyade, kadın bedenine dair cinsiyetçi bir “normalleştirme” operasyonunun sahnesi oldu. Pardon, cümleyi yeniden yazıyorum, çünkü bu “normal” değil: Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de futbol sahaları, yıllardır kadın bedenine edilen küfürlerin, cinsiyetçi sloganların mekânı olduğu gibi bu sefer de kadın bedenine dair cinsiyetçi bir “normalleştirme” operasyonunun yeniden sahnesi oldu.

Türkiye Futbol Federasyonu ve kulüpler, Sağlık Bakanlığı’nın “Doğal Olan Normal Doğumdur” kampanyasına “destek vererek” erkek futbolculara “doğal olan normal doğumdur” yazılı pankartla sahaya çıkma görevi verdi. Buraya kadar bence her şey “normal”. Futbolculardan da biri bile “ya biz ne yapıyoruz, bizim haddimiz mi bu” demediği için pankartı gururla taşıdılar. Bence her şey hâlâ normal. Normal, çünkü ne bekliyorduk ki? Kadınların futboldan dışlanmasının neredeyse yüz yıllık bir hikayesi var sonuçta; sistematik olarak, bilinçli bir şekilde ve kadınsız bir ulus inşa etme misyonuyla.  Dolayısıyla bugünün “normali” haline gelmiş bu duruma çok da şaşırmak mümkün değil.  Tacizci, kadına şiddet uygulayan futbolcuları; ırkçı, dilinden küfürsüz slogan eksik olmayan taraftarları saymıyorum bile, ki onlar da bu düzenin bir parçası zaten.

Bugünün normalini inşa eden futbolun “cinsiyetli” tarihine kısacık bakalım. Futbolun eril bir alan olarak “normalleşmesi”, erkeklerin bu pankartı taşıma cüreti nereden geliyor? Beyler! Alınan kupalardan, son dakika 90’a atılan gollerden, efsane röveşatalardan, uğruna şiirler dizdiğiniz sağ ayaklardan bahsetmeyeceğim; çünkü bunların hiçbirinde özne bir kadın ya da kadınlardan oluşan bir takım değil.

Peki kadınlar futboldan nasıl dışlandı? Dünyanın ilk resmi kadın futbol takımı olan British Ladies İngiltere’de 1894 yılında kuruluyor. Ama çok geçmeden erkek egemen düzen kolları sıvıyor: 1902’de İngiltere Futbol Federasyonu (FA), erkek takımlarının kadınlarla maç yapmasını yasaklıyor (Williams, 2003). Yasaklara rağmen kadınlar kendi aralarında top oynamaya devam ediyor. I. Dünya Savaşı başladığında kadınlar fabrikalara, üretime ve sahalara giriyor. Tüm ülkede kadın futbol takımları boy göstermeye başlıyor ama tabii ki bu takımlar FA tarafından asla desteklenmiyor (Tate, 2013). 1917’de kurulan Dick, Kerr’s Ladies takımı bu dönemin simgesi haline geliyor. “Fabrika işçileri” takımı – her ne kadar tüm oyuncular aynı fabrikada çalışmıyor olsa da – olarak bilinen bu kadınlar, hayır işlerine destek için binlerce kişinin önünde maçlar yapıyor. Bu takım kadın futbolunun öncülerinden biri olarak anılıyor (Williams, 2013). 1921’e gelindiğinde sahalarda 150’ye yakın kadın futbol takımı var. Ama bu artan görünürlük erkek futboluna tehdit sayılıyor. 5 Aralık 1921’de FA kadınların futbol oynamasını yasaklıyor. Yasak, tam 50 yıl sürüyor. Kadın futbolu bu tarihten sonra gölgeye çekilse de 1970’li yıllarda yeniden sahalar hareketlenmeye başlıyor. Ha bu arada hikâyenin en başında da “Kadınlar gerçekten gol atabilir mi ki?” diye soranlar da var. Başkalarıysa daha da ileri gidiyor: “Kadınlar tekne sürebilir, ata binebilir – üstelik zarifçe. Ama bisiklet süremezler, topa da vuramazlar. Onlar için fazla zor işler bunlar” (Tate, 2013) gibi toplumdan hayli tanıdık ve küçümseyici tepkiler de alıyorlar tabii.

Almanya, Brezilya, Türkiye, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerde de durum pek farklı değil. Hatta neredeyse hepsinin ortak fikri “futbol kadın bedenine zarar verir, kadın bedenine uygun bir spor değil” oluyor. Kadınların futboldan dışlanması öyle sadece “sahaya çıkmayın kızım” demekle bitmiyor yani. İş sistematik: Yasaklıyorlar, lisans vermiyorlar, saha tahsis etmiyorlar, kulüp yapılarının kapısından içeri almıyorlar; üstelik dalga geçip küçümsemeyi de unutmuyorlar. 1930’lardan 50’lere kadar birçok ülkede kadınların futbol oynaması ya “ahlaka aykırı” ya “rahmi sarsar” diye tıbben sakıncalı bulunuyor, yeterli olmazsa “milli kimliğe tehdit” ilan ediliyor. Yani bir topun peşinde koşmak, neredeyse vatanı satmakla eşdeğer hâle geliyor. Günümüzdeyse FIFA ve UEFA gibi kurumlar hâlâ erkek futbolunu “esas mesele” olarak görmeye devam ediyor; kadın futbolunu ya kenarda köşede bırakıyor ya da “gölge ligler” kuruyor. Hani olur da kadınların ayağına meşin yuvarlak değerse, en azından kimse görmesin!

Hal böyle olunca “normal” olan da tüm bu hikâyenin üstüne şekil alıyor elbette. Gördüğünüz gibi; “normal” yüklü bir kavram. Kadınlar da bunu o kadar iyi biliyorlar ki sorgusuz sualsiz tekrar edilen bu kavramı TİP’li Kadınlar’dan Kadın Koalisyonu’na, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan CHP Kadın Kolları’na ve feminist aktivistlere kadar pek çok kadın ve kurum, bu kampanyanın saçmalığına, ve hatta ironik ve tiye alan bir dille, “doğum biçiminin kadının kendi bedeni üzerindeki kararı ve hakkı ile belirlenmesi gereken bir mesele olduğuna” vurgu yaparak eleştirdi.

“Hmm, Biri Anlatsın Hemen Nedir Bu ‘Normal’”?

“Normal” kelimesi masum ve alışılagelmiş bir ifade olarak gündelik hayatımızda sıklıkla kullanılsa da tarihsel olarak iktidar ilişkilerinin bir aracı olarak iş görmüş; sınıf, cinsiyet ve ideoloji bağlamında şekillenmiş, toplumsal denetimin köklü bir aygıtı haline gelmiştir. “Normal” olan, sadece yaygın olan değil, meşru ve arzulanabilir olandır aynı zamanda. Bu da iktidarın özellikle kadın bedeni ve emeği üzerinde kurduğu baskıyı görünmez kılar. Çünkü kadının iktidarın kurduğu çerçeve içinde kalırsa meşruiyeti olur, ve kadın, bu çerçevede kalırsa arzulanır. “Normal” söylemi okuldan medyaya, din kurumundan sağlık sistemine kadar pek çok yapı araçlığıyla bireyler tarafından içselleştirilmesi için farklı bağlamlarda servis edilir.

Gelin biraz “kuram dünyasına” dalalım; çünkü bu “doğal olan normal doğumdur” cümlesi öyle rastgele seçilmiş bir slogan değil. Sosyalist feminist teorinin önemli isimlerinden Lise Vogel’in (1983) ortaya koyduğu gibi, kapitalist toplumlarda kadınların yeniden üretim yükümlülüğü, yalnızca biyolojik değil; tarihsel, toplumsal ve ekonomik bir iş bölümünün ürünüdür. Kadınların hamilelik, doğum ve çocuk bakımı gibi süreçlerdeki konumları, üretim ilişkilerinin bir parçası olarak şekillenir. Kadın, simgesel sistemin öznesi değil, nesnesi olarak konumlanır. “Al benim kızımı, ver seninkini, biz de akraba olalım” mantığıyla kurulan bu düzen, sadece evliliği değil, bütün bir toplumsal normlar ağını şekillendirir.  Şimdi bir adım daha ileri gidelim: Kadın yalnızca bir anlam taşıyıcısıdır bu sistemde -yani topa vurmaz, topun kendisi olur. Kadınlar tarih boyunca “doğaya yakın” sayılmıştır; çünkü doğururlar, beslerler, duygulanırlar. Erkeklerse kültüre aittir, çünkü düşünürler, inşa ederler, kural koyarlar. Bu yüzden kadının doğurganlığı da “doğal” bir işlev gibi sunulur.

Vogel’in Marxism and the Oppression of Women adlı eserinde belirttiği gibi, kapitalizm sadece emeğin üretim sürecine değil, emeğin yeniden üretimine de bağımlıdır. Kadınlar, ücretli emek piyasasının dışında kalsa bile, yeni işçilerin yetiştirilmesi, bakımı ve yeniden üretimi gibi işlevleriyle sistemin temel yapı taşlarından biri haline getirilir. Ve bu roller, doğal ya da biyolojik değil; ideolojik olarak inşa edilmiş toplumsal görevlerdir. Yani “doğal olan normal doğumdur” gibi ifadeler, kadın bedenine yönelik bu ideolojik inşayı masumlaştıran söylemlerdir. Kadının doğurganlığı, toplumun yeniden üretimi için bir zorunluluk olarak kurgulanır ve bunun nasıl gerçekleşeceğine dair karar da toplumsal kurumlar eliyle belirlenir. Burada mesele yalnızca doğumun fizyolojik yönü değil; kadının hangi bedensel işlevinin meşru, hangisinin sapma kabul edildiği sorusudur.

Vogel’in dikkat çektiği gibi, kadınların ezilmesi yalnızca üretim alanında değil; yeniden üretim alanında, yani ailede, doğumda, bakım emeğinde derinleşir. Bu da kadının toplumsal rolünü doğallaştırarak siyasal itirazlarını etkisizleştiren bir ideoloji üretir. Dolayısıyla “doğal olan normal doğumdur” söylemi, kadının yeniden üretim emeğini hem zorunlu hem de görünmez kılan yapının güncel bir ifadesidir. Yani açıkça söylemek gerekirse: Kadın doğurur ama nasıl doğuracağına dair söz hakkı yine erkek egemen sistemin, sermaye düzeninin ve devlet politikalarının elindedir. Çünkü doğallık iddiası, burada bir biyolojik gerçeklik değil, ideolojik bir norm üretimidir.

Burada Sherry Ortner devreye giriyor ve diyor ki: Kadın = doğa, erkek = kültür denklemi öyle masum değil. Ortner’e göre bu eşleştirme, tarih boyunca kadının toplumsal rolünü sınırlandırmanın en etkili yollarından biri olmuştur (Ortner, 1972). Kadın bedenini doğaya yazmak, onu biyolojiye mahkum etmektir. Erkekler kültürü inşa ederken, kadınlara düşen doğanın hizmetçiliği olur. Şimdi kalkıp bir de bu eşitsizliğe “norm” adını verince, sistem tıkır tıkır işler hâle gelir. Yani, “Doğal olan normal doğumdur” lafı sadece bir kamu spotu değil; simgesel düzenin kadına attığı bir çalımdır. Ortner’in işaret ettiği gibi, bu çalım doğrudan doğruya “Sen doğursan da söz bize ait” demenin güncel versiyonudur. Kadın doğurur, ama doğururken bile doğurmaya nasıl karar vereceğine dair bir fikri olup olmaması, o kadar da doğal bulunmaz. Çünkü doğaya ait olanın söz hakkı da olmamalıdır ya hani…

Kapitalizm, öyle sadece fabrika bacasıyla değil, “rahimle” de döner gelir bizi bulur. Yeniden üretim dediğimiz şey yalnızca mal değil; emek gücü, nüfus, “geleceğimiz” dediğimiz o kutsal toplumsal düzenin ta kendisi. Ve bunun motoru da kadının bedeni. İşte bu yüzden “normal doğum” gibi ifadeler, sadece tıbbi birer öneri değil; doğrudan bir denetim aracı haline gelir. Bir zamanlar kadınları cadı diye yakıyorlardı, şimdi ise “normal doğum” kampanyalarıyla hizaya sokuyorlar. O günden bugüne değişen pek bir şey yok. Ateşin yerini çeşitli araçlar alıyor yalnızca; doğum biçimi de bunlardan biri.

Norm denen şey de öyle bir anda belirmiyor. Cinsiyet rolleriyle örülüyor ilmek ilmek. “Kadın doğurur, erkek yanında olur” gibi “masum” cümleler, aslında kadını nesneleştirmenin en “gelenek”, en rafine yollarından oluyor. Patriyarka yalnızca “erkek üstünlüğü” değil; aynı zamanda emeğin, üremenin, bedenin cinsiyetlendirilmiş bir rejimi. Futbol sahasına dönersek… Erkek futbolcuların “normal doğum” pankartı taşıması, hiçbir biçimde masum bir “kamu spotu” değil elbette. Çünkü o saha zaten uzun süredir eril gösterinin başlıca sahnesi; kadın orada ya yoktur ya da kamera açılarında fon objesidir; hani Dünya Kupaları olurken o meşhur sosyal medya platformlarında kadınların video ve fotoğraflarını paylaşıyorsunuz ya “böyle taraftara can kurban” diye!  Dolayısıyla erkeklerin, kendi doğurmadıkları bedenler hakkında afiş taşımaları, tam da bu düzenin ruhuna uygun. Eril ve sermaye kokulu bir tribün performansı daha… Yani “normal” de yüklü “futbol sahası” da! 

Beden Politikaları, Faşizm ve Direniş: “Yoksa Ben miyim Anormal?”

“Normal doğum” söylemi, sıradan bir tıbbi tavsiye ya da yalnızca bir sağlık politikası önerisi değil, aynı zamanda bir beden politikası düzenlemesi olarak okunmalı demiştim. Yani devletin, hastanenin, doktorun, reklam panosunun, futboldaki pankartın hep bir ağızdan kadın bedenine “şöyle ol” dediği bir denetim rejimi. Ve elbette, kadının o bedene sahip olmasına rağmen karar mekanizmasında pek yeri yok. Çünkü doğumun “normal” ya da “doğal” olarak kodlanması, kadını “özne” olmaktan çıkarıyor. Yani kadınların doğum biçimleri “normal” ya da “doğal” olarak kodlandığında, bu tanımlar onların karar verme haklarını gölgede bırakıyor ve bedenlerine dair söz söyleme yetilerini sınırlandırıyor. Onlarca endişeli annenin hamileliklerinin son dönemlerinde “ya doğum için yanlış karar verirsem” endişesini hatırlayın. Ha bir de şunu eklemek gerek; normal olanın arzulanabilir olarak da içeriklendirildiğini söylemiştim. Tahmininiz var mı kaç kadın vajinal doğumda zorlanma ihtimalini gözetip vajinasında yaşayacağı “yırtık”tan ötürü “kocaları artık onları beğenmez” diye sezaryene karar verdi? İşte burada da “normal ve estetik vajina görünümü” beklendi kadınlardan!

Feminist kuram, doğumun yalnızca fizyolojik değil, aynı zamanda politik bir mesele olduğunu uzun süredir vurguluyor. Adrienne Rich’in Of Woman Born (1976) eserinde altını çizdiği gibi, doğurganlık kadınlar için hem kutsanan hem de denetim altına alınan bir alan. Bu ikili durum, kadını hem kutsal anne figürüne indirger hem de tıbbi müdahale nesnesi haline getirir. Kadınlar bu durumda ne tam anlamıyla karar veren özne ne de tam anlamıyla hasta olarak kabul edilir. Gayle Rubin’in meşhur The Traffic in Women makalesini de unutmadan analım. Rubin, kadının bu sistemlerde sadece kültürel değil, ekonomik olarak da nasıl “el değiştiren bir değer”e dönüştüğünü anlatır. Kadının doğurganlığı da tam burada “kullanım değeri”ne bağlanır: Kapitalizm için kadının doğurganlığı bir kaynak, bir yatırım aracı, bir üretim hattıdır. Ve bu hat elbette “nasıl doğuracağına” kadar denetlenir. Yani yine erkek egemen sistem karar verir: “Doğur ama öyle değil, böyle doğur.” “Normal doğum” söylemi de tam bu noktada kadın bedeninin yeniden üretim emekçisi olarak konumlandırılmasının çağdaş tezahürüdür: Kadın doğuracak, nasıl doğuracağına ise erkek egemen sistem karar verecektir.

Faşist ve otoriter rejimlerde doğurganlık politikalarının nasıl bir toplumsal denetim aracı haline geldiğini Almanya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde gözlemlemek mümkün. Nazi Almanyası’nda “ari kadın” doğurmaya teşvik edilmiştir, Polonya’da günümüzde sezaryene erişim ve kürtaj yasal olarak kısıtlanmaktadır. Bu uygulamaların ortak noktalarından biri, kadın bedeninin “ulusun geleceği” adına kontrol altına alınmasıdır.

Benzer biçimde, doğumun “normalleştirilmesi” neoliberal sağlık sistemlerinin ekonomik mantığıyla da doğrudan ilişkilidir. Sezaryen gibi daha maliyetli müdahaleleri azaltmak amacıyla da “normal doğum” özendirilmektedir. Sezaryen tercih etmek isteyen özel hastanelere gidebilir! Bu yönlendirme, kadınların tercihlerini önceleyen değil, sağlık politikalarının finansal sürdürülebilirliğini önceleyen bir anlayışla şekillenir. Türkiye’de dönemsel olarak doğum pratiklerinin medikal piyasada nasıl “trend” ve “normal” hale geldiği de bu söylemsel yapıyı destekler. Bir dönem sezaryen doğum yaygınlaştırılırken, ardından suda doğum yöntemlerinin medya ve reklam ağıyla da bir furya olarak öne çıktığı ve çeşitli özel hastanelerde bunun teşvik edildiği gözlemlenebilir. Yani kadın bedeninin aynı zamanda sermayenin nesnesi haline gelmesi için her dönemin “normal”i inşa edilir.

“Peki dedim, ‘Ya sen, ben?’” Feminist Mücadelemiz? “Valla Gayet Normal”

Bu kadınların, “normal doğum” söylemine ilk defa karşı çıkışı değil elbet. Ama konu sadece “söylem” de değil: Vajinal ya da sezaryen; mesele hem doğum biçimi hem de bu kararı kimin verdiği. Feministler de bu konudaki pozisyonunu açıkça ortaya koydu: “Doğumun biçimi de kararı da benim. Doktorumu da asla unutmam!” Çünkü bu kampanyalar yalnızca birer “sağlık tavsiyesi” değil; kadının özneliğini yok sayan, bedenini belirli bir toplumsal role sabitleyen ideolojik düzenlemeler.

En başta söylediğimi bir kez daha söyleyeyim: Erkek futbolcuların kadın bedeni hakkında pankart taşıması naçizane pek şaşırtıcı gelmiyor bana. Futbol, halihazırda patriyarkal kapitalizmin en gösterişli sahnelerinden biri sonuçta. Kadınlar sahada neredeyse yok; varsa da ya temsili, yüzeysel ya da doğrudan metalaştırılmış bir biçimde var. Kadın futbolcular hâlâ “eşit işe eşit ücret” alamıyor, spor medyasında yer bulmakta zorlanıyor, isimleri milyon dolarlık transfer listelerinde geçmiyor. Futbol elbette bir mücadele alanı, kadınlar bu alanda var olmaya çalışıyor, mücadele veriyor. Ama bugünün fotoğrafına baktığımızda, karşımızda eril söylemin, sermaye ilişkilerinin ve devlet destekli spor endüstrisinin iç içe geçtiği bir tablo var. “Normal doğum” pankartları da bu yapının bir devamı gibi. Kadın bedeninin hem sağlık sisteminde hem medyada hem de sporun içeriğinde ya “ilham verici” ya da “nesneleştirilmiş” bir şekilde temsil edilmesi, artık alışıldık bir kalıp.

Ancak bu hikayede asıl öne çıkan, kadınların bu pankarta verdiği yanıt oldu; yeniden, bu da şaşırtıcı değil elbette, çünkü bizim “normalimiz” bu! Feministler bu söylemi ciddiye aldılar almasına ama aynı zamanda ironik ifade biçimini bir direniş aracına dönüştürerek dalga da geçtiler. “Tamam beyler, siz doğurun o zaman”, “Ayağının topuyla kadın işine karışma”, “Beyler dağılın, doğum bizim işimiz” gibi sloganlar yalnızca espri değil; politik bir pozisyonu işaret ediyor. Mizah, dil ve gündelik söylemin içinden çıkarılan bu tür cevaplar, iktidarın diliyle oyun kurmanın ve onu tersine çevirmenin bir yolu. Bu noktada kadınların, erkekler arasında yaygın olan “beyler dağılalım” gibi ifadeleri kullanmasına yönelik eleştiriler de yükseldi. Ancak bu sloganların, o eril futbol sahasının içinden gelen dili tersyüz ettiğini ve onu içeriden eleştirdiğini unutmamak gerek. Bu, yalnızca bir espri değil; dilsel, kültürel bir müdahale aynı zamanda.

Son sözü yine feministler söylesin: Benim bedenim benim kararım.

-Williams, Jean. (2013). A Game for Rough Girls?: A History of Women's Football in Britain. Doi: 10.4324/9780203378755.
-Tate, Tim. (2013). Girls with Balls: The Secret History of Women’s Football. John Blake Publishing, 2013.​
-Ortner, Sherry B. (1974) “Is Female to Male as Nature is to Culture?” In Woman, Culture, and Society, edited by Michelle Zimbalist Rosaldo and Louise Lamphere, Stanford University Press,
-Rich, Adrienne. (1976). Of Woman Born: Motherhood as Experience and Institution. New York: Virago Press.
-Rubin, Gayle. (1975). The Traffic in Women: Notes on the “Political Economy” of Sex. In Rayna R. Reiter, Toward an Anthropology of Women. New York: Monthly Review Press. pp. 157-210.
-Federici, Silvia (2004).. Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation.
-Yuval-Davis, Nira. (1997). Gender and Nation. Sage Publications.
-Lise Vogel. (2013). Marxism and the Oppression of Women: Towards a Unitary Theory. Haymarket Books, (1983)